İnsanlarla olan ilişkilerimde, karşımdaki kişiye saygı duymak için belirli bir dünya görüşünün olmasını ve yaşam tarzını hangi sınırlarla çizdiğine çok dikkat ederim. Benim ona güven ve saygı duymam için öncelikli olan, kendine, sonra da karşısındakine dürüst davranması ve inandığı, yaşadığı gibi konuşmasıdır.

Başkalarının fikirleriyle, konuşmalarıyla yaşamaya çalışan nice insan var etrafımızda. Genel-geçer bilginin doğruluğuna,  hangisi popüler ise onu söylemeyi matah bir hareket olarak görüyoruz adeta. Kendi düşüncemiz olmadan konuşmayı, başka hayatlara figüran olmayı görev edinmişiz. Oysa teknolojinin nimetleri dediğimiz şu yaşam karmaşasında, doğru bilgiyi bulup kendimizi eğitmek ve kendi hayat doğrularımızı oluşturmak ne kadar zor olabilir diye düşünmüyor değilim. Belki de biz kolay olanı seçiyoruz her zaman. Kendi içimize bile sindiremediğimiz nice bilgiyi, körü körüne bir inanmışlıkla anlatmaya çalışmak ve onu yaşıyor gibi defalarca tekrar etmek ama aslında hiç yaşamamak, en büyük yanılgı aslında. Okuduğum bir cümle aslında bu yazıyı yazmama itti beni. Bazen bir cümlede tüm anlatmak istenilen özetlenmiştir ya, bu cümleyi okuduktan sonra öyle bir durum söz konusu oldu bende. Bir röportaj havasında geçen konuşmada Hakan Günday ve Ahmet Mümtaz Taylan nokta tespitler ile konunun en can alıcı noktalarına değiniyor adeta. Hakan Günday : “ Bir gün içinde yaptığın davranışların, zihninden geçen düşüncelerin kaçta kaçı sana ait, kaçta kaçı sana dayatılmış? Kendimize ulaşmak için bunu sorgulamamız gerekiyor” diyor. Ahmet Mümtaz Taylan ise: “Hayatta en çok tekrarladığın şeyler konusunda kendi kararlarını öne çıkarıp ona göre davranmıyorsan başkaları tarafından idare ediliyorsun demektir.”  diyor. Cümleleri yüreğimde süzdükten sonra tespitlerin ne kadar doğru olduğu, yakın zamandaki serzenişlerimin özeti olduğunu anlıyorum.

İnsan olarak bir davayı dertlenmek bir erdemdir. Onun peşinden gitmek ve ne olursa olsun bu düşünceden taviz vermemek yaşamdaki en asil duruş şeklidir. –Mış gibi yaşamak, o öyle söyledi, bu böyle dedi şeklindeki söylemler bizi bir adım ileriye götürmez aslında. Bu sadece bizi biraz daha başkalarına bağlı yaşamaya, yani başlıkta olduğu gibi başka hayatlara figüran olmaya iten durumdan öteye gitmez, gidemez.  Gün içerisinde kendini sorgularsa bir insan doğruyu yanlışı bir nebze de olsa ayırt edebilir. Bir bilginin peşinde akıllı adımlar atarsa, peşi sıra koşmaz ise o bilginin doğruluğunu kendi hayatına yansıtır. Bundan sonra ise dik bir duruş sergilemeye başlar. Gökhan Özcan’ın bir yazısında da dediği gibi; “Herkesin herkese çok benzediği, hiç kimsenin kendisine benzemediği bir hayata gönüllü olarak yazılıyor ve ne acı ki, bunun bize mutluluk vermesini bekliyoruz.”

Sınanmadığımız bir acı üzerinden konuşmaktan ya da tecrübe etmediğimiz yakından bilmediğimiz konular hakkında görüş beyan etmek için etmek bu durumun başka bir boyutudur. Bir şeyi yaşamadan, tecrübe etmeden konuşmak boş lakırdıdır. Söylemek için söylemektir. Damdan düşenin halini bu olayı yaşayan anlar derler ya o misal. Aynı acılardan veya aynı durumlardan yoğrulmak gerekir bir başka kişiyi anlamak için.

Sözün özü; Anonim bir hayat, anonim bir ruhla yaşamak, yaşamanın anlamı değildir bence. İnsan kendi hayatının sınırlarını çizerek ve bu hayatta bir duruş sergileyerek insan olmanın hakkını verir. Başka düşüncelerin gölgesine sığınarak ve başkalarının hayatına figüran olarak ömür tüketilmemelidir. Unutulmamalıdır ki İsmet Özel’in de dediği gibi;” Sahtekârları ele veren bir başka miyar da o düşünceleri öne sürenlerle, o düşünceler arasındaki uyuşmazlıktır. Yani bir düşüncenin sahteliğini bizzat o düşünceyi savunup da uygulayamayanlar ispat edebilirler.”