Günümüzde sağlığını korumak için hekim tavsiyelerine kulak vermeyenimiz yoktur. Bundan yüzyıllar evvel de henüz modern tıp bu denli gelişmiş değilken dahi, insanlar hıfzı’s sıhha (Günümüzün koruyucu hekimliği) kaidelerine göre yaşamaya gayret ediyorlardı. Ve bunun için hekimler tarafından çokça kitap, dergi ve makale neşrediliyordu.
Bu yazımızda 20. Yüzyılın ilk yıllarında, Mehmed Akif’in önderliğinde çıkan Sırat-ı Müstakim dergisinden bir makaleyi ele alacağız. Bakalım o dönem hıfzı’s sıhha adına verilen tavsiyeler nelermiş.
Makalemizin ismi: Hıfzı’s sıhha ve Tababet-i Ruhiye. Doktor Hazık, herkesin anlayabilmesi için açıklayıcı bir dille ve bolca örnek vererek yazmış.
“İnsan, istidat, kabiliyet ve heves daiyesini ahenkdar bir surette tenmiye edebilmek için mümkün olduğu kadar ibtilânın zuhuruna mâni olmalıdır.”
Hıfzı’s sıhha mevzuunun temelini bu giriş cümlesinde özetliyor Doktor bey. Kısaca insan, kendisine verilen – kabiliyet, heves gibi – nimetleri ölçülü bir şekilde artırmak istiyorsa öncelikle hastalığa yakalanmaktan korunmalıdır. İşte size ‘Koruyucu Hekimlik!’
Bunun yanı sıra hâli hazırda içinde bulunulan gerek maddi gerekse manevi hastalıkların tedavisinin yahut kötü huyların terkinin de mümkün olduğunu ekliyor. Bu da bize ‘Tababet-i Ruhiye’nin tanımını veriyor aslında.
“Eğer itiyad ve ibilânın birdenbire terki mümkün olmazsa yavaş yavaş terk etmeye ve onlara mukavemet etmeye, eğer bu hususta kendimizde atalet hissedersek gittikçe çoğalan bir cehd ve sebatla fazahati terkle fazileti iktisaba çalışmalıyız; fezayihin tekrar rücû etmemesi için de onları nezaret altında bulundurmalıyız.”
İnsan, tabiatı gereğince bir şeye erişmek için kademeler takip etmek zorundadır. Kötü alışkanlıkların ve huyların terki ile güzel olanların kazanılması konusunda da aynı tavrı gütmemizi öneriyor Doktor bey. Ve azmi, çaba ve gayreti asla elden bırakmamamızı. Yazının devamında kişinin her gün manevi ve maddi hayatı uğruna neler yaptığını, aklını, iradesini, sanatını geliştirmek için nasıl bir gayret sarf ettiğini düşünmesi gerektiğini de söylüyor. Yani bizden nefsimizi hesaba çekmemizi istiyor.
“İlm-i ruh, mantık, ilm-i ahlâk bize, aklımızın, hissiyatımızın, irademizin terbiye ve tenmiyelerinin çarelerini bildiriyor.”
Şimdi sıra geldi artık ‘ilm-i ruh’ u anlayıp, örneklemeye. Franklin isminde, ahlâk ilmi konusunda çalışmalar yapmış bir âlimden bahsediyor Doktor bey. Franklin, toplamda on üç güzel ahlâkı – itidal, kanaat, sükût, intizam, karar(sebat), sadelik, sanat, sadakat, adalet, temizlik, istirahat, iffet, mahviyeti – edinmeyi kendisine vazife kılmıştı. Bunun için de ufak bir defterin her sayfasının baş tarafına bu on üç faziletten birisini yazmış. Daha sonra her bir sayfayı yedi sütuna ayırmış ve her sütunun başına haftanın isimlerini yazmış. Her hafta bu faziletlerden birine dikkat etmeye çalışır ve kaydını tutarmış.
“Mesela; bu hafta itidale riayet eder, gelecek hafta kanaate. Sırasıyla böyle bir senede bu on üç fazileti dört defa tekrar edermiş.”
Franklin’in bu metodunu, bir bahçıvanın bahçedeki kötü otları temizleyerek nebatatı korumasına ve faziletlerin tek tek ele alınmasını da siyasetteki ‘Ayır, hükmet.’ prensibine benzetiyor Doktor Hazık.
“Ahlâk ve kavanin, ahlâkiye-i ruhun hassaları, kuvvetleri değildir; insanın, insanlığın hassa ve meziyetleridir. Bilakis ruhun hassa ve kuvvetlerinin sevk ve idaresi için lazım gelen kavanin ve kavaiddir. Bunlar ise viladî olmayıp kesbîdir.”
Ahlâkın bu kanunları, ruhun kuvvetlerini ve meziyetlerini doğru bir şekilde kullanabilmek için gerekli olan kaidelerdir. Fakat bunlar asla doğuştan gelmez, kazanılması gereklidir. İnsan bu güzel ahlâkı elde edebilmek için sebatla gayret etmeli ve çalışmalıdır. Gayret bizden, tevfik Allah’tandır.
Doktor bey’in son cümlesiyle biz de yazımızı noktalayalım.
“Hülasa; ahlâk ve fezailin mecmuu ancak say ile, tahsil ile kesb edilir.”