Meraklı bir okuyucu için kitaplar genelde son sayfasından başlar, değil mi? Bazen daha başlamadığınız kitabın şifrelerini çözersiniz o sonda, bazen hiç beklediğiniz gibi bitmeyeceğinin işaretini alırsınız, bazen’ler böyle çoğalır gider ama ne olursa olsun – Son-, sondur ya.

Sur Kenti Hikayeleri’ni elime aldığımda Ali Ayçil şiirleri ve cümleleri turluyordu aklımda “Ne etsem berabere bitmedi o yılgın maç” deyişi, akabinde altını çizmekten asla bıkmayacağım “Dünya, bensiz de dünyaydı, darılmadım” cümlesi. Bir yazarı bir kez okumuş ve çok beğenmişseniz, aklınızdaki ya da kalbinizdeki yerinin yeni okuyacağınız kitabıyla değişmesinden korkarsınız. İşte elimdeki kitapta korktuğum tam olarak buydu. Alışılageldiği üzere kitabın son sayfasını aralayıp o birkaç satırı okuduğumda o korku yerini bir an evvel okuma isteğine bırakmıştı. Ali Ayçil, kitabının sonunda hem hiçbir ipucu vermemiş, hem de kitabı baştan sona özetlemişti. Birbirine sımsıkı bağlı ama birbirinden bir o kadar uzak insanların Sur Kenti’yle kaim olan içli hikayeleriyle tanışmam işte böyle başlamıştı.

Yazar, bir röportajında söylediğine göre Sur Kenti’ni  14. yüzyıldan, Maveraünnehir ile Horasan arasında bir yerden çıkartıp okuyucularına sunmuştu ve bu kentin hikayesini de yine uzun yollardan tutup getirdiği kahramanı  Seyyah İbni Batuta’nın  Mahinur’la olan hikayesiyle başlatacaktı pek tabii. Seyyah’ın gezip gördüğü kentlerden edindiği tecrübeye dayanarak Sur Kenti’ni ilk gördüğünde söylediği üç kelimeyle başlıyor asıl hikaye, ilk sayfalardan kitabın sonuna kadar ‘yanılmamış’ demeniz için aklınızın bir köşesinde duruyor olacak o üç kelime ise: Kasvet, hatıra, ölüm.

Seyyah, otuz yıl süren yolculuğunu bitirip de ülkesine döndüğünde İbni Cüzeyy’e  “Yoldan başka evi olmayan bana, evimden başka bir yolun olmaması gerektiğini düşündüren bir tek Mahinur çıktı.” diyecek, ancak bunları otuz yıl önce gidemediği kentler ile Mahinur arasındaki didişmeyi yollar kazandığında söyleyecekti. Gitmeye karar verdiğini söylediğinde sadece susan Mahinur’un susmasının aslında konuşmak olduğunu ancak sıra kendi hikayesine geldiğinde öğrenmiş olacaktık.

“Mahinur, pencerenin kıyısından, Seyyah’ın gölgeler bıraktığı bahçeye baktı. Gölgelerin sahibi, tam şu anda şehrin meydanına varmış olmalıydı. Şehrin meydanına gelen yolları elbette biliyordu ama ilk kez şaşkınlıkla fark etti ki, o yolların nereye gittiğini hiç bilmiyordu. ‘Bir yol nereye gider?’ diye sordu kendine ‘Nereye gider bir yol?’ İnsan, ancak adresi olmayan bir yolcuyu uğurladığında yolların bilinmezliğini keşfediyordu. Giden, tek bir yola gidiyor, kalan, sayısız pek çok yolun sır dolu düğümlerini çözmeye mahkum oluyordu…. Uğurlayan, uğurladığıyla beraber pek çok mesafeye bölünüyordu işte.”

Daha sonra Sakine ile Numan’ın hikayesi bekliyor bizi. Numan, şehrin hanının sahibi aynı zamanda Sakine’nin vurdumduymaz eşi olarak çıkacak karşımıza. Bir gün Sakine mutfakta “Gözlerime bak Numan.” deyince, Numan o güne kadar eşinin güzelim gözlerine hiç bakmadığını fark edecek ve akşama kadar “Sakine’nin  iki gözü varmış!” diye dolaşacak, akşam olup da Sakine mutfakta tekrar “Numan gözlerime bak.” dediğinde Numan bu sefer şunu söyleyecek bizlere:

“Ben Numan.
Hem bu hanın, hem bitişikteki evin sahibi.
Bu gece ilk kez bu gece, gidecek başka yeri olmadığı için kendi hanına konaklamış bir misafirden başkası değilim.
Bugün Sakine’yle iki defa göz göze geldim.
Dünyanın en güzel ülkesine sahip olduğumu da karanlık bir han odasından başka bir yer olmadığımı da bugün anladım.
Gözlerine mil çekilmiş bir tek gün, gözlerine sürmeler çekilmiş yılların öcünü fazlasıyla aldı benden.”

Bir diğer hikaye Sihirbaz Seyfettin ve düştüğü ateşin hikayesi olacak, o ateşe düştüğünde yarım bıraktığı sihri daha sonra tamamladığında şöyle diyor olacak: “Ateş bile söndürmüyor ateşi.”

Hüsrev ve payına düşen bir damla aydınlık ise bir sonraki hikayemiz olacak. Tam otuz üçüncü yaşının üçüncü basamağında şöyle söyleyecek Hüsrev, o karanlığın tabanına dokunduğu otuz üç yılın ardından gelen aydınlık için:

“Ben Hüsrev.
Anladım ki; kalbinden uzak düşenin kalbini üfleyip, onu yeniden içimize konduran bir kuş nefesi vardır. Bu sıradan hikayemi, benden yüzyıllar sonra gelen biri, benim gibi duyarak anlatsın isterim. Desin ki; cevher kararmadıkça, her hayat için tetikte duran bir mucize vardır.”

Bilge Mansur şehri terk ederken “Zamanın da bir kokusu vardır.” diyecek, Sarraf Nizamettin’in üç kızından en küçüğü kendini bir ‘suskunluğa’ teslim edecek, Seyis Behram, tam yedi gün bir tayla mücadele eden genç çırağına “Kırbaç, zaten yola gelecekler için sadece bir bahane.” nasihatini verecek, Nakkaş Burhanettin’in son nakşı tam bir muamma olarak kalacak, Muhyittin’in yağmurda kuruyan gömleği hepimize dert olacak, Demirci Rıfat’ın kuş kafesi hiçbir zaman tamamlanmayacak ama biz o şehrin sokaklarında gezerken Dilber Makbule’nin babasının Şirazlı Sadi’den okuduğu beyitleri duyacağız, ayaklarımız yolların eğri büğrü taşlarına takılacak, şehrin ortasına kurulmuş dar ağacını da göreceğiz, Attar’ın dükkanına giren müşterileri de, Fettan’ın nalları nasıl çaktığını izleyeceğiz, belki Numan’ın hanında konaklayacağız birkaç gece, belki hikayeci Tahir’in hiç bilmediğimiz hikayesini dinleyeceğiz büyük bir esefle, ama bu şehir bizi kendisinden birisi yapacak, en azından hikayelerden birkaç dakikalığına geçen figüranlar olacağız.

Dilber Makbule gelip de yazarla yaptığı anlaşma mukabilinde hayatını ve şehirdeki herkesin hayatını kendi anlatmaya başlayınca, fikrimizin ipleri çözülecek. “Acı ademoğlunu en çok beğendiği kapıdan ziyaret edermiş.” dediğinde buraya gelene kadar okuduğumuz tüm hikayelere bir daha dönüp bakma ihtiyacı duyacağız. Zaman zaman ‘Nasıl olur?’lar dolaşacak aklımızda, zaman zaman ‘Acaba kim?’ler. Dilber Makbule onu ziyaret eden acının ismini söylemeyecek ama içimize merakın kuşunu salmak istercesine okuduğumuz hikayelerin birisinde olduğunu söyleyip, beni anlamışsanız kim olduğunu bulursunuz diyecek. Söylememesinin gerekçesini ise şöyle açıklayacak:

“Hissettiğinizi içinizde saklayın. İçinizde saklayın ki iki kişi arasında olup biteni, sevmenin görgüsünden uzak sayısız insan öğrenmesin.”

Makbule’nin acısının ismini bu saatten sonra sadece tahmin edebileceğiz, kitabın sonunda belki yazar söyler diye bekleyeceğiz ama olmayacak. Tahmin edebileceğiniz çok kişi yok kitapta. Ya Makbule’yi –dolayısıyla şimdiye kadar okuduklarımı -anlamamışsam sorularıyla, umarım tahmin ettiğim kişi değildir isteği arasında gidip gelip bir de mahallenin Dilber Ablası’nın derdiyle dertlenmişliğiniz olacak kitabın sonlarında.

Kasvet, hatıra ve ölüm, demişti ya Seyyah şehri ilk gördüğünde, sayfalar tükendikçe onunla hemfikir olduğumuz  yetmezmiş gibi bir de şehrin etrafındaki dağlara tırmanacağız, ovanın ortasına kurulmuş şehri tamamen göreceğiz ve bununla yetineceğiz, parçaları birleştirecek ayrıntıları yakalayamayacağız çünkü, sanki bir tül var aramızda ve tam buradan bakınca kentin evleri  düzlüğe yayılmış bir ordunun miğferleri gibi gözükecek ve şöyle bitecek kitap:

“Yükseğe çıkanın sözcükleri ne kadar da az.”