“N’ola kim neyf-i ebed azm-i bülend olsun ey Bâki Bilesin ki cihân mülkü değil Süleymân’a bâkî.”
Muhibbî

Siyah cübbesi, beyaz kavuğu ve üstündeki hilal broşuyla son derece sade giyimli, elinde ceviz ağacından yapılmış beyaz baklava desenli asâsına tutunmuş Ebussuud Efendi. Bu sefer çok sevdiği güllerden kavuğuna iliştirmemişti. Süleymaniye Külliyesi’nin Eski Saray’a bakan kapısında yâr-ı cân olduğu hünkârını bekliyordu. Şeyhülislam Ebussuud Efendi daima güler yüzlü, konuşmalarını latifelerle süsler ve çocukları sevindirmekten geri durmazdı; bu yüzden olsa gerek çocuklarda çok severlerdi kendilerini. Ancak bu gün Süleymaniye’nin bahçesindeki çocuklarla ilgilenecek mecali yoktu, gözleri onları dahi görmüyordu. Molla, Eski Saray’ın patikasından gözlerini ayırmıyordu. Arada bir dizlerinin bağı çözülecekmiş gibi oluyor ve gözlerinden damlalar süzülmeye başlıyordu, sonra kendisini tekrardan topluyor ve bu durumu yanındaki devlet ricaline sezdirmemek için gayret sarf ediyordu.     

Ebussuud Efendi seslerin geldiği yöne doğru kafasını kaldırdı, büyük bir kalabalığın elleri üzerinde taşınan bir tabut gördü. Tabutun üstünde zikzak desenlerden oluşan bir Kâbe örtüsü. Tabutu taşıyan kişiler beyaz sarığına siyah püskül takmış. Tabutun hemen ilerisindeki bir başka güruh ağlamaktan biçare kalan Osmanlı tebaası. Tabutun hemen önünde yürüyen yeşil cübbeli, iki kişi.  Ebussuud Efendi, yeşil cübbeli kimseleri görünce biraz olsun acısını unutuyor ve tatlı bir tebessümle yanlarına gidiyor. Bu kimseler, âlemlerin Efendisi Muhammed’in (s.a.v) soyundan gelen Nakibüleşraf ‘tır. Şeyhülislam ellerini öpmek ister ancak, o nur yüzlü, uzun yanaklı, misk kokulu kimseler razı olmazlar. Tekrardan edep ile geri çekilen Ebussuud Efendi sanki Peygamber Efendimizi (s.a.v) görmüşçesine rahatlamıştı.

Yeşil cübbeli seyyidlerin önünden giden zât ellerinin arasında, başının üstünde bir sandık taşınmaktaydı. Ebussuud Efendi, bu sandığın ne olduğunu sorgulayacak kadar dikkat etmemişti ve musalla taşına doğru adımlaya başlamıştı.

Musallaya konulan mevtaya baktıktan sonra Ebussuud Efendi, arkasına döndü, ölümün heybetini hatırlardı ve kendisini tekrardan toplayıp, beyaz sakallarını iki elinin arasına alıp düzelttikten sonra;

” ‘Ey Müslümanlar! Allah’tan, nasıl korkmak lâzımsa öylece korkunuz.’ ayet-i celilesini sakın ola ki aklınızdan çıkarmayınız! Eğer ki, Allah’ı bir an olsun unutursak halimiz nice olur. Allah’ı unutan, hiç bir şeyden korkmaz. Allah’ı unutan ölümden dahi korkmaz! Ölümden korkmayan, ölümü hatırlamaz. Ölümü unutmak, dünyaya bağlanmaktır. Dünyaya bağlanan bir beşerin hali ise, küçük çocuğun oyuncakla oynaması gibidir. Daha fazla söze ne hacet! İşte sizlere yıllardan beri atalık eden Sultan Süleyman’ın cansız bedeni gözlerinizin önünde hesap vermeyi bekliyor.” dedikten sonra cenaze namazını kıldırdı. Beyaz sarıklı, siyah püsküllü ağalar tekrardan tabutu sırtlandı ve cenazenin defedileceği alana doğru ilerlemeye başladı, kalabalıkta hemen arkasından.

Süleymaniye Camii ‘sinin kıble duvarını önünde Hürrem Sultan’ın türbesinin hemen yanına çadır kurulmuş, içindeki ağalar son kez hünkârları için hummalı bir çalışma halindelerdi. Çadırın içindeki iki kişi mezarın içinde toprağı kabartıyor, bir diğeri ise kabaran toprağı dışarı atıyordu. Mezarın hemen yanında asasıyla ağaları yöneten kimseden başka, uzun beyaz sakalıyla ve sade kaftanıyla Mimar Sinan vardı.

Çadırın içinde özenli çalışma sonrası tabutla beraber Ebussuud’da içeri girdi, tabi ki Seyyid Efendilerle beraber. Büyük bir hürmetle Sultan’ın naaşı yere konuldu, besmelelerle sandukanın üstündeki Kâbe örtüsünü alındı ve Şeyhülislam’a teslim edildi. Şeyhülislam’ın işaretiyle tabutun kapağı açıldı ve kefenlenmiş bir vaziyette Sultan Süleyman son kez karşılarındaydı.

I. Selim, Ebusuud Efendi, Mimar Sinan, Seyyid Efendiler, Feridun Ahmed Paşa ve daha nice devlet erkânı gayretleriyle toprağa yerleştirildi Kanuni Sultan Süleyman. Tam bu sırada bir ağa tarafından sultanın vasiyeti hatırlandı ve Ebussuud Efendi’ye yaklaşarak ‘Sultan’ın bir vasiyeti vardı efendim’ dedi. Bunun üzerine Ebussuud Efendi vasiyetin ne olduğunu sual etti.

Ağa:

-“Devletli sultanımız ‘Bu tahta sanduka benimle beraber kabre konulsun’ diye vasiyet buyurmuşlardı.”

Ebussuud Efendi’nin şaşkınlığı yüzünden okunuyordu ve hiddetle:

“-Peygamberler bile yanlarında bir şey götürmemişken, Sultan Süleyman’da kim oluyormuş. Hele sandığı açınız” dedi.

Herkes merakla sandığın başına üşüştü. Ağa büyük bir dikkatle sandığın kapağını kaldırdı ve içindeki sayfalar gözüktü. Bir-iki tane olmayan, sayısızca sayfa… Ebussuud Efendi sayfalardan birini eline aldı, daha önce vermiş olduğu bir fetvasıydı. Hazret, Sultan’ın naaşına yanına dizleri üstüne çöktü ve gözyaşlarını hâkim olamadı. Şeyhülislam’ın dilinde tarihe damgasını vuracak şu veciz kelimeler döküldü:

“Ey büyük sultan, sen kendini kurtardın ya bakalım Rûz-ı Mahşer ‘de bizim halimiz nice olur.”

I. Selim merhumu kıbleye doğru yerleştirdi, “Allah’ın adıyla, Resûl’ün dini üzere” demeyi de ihmal etmedi. Sultan Süleyman ilk kez kabre girmiyordu. Mohaç Seferi’nden sonra zaferin benlik hevesine sebebiyet vermemesi için bir mezar kazdırmış ve bütün geceyi içinde geçirmişti. Selim-i Sânî tek tek tahtaları yerleştirdi ve herkes Sultan’ın üzerine edep ile toprak atmaya başladı. Ebussuud Efendi halen fetvalarını düşünmekte ve kendisini mezarın içindekinin yerine koymaktaydı. Hazret’i baya bir tesir altına almış olacak ki, iki ağaya eliyle işaret ederek tahta sandukayı almalarını söyledi. Elleriyle eteklerini topladıktan sonra adımlarını Darü’l Kurrâ’ya doğru atmaya başladı.

Ebussuud’un, Darü’l Kurrâ’ya geldiğini gören Kur’an talebeleri çok sevinir ancak her zaman ki gibi güler yüzlü ve latifeler eden kişi karşılarında bulamadılar. Kaşları çatılmış, beti benzi atmış ve yorgun olsa da, çocuklara tebessüm etmeyi ihmal etmezdi. Süleymaniye medresesinin en üst katındaki müderris odasına çıktı ve ağalara sandığı camın önündeki sedirin üstüne koymalarını istedi. Kimsenin girmemesi içinde sıkı sıkıya tembihte bulundu.

Müderris hücresinde boğaza bakan iki büyük cam, dört duvarı boydan boya dönen sedir, cam kısmından bakıldığında sol tarafta sedirleri ikiye ayıran şömine ve şöminenin karşı duvarında kütüphane… Salonun orta yerinde ise bir kaç tane rahle… Hazret’in yorgun halini gören müderrisler ve ağalar yiyecek bir şeyler hazırladılar ama götürmek için odanın kapısını çaldıklarında, Hazret bir şey yemek istemediğini ve bir daha da ne sebeple olursa olsun rahatsız edilmek istemediği naif bir ses tonuyla dışarıya duyurdu.

Sofanın iki büyük camının önündeki sedire oturdu ve sandığın içinden bir fetvasını aldı eline… Sağ eliyle sakalını düzeltirken, sol elindeki kâğıtta fetvanın muhtevasını almaya çalışıyordu, ancak eskisi gibi görmeyen gözleri biraz zorluk çıkartıyordu. Gözlerini iyice kıstı ve kâğıdı biraz ileri itti, aynı anda kafasını da kâğıttan uzaklaştırdı ve yazılar azda olsa netleşmeye başlamıştı.

Ebussuud Efendi koca bir iç çektikten sonra payitahtta geçen son günleri hatırlamadan edemedi:

“Sultan Süleyman genç yaşta taht mücadelesine girmeden hükümdarlığını ilan etmişti. 46 yıllık hükümdarlığını cenk meydanlarında geçiren Türk sultanına atalarıyla aynı hastalığı paylaşmak düşmüştü. Gençliğinden beri kendisini hissettiren ancak belirli bir yaştan sonra nükseden bu hastalık guttur. Sultan Süleyman gut ağrıların hafiflemesi için saray hekimlerinin tavsiyesi üzerine Bursa’daki sulardan istifade etmeye çalışıyordu.

O günlerde sadrazamı olan Rüstem Paşa’ya konuyu açmış, “Buranın suyu bana çok iyi geldi” demişti.

(Bu eski hamam Rüstem Paşa tarafından yıktırılıp yeniden “Hamam-ı Cedid” olarak inşa edilmiştir. Bu eserin mimarı ise; Koca Sinan’dır ve Bursa’daki tek eseridir.)

Bu sefer öncesi kıymetli zevcesi Hürrem Sultan’ı, şehzadelerini tek tek toprağa vermişti Sultan Süleyman. Şehzadeler bir an için aklından geçiren Ebussuud Efendi derhal sandığın içindeki diğer kâğıtları karıştırmaya başladı. Şehzade Mustafa ve Beyazıd’ın hâl edilmesiyle ilgili fetvaları aradı. Hazretin sakalı, dudakları titremeye başladı ve burnun direği sızlarken gözyaşlarına hâkim olamadı ve koca günün hıncını çıkarır gibi hıçkıra hıçkıra ağlama başladı. Aynı zamanda fetvaları karıştırıyor ve istediğini bulmaya çalışsa da, ister istemez yüzleşmekten çekiniyordu. Sonunda buldu, iki fetvayı da önüne koydu ve bir elinde 99’luk siyah kehribar tesbih ile “Allah” lafzını çekerken, gözleriyle de İstanbul boğazını seyre daldı.

Mes’ele: Şehzade Katli

Sultan Süleyman daha şehzade olduğu yıllarda Manisa’da doğan Şehzade Murad’ı iki yaşındayken, şehzade Mahmud’u dokuz yaşına geldiğinde soğuk toprağın kucağına teslim etmişti. 1522’de doğan Şehzade Abdullah aynı yıl aldığı nefesi tamama erdirmişti. Erkek evlatlarının yanı sıra Fatma Sultan, Raziye Sultan ve Fülane Sutan gibi kız evlatları da daha küçük yaşlarda dünyalarını değiştirmişti.

Sultan Süleyman ile beraber sırt sırta verip kılıç tuttuğu şehzadesi Mehmed, Manisa sancağına çıktığı birinci senesinde vefat etmişti. Kanuni Sultan Süleyman 10. seferinden dönerken Edirne’de konaklamaktaydı. Bu haberi alır almaz, tam iki günde payitahta gelmişti. 22 yaşında vefat eden Mehmed on günde sancağından İstanbul’a getirilip, Şehzadebaşı mevkiine defedildi.

Kanuni, mimarbaşını çağırıp kendi adına yaptırmak istediği külliyeyi oğlu adına yaptırdı. Süleyman-ı evvel türbe inşaatı tamamladıktan sonra Şehzade Mehmed’in sandukasının üstüne taht konulmasını istemişti. Sultan Süleyman’ın oğlu vefat ettikten sonra tam 40 gün boyunca mütemadiyen kabrini ziyaret etmişti.

Şehzade Mustafa yapısı itibariyle Yeniçeri içinde sevilen ve dedesi Ulu Hakan Yavuz Sultan Selim’e benzetilirdi. Sultan Süleyman yaşı 60’ı aşmıştı, Şehzade Mustafa ise 38 yaşına gelmişti. Şehzade ile ilgili etrafta uzun zamandır bazı dedikodular dolanmaya başlamıştı, ancak Süleyman Han “Hâşâ Mustafa Hânım bu küstahlığa cüret ede. Bazı müfsitler kendi arzularını mülk ve saltanat ona kaymasun deyü iftira ederler” diyerek vesveseleri kalbinde ve zihninden defetmeye cihetini gitmişti.

Şehzade Mustafa, yanındaki bazı bozuk ferasetli kimselerin sözlerine kanarak daha şehzade olduğu yıllarda sakal bırakmış ve tuğ dikmişti. Bu haberler İran Seferi’ne çıkmış olan Sultan babasının kulağına kadar geldi. Şehzade Mustafa, Amasya Sancağı’nda bazı devlet adamları ile istişarede bulunur ve kendi adına da bir tuğra çektirir.

Bütün bu olaylar üzerine Şehzade, İran Seferi’ne katılmak üzerine Konya’ya gelmektedir. Sultan Süleyman hazretleri, Divan-ı Hümayundaki devlet ricaliyle hadisler üzerine istişare eder ve hâl’ edilme kararı verilir. Bu karar icraata geçmesi için Ebussuud Efendi’nin onayı gerekliydi.

İşte! O fetva, şuan önündeydi. Hatırlar o günleri, yaşının ilerlemesine rağmen daha dün gibi tazeliğini korumakta. Kendi kendine mırıldanarak:

“-Büyük bir dikkatle incelemiş idim, tüm tetkikleri yaptım, hatta en ince tasavvuf âlimlerinden dahi bir fetva bulamadım, bulsaydım ne olacaktı ki? Âlem-i İslam’ın parçalanışa göz göre göre razı mı gelecektim. Şehzade’nin ordusu ve Sultan’ın ordusu karşı karşıya gelecekti, birbirlerine kılıç çekip, yeniçerinin düzeni bozulacaktı. Bu iş, kime yarayacaktı? Ben buna razı gelemezdim.” 

Ve hal’ kararını onaylamıştı. Şehzade Mustafa, Konya’ya geldiğinde orduya katılmıştı. Kendisine hal’ edileceği söylenmiş olsa da, kulak asmamış ve sultan babasının otağına gitmişti. Dilsiz cellâtlar aynı anda üzerine çullanmıştı. Hepsinin tek tek hakkında gelen Mustafa Bey, sonunda bir balta darbesiyle yere düşmüştü. Mustafa Bey’in boynuna kement atmışlar ve soluğunu keserek cansız bedenini serbest bırakmışlardı. Devlet bekası uğruna Sultan Süleyman canından vazgeçmişti.

Ebussuud Efendi’nin dilinde Taşlıcalı Yahya’nın şu beyitleri dökülmeye başladı:

“Meded meded bu cihanın yıkıldı bir yanı,
Ecel Celalileri aldı Mustafa Han’ı,
Dolundu mihr-i cemali bozuldu erkanı;
Vebale koydular al ile Al-i Osman’ı…
Yalancının o kuru bühtanı, buğz-ı pinhanı,
Akıttı yaşımızı yakdı nar-ı hicranı…
N’olaydı görmeye idi bu macerayı.
Yazıklar ane ki reva gördü bu re’yi gözüm,
Nesim-i subh gibi yerde koyma ahımızı…
Hakaret eylediler nesl-i padişahimizi.
Bunun gibi işi kim gördü işitti aceb?
Ki oğluna kıya bir server-i Ömer-meşreb,
İlahi cennet-i Firdevs ana durağ olsun,
Nizâm-ı âlem olan padişah sağ olsun”

Gün yavaştan siyaha bulanıyordu, gözlerini göğe diken Molla yerinden kalktı ve kıbleye doğru tekbir getirdikten sonra Akşam namazı eda etti. Farz namazının selamından sonra üç defa “Estağfurullah” dedikten sonra Allah’a şükretti, rahman ve rahim olduğunu ikrar etti ve o büyük din günün sahibini hatırladı, ardından büyük bir utançla “Pişmanım, Ya Rabbi!” diyerek affını istedi. Yerinden doğrulan Şeyhülislam, kütüphanedeki mumları aldı, şöminede yaktıktan sonra oturduğu sedirin hemen önündeki rahleye yerleşti. Bir ara gözleri Hürrem Sultan’ın türbesine takıldı. Türbenin hemen yanındaki patikadan elinde fener ile iki kişinin yürüdüğü fark etti, ancak aldırış etmedi. Hürrem Sultan’a nida ederek:

“-Onca kimseler gün gelirde, sana iftira eder Şehzade Mustafa’nın katili der. Onlar bilmezler mi kendi evlatlarını da o yola kurban verdin.” dedikten sonra Cihangir Bey’i hatırladı. İç burukluğunu hissetti ve bir kaderi daha gözlerinin önüne getirdi.

Sultan’ın ve Haseki’nin son evlatlarıydı Cihangir Bey. Kader sağlıklı bir vaziyette dünyaya gelmesini müsaade etmemişti, çok dualar edilmiş ve birçok hekime gösterilmişti ancak bir şifa bulunamamıştı. Cihangir’in muzip rahatsızlığı ise, kamburunu kaplayan deri tabakasında asla kapanmayan yaralardı. Şehzade Cihangir, Zarifî mahlasıyla şiirler yazıyordu. Sancağa çıkılması uygun görülmemişti. Ancak bir Osman oğulluydu ve sefere çıkma arzusunu bastıramıyordu. Bu iştiyakla beraber II. İran Seferine iştirak etmiş ve daha sonra III. İran Seferi içinde kılıç kuşanan Cihangir Bey, üzerinde emeği olan Mustafa ağabeyinin hal’ edilmesini kaldıramayacak ve Halep’te dünyasını değiştirecektir.

Bir ay içinde iki tane ciğerparesini toprağa veren Sultan Süleyman sefer sonrası İstanbul’a dönmeyecek ve Amasya’da iki kış geçirecektir.

(Cihangir, bugün ki Cihangir semti sırtlarında bulunan tek minareli Cihangir Camisinde medfundur. Bunun sebebi olarak da, buradaki bir ağacın altında oturmayı ve manzarayı seyretmeyi çok sevdiğine dair rivayetler vardır. Cihangir semti adını da şehzadeden almıştır.)

Savaşlar görmüş, isyanlara şahit olmuştu koca Sultan. Garp’lilar, ona kudretli ve şöhretli vasfından dolayı “Muhteşem Süleyman” demişlerdi. Osmanlı tarihi kanun koyucu vasfından ve kadim kurallara uymaktaki hassasiyetinden dolayı “Kanuni” diye anmıştı ve anacaktı. Babası Selim Han, şehzadesinin doğumunu beklerken Kur’an tilavet ediyormuş. Yavuz Sultan Selim, doğum haberinin verildiği sırada Neml Suresi, 30.ayeti okuyormuş:

“-Mektup Süleyman’dandır ve o Bismillahirahmanirahim ile başlamaktadır.” bunun üzerine “adını Süleyman koydum” der Ulu Hakan.

 Ebussuud Efendi tekrardan gözleri Hürrem Sultan’ın türbesine çevirdi, bu sefer patikada kimsecikler yoktu. Sonra gözlerine semaya kaldırdı. Yıldızlar göğe asılmış birer kandil gibiydi. Ay’ı aradı ancak bir türlü göremedi, bulutların arkasında kalmıştı bu gece. Bayezîd Bey’in ölüme yürüyüşü diğerlerinden daha acıklı olmuştu.

Sultan’ın istihbaratı sayesinde Selim ve Bayezîd’ın gizlice asker toplamaya başladıkları öğrenildi. Bunun üzerine Süleyman Han, Selimi Konya sancağına, Bayezîd’ı ise Amasya’ya tayin eyledi. Selim bey emre itaat etse de, Bayezîd itaatsizlik göstererek eski sancağındaki görevinin sürdürmeye devam etti. Sultan Süleyman’ın katî emrine karşı itirazsız kalarak Amasya’ya askerleriyle beraber hareket etti. Şehzade Bayezîd, ağabeyi Selim Bey’in üzerine yürüyecekti.

Bunun üzerine Şehzade Bayezîd’ın düzensiz ordusuna karşı, Sokulu Paşa’nın da desteğini alan Şehzade Selim galip olmuştu. Şehzade Bayezîd’e bir ikinci şans verdi Payitaht. Amasya sancağına çekildiği takdir de affedileceği bildirildi. Şehzade Bayezîd, bu karara da itaatsizlik göstererek askerleriyle Şah Tahmasb’a sığındı. İlk başlarda şehzadeye iyi davranan Şah, daha sonrası hapse mahkûm etti ve İstanbul’la pazarlıklar yapmaya başladı. Osmanlı devlet erkânı, İran’ın sınırları içerisindeki Kazvin vilayetine geldi. Asi şehzadeyi teslim aldılar ve oracıkta hal’ edildi. Şehzade Anadolu’ya getirilir ve Sivas’ta defnedilmesi uygun görülür.

Şehzade Beyazıd’ın Sultan babasına yazdığı mektubu hatırlar Ebussuud Efendi:

“Ey seraser âleme Sultan Süleyman’ım baba, Tenden canım, canımın içinde cananım baba, Beyazîd’ine kıyar mısın benim canım baba, Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Yerinde doğrulur Şeyhülislam, şöminenin önüne gelir ve ateşe doğru Sultan’ın isyankâr oğluna cevap yazdığı mektubu okur:

“Ey demeden mazhar-ı tuğyan ü isyanım oğul, Takmayan boynuna hergiz tavk-fermanım oğul, Ben kıyar mıydım sana ey Bayezid Han’ım oğul, Bigühanım dime bari, tevbe kıl canım oğul.”

Ateş sönmeye varırken, hemen ayağının önündeki odunlardan bir kaçını daha ateşin içine bırakır Ebussuud Efendi ve ateş tekrardan canlanır. Bayezîd’in son mektubundaki satıları okumaya devam eder:

“Kim sana arz eyleye halim, Eya şah-kerim, anadan, kardeşlerimden ayrılıp kaldım yetim, Yok benim bir zerre isyanım sana, Hak’tır Alîm, bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.”

İçi daraldı koca Şeyhülislam’ın, tekrardan gözleri doldu, burnun direği sızladı. Bu mektuba cevap olarak Muhibbî’nin mısralarını okudu:

“Tutalım iki elin baştanbaşa kanda ola. Çünkü istiğfar idersen biz de afv etsek n’ola. Beyazdîd’im suçunu bağışlarım gelsen yola, Bigünahım dime bari tevbe kıl canım oğul.”

Şeyh efendi bir anda sandığa doğru yöneldi. Şehzade katli ve diğer bilmediği birkaç fetvasını eline alarak ateşin ortasına attı. Ancak hiçbiri yanmadı ve yanacak gibi durmuyordu. Şöminenin hemen yanındaki maşaya eline aldı ve kâğıtları çıkarmak istedi. Şeyh efendi kapının destur ile çalındığını fark etti. Kapının ardına şefkatli sesiyle seslendi:

-Niye rahatsız ediliyorum?
-Efendim geldiğinizden beri ağzına bir lokma dahi koymadınız. Sizlere kahve pişirdik, yanına birkaç tane naneli lokum ilave etti. Hiç olmazsa gücünüzü artırır.

Şeyhülislam kapıyı açtı. Büyük bir edeple uzatılan tepsiyi, aynı utangaçlık ve tevazuuyla aldı ve camın önündeki sedire oturdu. Kahveden bir yudum aldıktan sonra, Türk kahvesiyle tanışmasını hatırladı. Bu kadar hatırlanan acı üstüne, yüzüne ince bir tebessüm kondurmuştu:

Osmanlı’nın bir vilayeti olan Yemen’de yetişen bu taâm, seferler neticesinde İstanbul’a getirilmişti. Osmanlı insanları bu nimeti inceledi ve sonunda kavurmayı ve kavurulmuş olan çekirdeği öğütmeyi akıl ettiler. Bu içeceğin adı böylelikle “Türk Kahvesi” olarak anılmaya başladı. O eşsiz kokusu ve tadıyla müdavimleri arttı. Bunun yanında tutku haline gelmesiyle fetva meclislerin konusu olmuş ve daha sonradan uyuşturucu niteliği olmadığından cevaz verilmişti. Böylece İstanbul’un dört bir köşesinde kahvehaneler yayılmaya başladı.

Ebussuud Efendi kahvenin verdiği dinçlik ve lokum enerjisiyle Yatsı namazını eda etti. Kapı tekrardan çaldı ancak, bu sefer gelenler devlet ricalindendi. İçeri girenlerden biri Feridun Ahmet Paşa ve diğeri yeni cihan sultanı Selim-i Sâni’ydi. Ebussuud Efendi büyük bir hürmetle ayağa kalktı ve sultanına selam verdi. Aynı hürmetle karşılık veren Sultan Selim, rahat olmasını istedi kendilerinden. Ebussuud Efendi şaşkınlığını merakına yenik düşerek, Sultan Selim’e sordu:

“-Hünkârım! Sizi, bu fakirin meclisine ne getirmiştir.
-Sizler iki dünyada akçesi bol âlimlersiniz. Ben, sizin yanınızda aciz ve fakirim. Feridun Ahmed Paşa ile Sultan babamın son seferini konuşmak istedim, aynı zamanda mezarına ziyaret eyledik. Bizlere yeni görevimizde himmet etmelerini diledik. Sizin de burada olduğunuzu öğrendik, sohbetinizle müşerref olmak istedik.
-Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz devletlûm.
-Ebussuud Efendi, sultan babamı bilirim ancak bir de sizden dinlemek isterim. İsterim ki, bu âcize ışık olsun.
-Hünkârım,” diye söze başladı Şeyhülislam Ebuusuud Efendi.

Sultan Süleyman’ın Karakteri

-Her şeyden önce asrının en büyük hükümdarıydı. Adilliği yedi iklime nam salmıştı, hak ve hürriyetlere son derece önem verirdi. Devlet adamlarına ve dahi bana her daim “haksızlık yapmayınız” ikazını dillendirirdi.

Saltanatın sayılı olduğu günlerde, babasının nedimi Hasan Can’ı huzuruna çağırıp, şu üç suale cevap istemiştir:

İlki, elçiye zeval olmadığı halde babam Selim Han, İran elçilerini ne hakla hapsettirmiştir?
İkincisi, Şah İsmail’in Çaldıran’da esir edilen nikâhlı karısına, ne hakla başkasına nikâhlamıştı?
Üçüncüsü ise, ipek tüccarların mallarını hangi hak ve kanuna istinaden müsadere edilmiştir?

Bu suallere tatminkâr cevapları alamayınca da, gerekli düzenlemeleri yapmak için gayret sarf etti. O, İslam’ı kaidelere çok dikkat eder ve dikkatle incelenmesi için en ince meselede bile tanışırlardı. Saltanatınızın bulunduğu saray-ı Hümayun ’deki bir ağacı karıncalar sarınca, makamıma varırlar. Ancak fakiri orada bulamadıkları için bir not bırakmışlardı:

“Meyve ağaçlarını sarınca karınca, Günah var mı karıncayı kırınca” bizlerde gereken cevabı verdik.” deyince Ahmet Paşa söze atıldı, Ebussuud Efendi’nin şiir nazmına uygun cevabını ezbere okudu:

“-Yarın Hakk’ın divanına varınca, Süleyman’dan hakkın alır karınca” tebessüm ettiler ve Sultan Selim:

-“Sultan babam, Şeyh efendi için yazdığı bir şiirimde “Hâlde haldaşım, sinde sindaşım, ahiret karındaşım, tarik-i Hakka ’ta yoldaşım.” buyurmuşlar.”

Ebuussuud efendi tüm tevazu ve gönlündeki ince bir gurur ile beraber Sultan Süleyman’ı anlatmaya devam etti.

-Sizlerin de bildiği gibi usta bir kuyumcuydu, şairlerin ellerinden kalemleri düşüren şairdi. Muhibbî mahlasıyla şiirler neşrederdi. Hareket ve davranışlarıyla vakar sahibi, uzun boylu, uzunca boyunla, yuvarlak yüzlü, ela gözlü, siyah kirpikli, kaslarının arası biraz açık, doğan burunlu, seyrek dişli, geniş omuzlu, yakışıklı, söz ve hareketleriyle alımlı, aheste yürüyüşlü, mert sözlü ve aslan yürekliydi. Âlimler, şairler, hâkimlerden hoşlanırdı. Kanuni Sultan Süleyman kararlarında aceleci davranmaz ve en son anına kadar düşünmekten ve istişare etmekten geri durmazdı. Sultan yemek yemekte aşırıya kaçmazdı, Demirhindi şerbetini pek severlerdi. Vaka o ki, şerbet ilk defa ikram edildiğinde çok beğenmiş ve boş bardağı akçeyle doldurmuştur. Sultan Süleyman’ın İslam medeniyetine kazandırdığı mimarı ve edebi eserleri başka bir sohbete konu edilmelidir. Atası Bayezîd Han gibi veli, babası Yavuz Selim gibi maddi ve manevi sultanlıkları üzerinde barındırmıştı. ”

Zigetvar Fethi

Sultan Selim Han, Feridun Ahmed Paşa’ya:

“-Niyetimiz hâsıl olsun Paşam, şahit olduğunuz son sefer-i hümayunda bahsediniz.” Ahmed Paşa not defterini çıkardı, daha önce önüne çektiği rahlenin üzerine koydu ve yanan bir mumu defteri aydınlatması için rahlesine yerleştirdi. Karşısında cihan padişahı ve İslam âleminin önünde el pençe durduğu Şehyülislam Ebussuud Efendi duruyordu. Söze nereden başlamak gerektiğini bilemediği için İstanbul’dan girdi konuya:

“-Sultan Süleyman on yıla yakın bir süredir sefere çıkmamıştı. II. Maximillian, daha önce imzalan antlaşmaya riayet etmemesi ve Erdel’in iç işlerine karışması üzerine yeni sefer rotası belli olmuştu. Sultan Süleyman’ın hastalığı bir hayli artmıştı, hekimler yoğun ısrarına rağmen ordusunun başında sefere çıkmaktan alı konulamamıştı. Sultan Süleyman sarayın bahçesinde atının üzerine çıkmasına Sokulu Mehmed Paşa yardım ediyordu.

(Bu hali Feridun Ahmed Paşa müellifi olduğu Zigetvarnânemesi’nde minyatürlermiş ve anlattıklarını da kaleme almıştır. )

İstanbul’daki kulları sokakları doldurmuştu, gözyaşları ve dualar birbirine karışıyordu. Muhteşem Süleyman’ı görmek için Garplı elçilerde sokaklara dökülmüş ve milletlerini “Sultan Süleyman geliyor, dikkatli olun ve hazırlıkları durdurmayın” diye uyarıyorlardı. At sırtındaki Kanuni Sultan Süleyman, halkın önünden geçerek Edirnekapı’dan İstanbul dışına çıktı. Buraya kadar at sırtında zor dayanan koca gazi, bundan sonra yoluna at arabasıyla devam etti. Bu seferden 16 gün önce Sakız Adası’nın fethi müjdesini almıştık. Belgrad yolunda Murad Bey’in doğum haberini aldık. 25 gün sonra Belgrad’a girdik, burası Sultan’ın ilk fethi ettiği yerdi.”

Ebussuud Efendi belki de, Sultan Süleyman’ın seferlerinde yanında olmuştu. Küffara kılıç salladığında, otağında vezirleriyle istişare ettiğinde… Bu seferde yanında olamadığı içinde anlatılanlara pür dikkat kesilmişti. Sultan II. Selim, oturduğu sedirin ucuna kadar gelmiş, heyecanla dinliyordu Ahmed Paşa’yı.

“Sultanımız Zemlin Konağı’nda istirahat ederken, 26 yaşındaki Erdel Prensi geldi.”

Ebussuud Efendi, Paşa’nın sözlerini gayri ihtiyarı olarak keserek, söze karıştı:

“-Erdel Prensi daha kundakta iken, Sultanım kolları arasında aldı ve ölene kadar kral olarak yaşayacağını cihana bildirdi. Kral Zgismond’un babası ölünce, Ferdinand fırsat bilip üzerlerine yürümüştü. Sultanımızın sefer sebeplerinden biri olmuştu.”

Ahmed Paşa daha sonra sözlerine devam etti:

“-Sigismund, Süleyman-ı evvel önünde tam üç kere yeri öptü. Sultanımız ise, ona hürmet gösterdi. Günler geceleri, geceler günleri kovaladı ve Osmanlı ordusu Zigetvar Kalesi’nin önüne geldi.”

Sultan Selim, Feridun Ahmed Paşa’ya kalenin muhtevasından bahis açması ister:

“-Kale aşılmaz derecede muhkem surlarla örülüydü Sultanım. Üçlü kale yapısına sahipti. Kalenin etrafı hendeklerle çeviriliydi. Üç kalenin arasındaki hendekler su ile doluydu. Ağustos ayı sonlarıydı; gündüzleri sıcaktı ama akşamları hayli soğuktu. Yeniçeri, Kale’yi vurma emrini aldıktan sonra var güçleriyle kale surlarına dayandılar. Yeniçeri vuruyor, kale direniyordu. Yeniçerinin bu hali Eylül ayına kadar devam etti, nihayet dış surlar gücünü kaybetti ama iç surlar hale kuvvetliydi ve içerdekiler bir hayli direniyorlardı.”

Selim-i Sânî elindeki kuka tesbihi istemsiz olarak süratle döndürüyordu, bir yandan da Feridun Ahmed Paşa’nın ağzından çıkacakları merakla bekliyordu. Ebussuud Efendi sönmekte olan ateşe birkaç odun daha attıktan sonra ağalara çay getirmeleri istedi. Feridun Ahmed Paşa bir çağlayan gibi coşarak anlatırken, sesindeki heyecanı kaybetmeye başladı:

“-Sultanımız ağrıları artmaya başladı. Bir akşam top atışları arttı. Hünkârımız hasta haliyle doğruldu. Kılıcını istedi, Sokulu Paşa ısrar etti de, ancak çadırının önüne kadar çıktı. ‘Bu sefer-i hümayunda kal’a içinde namaz kılmak nasip olur mu?’ diye sordu Bedrettin Çelebi’ye.  Koca sultan şehit olarak ölme arzusunun sürekli yeniliyor ve Rabbine iltica ediyordu. Otağının içinde her saat Kur’an tilaveti vardı, Sultanımızda dudakları kıpırdağını göründüğünde yalnız ayet-i kerimelere katılıyordu. 6 Eylül gecesi kuşatmanın en çetrefilli anında ruhunu sahibine teslim edecekti.”

Bir anda II. Selim ve Ebussuud Efendi gözyaşlarına boğuldular. Herkesin boğazı düğüm düğüm olmuştu. O sıra da ağalardan biri kapıyı çaldı ve çayları içeri getirdi. Ağa manzara karşısında çok şaşırmış ama daha sabah toprağa verdikleri Süleyman Han için olduğunu anlamıştı. Ağanında gözlerinden dökülen yaşı gören II. Selim içinden şu soruyu sordu kendine:

“-Bende babam gibi kullarımın nazarında sevilecek miyim? Adalet ile hükmedip, gazâlarda fetihler müyesser olacak mı?”

Ebussuud Efendi bir anda gözyaşlarını sildi ve Selim Han’a dönerek:

“-Sultanım! Sefer sizden, zafer Allah’tandır. Siz zaferi değil, seferi düşünün!”

Feridun Ahmed Paşa ve Ağa ne olduğunu anlayamadı ama II. Selim meselenin ne olduğunu biliyordu. Ağa çayları ikram ettikten sonra edep ile dışarıya çıktı. Ahmed Paşa’da sözlerine kaldığı yerden devam ediyordu:

“-Vefat ettikten sonra sürekli başında olan doktorlar Sokulu Mehmed Paşa’nın yanına geldiler. Hünkârımızın vefat ettiğini bildirdiler. Sokulu o tarihe damgasını vuran kararını açıkladı: ‘Cenazeyi saklayın!’ çünkü istenen zafer uzak değildi ve asker çabucak dağılıp, başkaldırabilirdi. Cenaze yarı mumlayandı, üç ay bozulmadan kalması sağlandı. İki doktor bütün gece Sultanımızın iç organlarını çıkardı, baharat tepilendi ve reçineli bezlerle naaşı sarıldı. İç organlar tahtın altına gömüldü. Ve nihayet Zigetvar fethi gerçekleşti. Zaten sonra malumunuz, el altında bir ulakla Sultanımız Selim Han’a haber eyledik. Belgrad’a gelindiğinde Kur’an okunmaya başladı, çeri mevzuyu kavrayınca ağlaşmalar, hıçkırıklar ve bağrışmalar gök kubbeyi doldurdu. Sonra zaten siz Sultanımız Selim Han’da Belgrad’a geldiniz.”

Selim Han:

“-Allah nasip eyler, sultan babamızın bir türbesi de, o topraklarda olsun.”

Ebussuud Efendi ve Feridun Ahmed Paşa’da yüz ifadeleriyle bu kararı onaylar. Gece hayli ilerlemişti, herkes çayından son yudumlarını aldıktan sonra II. Selim’in müsaade istemesiyle sohbete son verdiler.

(II. Selim aynı yıl iç organların olduğu yere bir türbe inşa eder. II. Viyana Kuşatması kaybedilince Avusturya Almanya birlikleri o bölgeyi ele geçirir ve Sultan Süleyman’ın türbesini de yıkarlar.)