Rasûlullah’ın (s.a.v.) soyundan olup da Allah dostu olmamak mümkün mü?
“Ceddim ü pîrim sultan
Sensin yâ Rasûlallah”
Bu dizelerle kendisinin seyyid olduğunu, Rasûlullah’ın soyundan geldiğini ifade eden o mübarek; Celvetiyye tarikatı Pîri Seyyid Aziz Mahmud Hüdâi Hazretleri.
Ceddimiz Osmanlı’nın en parlak döneminde, 1541’de Kanuni devrini doğumuyla şereflendiren Mahmud Hüdâi Hazretleri bir asra yakın ömrünü Allah yolunda feda etmiştir. Sekiz padişahın devrini ilmiyle aydınlatmış, onlar cihana sultanlık ederken Mahmud Hüdâi Hazretleri de gönüllere sultan olmuştu.
Medrese Yılları
İlim yolunda mesafe kat edebilmesi için, henüz küçük yaşlarda iken babası Fadlullah bin Mahmud tarafından İstanbul’a gönderilmişti. Küçük Ayasofya Medresesi’nde hocası Nâzırâde Ramazan Efendi’den tefsir, hadis, fıkıh, fen ilimleri ve tasavvuf hususunda sıkı bir eğitim gördü. Medrese yıllarında kendisine özel ilgi ve alaka gösteren hocası Nâzırzâde Ramazan Efendi’nin gözde talebelerindendi. Kendisini tasavvuf yolunda ilerletmek adına Halvetî tarikatının şeyhlerinden Muslihiddin Efendi’nin sohbetlerine katılmış ve kendisinden çokça istifade etmiştir. Hocası Nâzırzâde’nin, Edirne Sultan Selim Medresesi’ne tayini çıkınca Mahmud ile birlikte Edirne’ye gittiler. Burada bir müddet müderrislik yaptıktan sonra tekrar tayin emri geldi ve ardından Mısır ve Şam’a avdet ettiler. Aynı görevleri burada ifa ederken, bir yandan da Halvetiyye tarikatı şeyhlerinden Kerimüddin Efendi’nin rahle-i tedrisinde tasavvuf dersleri almaya devam etti.
Kadılık Yılları
Otuzlu yaşlarında iken, hocası Nâzırzâde Bursa’ya kadı olarak tayin edilmiş ve kendisi de onunla birlikte Bursa’ya gelmişti. Nâzırzâde Ramazan Efendi baş kadılık görevini ifa ederken kendisi de Ferhadiye medresesinde müderrislik görevini yerine getirmenin yanı sıra Cami-i Atik mahkemesinde kadı naibi olarak görev aldı. Hocasının vefatının ardından Bursa baş kadılığı görevine getirildi. Kadı Mahmud’un kâmil manada tasavvufa sülûk edip mârifetullâha nâil olması da bu kadılık yıllarına rast gelmektedir.
Kadılık Yıllarında Bir Olay ve Dönüm Noktası
Bursa baş kadısı Mahmud Efendi, makamında bulunduğu sırada bir kadın gözyaşları içinde huzura geldi ve kocasından şikayetçi olduğunu söyledi. Kadından şikayetini anlatmasını isteyen Mahmud Efendi, kadının anlattıklarını dikkatle dinlemeye başladı.
– Kadı efendi! Kocam her sene hacca gitmeye niyet eder fakat fakirlikten dolayı bir türlü gidemez. Bu sene de hacca gideceğim diye tutturdu. Hatta “Bu sene hacca gidemezsem seni boşayacağım!” dedi. Daha sonra kurban bayramına yakın ortalıktan kayboluverdi. Beş altı gün sonra da ortaya çıktı. Eve geldiğinde “Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve geliyorsun?” diyerek onu eve almak istemedim. Bana hacca gidip geldiğini, bu getirdiklerini de Mekke’den aldığını söyledi. Ben de “Yalan söylüyorsun, beş altı günde hacca gidip gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim.” dedim ve huzurunuza geldim. Hiç böyle şey olur mu kadı efendi? Artık bu yalancı adamdan boşanmak istiyorum!
Kadı Mahmud Efendi, kadının anlattıklarının tahkiki için kocasını çağırttı ve ona hanımının söylediklerinin doğru olup olmadığını sordu, adam cevaben:
– Kadı efendi! Hanımımın söyledikleri doğrudur, benim söylediklerim de. Bilesiniz ki ben gerçekten hacca gidip gelmiş bulunmaktayım, dedi. Kadı Mahmud Efendi şaşırdı.
– Bu nasıl oldu efendi, diye sordu. Adamcağız da anlatmaya başladı:
– Efendim her sene olduğu gibi bu sene de hacca gitmeye niyetlendim. Ancak gidemezsem hanımı boşayacağım düşüncesi ile bir köşede oturuyordum. Birden aklıma Muhammed Üftâde Hazretleri geldi. Hemen huzuruna gidip durumu anlattım. O da “Bizim Eskici Mehmed Dede’ye git, selamımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine derman olur.” buyurdu. Hemen Eskici Mehmed Dede’ye gittim, Üftâde Hazretleri’nin selamını iletip derdimi anlattım. O da, benim elimi tutarak gözümü yummamı istedi. Gözümü açtığımda Kâbe’deydim. O gün arife idi, hacılar Arafat’a çıkmışlardı. Ben ve Mehmed Dede ihram giyip Arafat’a çıktık. Gezilecek yerleri gezdik. Bursalı hacıları bulduk. Onlar, beni ve Mehmed Dede’yi görünce sevindiler. Birkaç hediye alıp, getirmeleri için bir kısmını Bursalı hacılara emanet ettim. Sonra Mehmed Dede’nin kerameti ile bir anda Mekke’den Bursaya geldik.
Böyle bir manevi hadiseye ilk defa şahit olan kadı, bunun mümkün olamayacağını söyleyerek adamın ifadelerini kabul etmedi. Bunun üzerine hâlâ, mukaddes topraklardaki ruhaniyet ve maneviyat ikliminin taze hissiyatı içinde olan adamcağız, saf, fakat manidar bir cevapla haykırdı:
– Kadı Efendi! Allah Teâlâ’nın düşmanı olan şeytan bir anda bütün dünyayı dolaşıyor da, Allah dostu olan has bir kul niçin bir anda Kâbe’ye gidemesin?
Kadı Mahmud Efendi de bu cevabı gayet manidar bularak kararı Bursalı hacıların dönüşüne erteledi. Bursalı hacılar döndüğünde tahkikat neticesinde meseleyi olduğu gibi öğrendi ve büyük bir hayret ve şaşkınlık içerisinde davayı iptal etmek zorunda kaldı.
Yükü ağır, sorumluluğu büyük olan kadılık ve müderrislik görevlerinin zorluğunu şu beyitlerle ifade ediyor Mahmud Efendi:
Müderrislik gam u derd ü belâdır
Kazâ hod cânib-i Hakk’tan kazâdır
Mansıb olsa kadılar hiç kimseye kalmaz nazar
Kim denilmişdir ”izâ câe’l-kadâ amiye’l-basar”
Üftâde Hazretleri’ne Varışı ve Seyr-ü Sülûku
Yüreğine muammalı bir kor düşmüş, zihni karmakarışık olmuştu. Ne yapacağını düşünürken gönlüne damlayan bir ilhamla Eskici Mehmed Dede’ye koştu. Hakikat ve esrar deryasına dalabilmek için ona intisap etmek istedi. Ancak Eskici Dede:
– Kadı Efendi! Nasibiniz bende değildir, zamanın mürşid-i kâmili Muhammed Üftâde Hazretleri’ndedir.
Bu defa kadı Mahmud, aynı niyet ve saikle Üftâde Hazretleri’nin dergâhına yöneldi. Fakat hikmet-i ilahi olarak dergâha yaklaştığında atının ayakları kayalara saplandı. O da, atından indi ve yürüyerek dergâha vardı. Üftâde Hazretleri’nin önünde el bağlayıp onun talebesi olmak istedi. Meşhur Bursa kadısı Mahmud Efendi’yi şaşaalı kaftanlar içinde gören Üftâde Hazretleri buraya gelirken başına gelenlerden manen haberdardı. Ancak kadının niyet ve samimiyet derecesini ölçmek istercesine onu talebeliğe hemen kabul etmedi.
– Gidin kadı efendi! Sizin şöhrete boğulmuş mal ve makam debdebesi içinde şaşaalı bir hayatınız var. Bu kapı ise yokluk kapısıdır. Zaten atınız bile buraya gelmek istemediğinden kayalara saplanmadı mı?’ dedi ve dergâhın kapısına doğru yürüdü.
Bir yandan şeyhin manevi cazibesi, diğer yandan da gördüğü açık keramet karşısında hayretler içinde kalan Mahmud Efendi, hakikati idrak etmişti. Kararı kesindi. Zira nefis engelini aşıp tez vakitte bu kapıya teslim olması zaruri idi. Hemen şeyhin arkasından koşup boyun büktü ve:
– Efendim! İradesiz ve şaşkın bir vaziyetteyim. Adeta dipsiz bir uçuruma düşer gibiyim. Ne olur bana himmet ve yardım elinizi uzatınız. Bu biçâreyi talebeniz olmakla şereflendiriniz! dedi.
Bunun üzerine Üftâde Hazretleri tebessüm etti, talebelik için kadılık ve müderrisliği bırakması, elindeki bütün mal ve mülkü fakirlere dağıtması ve nefsini terbiye edebilmek için sıkı bir riyâzâtâ girmesi gibi üç büyük şart koştu. Zira nefsini tanıyıp terbiye etmesi zaruriydi. Mahmud Efendi’nin gönülden teslim olması ile onu müritliğe kabul etti.
Kadılık makamından kalan kibir, gurur ve ucûbu imha etmek için sırtındaki kaftanı ile Bursa sokaklarında ciğer satmasını emir buyurdu. Dergâhın helâ temizleyiciliği vazifesi de Mahmud Efendi’ye verildi. Şeyhinin buyurduğu vazifeleri tam bir teslimiyet içerisinde can u gönülden ifa etti. Nefsinin dünyevi alakalarından el çekti. Mürşidinin talimatlarını samimiyetle yerine getirdi ve kısa sürede büyük mesafeler kat etti. Nefsindeki son varlık emaresini bertaraf etmesi ise pek meşhurdur.
Bir gün Mahmud Efendi helâ temizlemekle meşgulken dışarıdan bir nida duydu: “Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin. Şehrimize yeni kadı geliyor.’’ O an gönlünü zayıf bulan nefsi, birden büyük bir vesvese fırtınası kopardı: “Demek yerime yeni bir kadı geliyor! Ah bîçare Mahmud, sen böylesine şerefli bir mesleği bıraktın da tuttun helâ temizleyiciliği yapıyorsun! Söyle bakalım, bunca yıldır ne kazandın?’’ Nefsinin vesveseleri karşısında hemen toparlanan Mahmud Efendi, büyük bir iç ürperişiyle hocasını hatırladı. Zira ona kendisine şart koşulan emirleri yerine getireceğine dair söz vermişti. Derhal tövbe istiğfar ile nefsinin isteklerine müdahaleyle mukabele etti: “Ey Mahmud! Sen nefsini ayaklar altına alacağına dair şeyhine söz vermedin mi? Nerede şimdi sözün? Söyle bu halin nedir?’’
Bu hale çok üzülen Mahmud Efendi nefsine karşı gösterdiği acziyet karşısında bir an tereddüt etmeden elindeki süpürgeyi attı ve nefsine ceza olarak helâ taşlarını sakalıyla temizlemeye karar verdi. Tam bu esnada Üftâde Hazretleri kapıda göründü. Mahmud Efendi’ye tebessüm ederek ve yumuşak bir ses tonuyla: “Evladım Mahmud! Seyr ü sülûk yolunda verdiğim görevlerin gayesi, işte bu mertebeye gelebilmen içindi. Muvaffak kılan Allah’a hamdolsun! Gayrı bundan sonraki vazifen benim abdest suyumu hazırlayıp döküvermendir!’’
“Bu su odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış.”
Kendisine verilen bu vazifeyi de kemâl-i gayretle ifa etmeye çalıştı. Her sabah şeyhinin abdest suyunu hazırladı ve abdest aldırdı. Fakat bir kış günü Mahmud Efendi biraz geç kalkmıştı. Bu sebeple hocasının suyunu ısıtmaya vakit bulamadı. Büyük bir üzüntüye kapıldı ve gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Gayri ihtiyari bir şekilde su testisini göğsünün üzerine bastırarak “Allah” lafzını söylemekten başka bir şey yapamadı. O esnada hocası kapıda göründü. Kendisinden abdest suyunu getirip dökmesini istedi. O da çaresiz bir şekilde bu emri yerine getirdi. Büyük bir endişe içinde suyu hocasının ellerine dökmeye başladı. Su, şeyhinin ellerine değer değmez Üftâde Hazretleri başını kaldırdı ve talebesinin kaygılı haline nazar ederek, tebessümle:
– Su biraz fazla ısınmış evladım, dedi. Bu durum karşısında şaşıran Mahmud Efendi hafif bir sesle:
– Nasıl olur efendim? Suyu ısıtmamıştım ki, dedi. Üftâde Hazretleri ise:
– Evladım! Farkında değilsin; bu su, odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış!
“İsmin bundan sonra Hüdâi olsun!”
Bir gün Üftâde Hazretleri, mürîdleri ile beraber bir kır sohbetine çıkmıştı. Emri üzerine bütün dervişler, kırın en güzel yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirdiler. Ancak Mahmud Efendi’nin elinde sapı kırılmış solgun bir çiçek vardı sadece. Diğerlerinin neş’eyle elindekileri hocalarına takdîminden sonra Mahmud Efendi, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği Üftâde Hazretleri’ne takdim etti.
Üftâde Hazretleri, diğer mürîdânın meraklı bakışları arasında sordu:
– Evlâdım Mahmud! Herkes demet demet çiçek getirdikleri halde, sen niçin sapı kırık solgun bir çiçek getirdin? Mahmud Efendi, edeple başını önüne indirerek cevap verdi:
– Efendim! Size ne takdim etsem, azdır. Ancak hangi çiçeğe koparmak için elimi uzattıysam onu “Allah Allah” diyerek Rabbini tesbîh eder bir halde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mâni olmaya razı olmadı. Çaresiz ben de elimdeki şu tesbihine devam edemeyen çiçeği getirmek zorunda kaldım.
Bu güzel ve mana dolu cevaba son derece memnun olan Üftâde Hazretleri’nin dilinden o anda: “Hüdâi, Hüdâi… Evlâdım! Bundan sonra ismin Hüdâi olsun. Ey Hüdâi! Bu kır gezisinden yalnız sen nasîblenmişsin.” ifadeleri döküldü. Böylece Kadı Mahmud, Hüdâi oldu. Zira o, artık kâinattaki esrâr-ı ilâhiyyeye ve kudret akışlarına aşina olmuştu. Âdeta kâinat, kendisine sırlarını açan canlı bir kitap hâline gelmişti.
Bundan böyle Hüdâi diye anılan Kadı Mahmud Efendi, haiz bulunduğu üstün ve müstesna manevi mertebesi dolayısıyla hürmeten ismine “Aziz” sıfatı da ilâve edilerek Aziz Mahmud Hüdâi diye anıldı.
“Evladım! Uzat elini.”
Kısa bir zamanda Üftâde Hazretleri’nin baş talebesi durumuna gelen Hüdâi Hazretleri’nin bu yükselişi dolayısıyla, eski dervişândan bazılarında hoşnutsuzluk görülmeye başlamıştı. Bunun farkına varan Üftâde Hazretleri, onların gönül âlemlerini tashih için şu güzel usûle başvurdu:
Bir kış akşamıydı. Üftâde Hazretleri, talebelerine maneviyat dolu bir sohbet yaptıktan sonra sofranın hazırlanmasını emir buyurdu. Ardından talebelerinin sofraya getirdikleri nimetlere nazar ederek manidar bir şekilde: “Evlatlarım! Acaba asmasından daha yeni kopmuş taze üzüm bulmak mümkün müdür?” dedi. Bütün dervişler, bu suale şaşırarak birbirlerinin yüzlerine baktılar. Hatta bir kısmı: “Bu kış mevsiminde taze üzüm olmaz ki!” diye düşündü. Ancak üstadına büyük bir teslimiyetle bağlı olan ve birçok merhaleyi geçmiş bulunan Mahmud Hüdâi Hazretleri, bu talepte bir hikmet olduğunu düşünerek edeple: “Şeyhim! Müsaadeniz olursa, arzunuzu yerine getireyim!” dedi. Verilen izin üzerine de hemen bağa gitti.
Bütün asmalar kar altındaydı. Birini seçip karlarını temizlediğinde salkım salkım taze ve olgun üzümlerle karşılaştı. Bunun üstadının bir kerameti olduğunu düşünerek elindeki sepeti doldurdu ve doğruca dergâhın yolunu tuttu. Yolda zikrullâh ile meşgul bir vaziyette gelirken her tarafın kar içinde olması sebebiyle fark edemediği bir kuyunun içine düştü. Kuyu derin olduğu için bir türlü de çıkamadı. Çaresiz bir halde idi ki, yukarıdan bir ses duydu: “Evlâdım! Uzat elini.” Baktı; nur yüzlü bir zâttı. Elini uzattı ve kuyudan çıktı. Mahmud Hüdâi Hazretleri, kendisini kurtaran bu zâta, henüz kim olduğunu soracaktı ki, mübarek bir anda ortalıktan kayboldu.
Nihayet elinde taze üzüm sepeti ile dergâha varan Hüdâi Hazretleri, başından geçenleri şeyhine nakletti. Üftâde Hazretleri de, onu kuyudan kurtaran kimsenin Hızır (aleyhisselâm) olduğunu beyandan sonra diğer dervişlere: “Evlâdımız Hüdâi’nin kemâli tamam olmuştur. O hilâfeti çoktan hak etmişti zaten.” dediler.
Bundan sonra Üftâde Hazretleri, onu halifesi olarak Sivrihisar’a gönderdi. Bir müddet orada hizmet eden Hüdâi Hazretleri, bir süre sonra manevi bir işaretle Bursa’ya döndü. Son demlerini yaşayan üstadı Üftâde Hazretleri’ne büyük bir gönül iştiyakı içinde hizmet etti. Bu hizmetten gayet memnun kalan Üftâde Hazretleri bir gün: “Oğlum! Pâdişâhlar rikâbında yürüsün!” diye duada bulundu.
Hüdâi Hazretleri, üstadı Üftâde’nin vefatından sonra Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi’nin delâletiyle İstanbul’a yerleşti. Onun Üsküdar’da kurduğu dergâh, kısa zamanda her tabakadan insana hitap eden maneviyat ve irfan mektebi hâline geldi. Cihan sultanlarının teveccüh ve alâkasını celb etti. Onları da dergâhın dervişleri arasına kattı. Husûsiyle III. Murad Han, I. Ahmed Han, Genç Osman Han ve IV. Murad Han, Hüdâi Hazretleri’nin yakın irşadına mazhar oldular. Hüdâi Hazretleri, bunlardan IV. Murad Han’ın kılıç kuşanma merasiminde bizzat bulunmuş ve âdet olduğu üzere Ebâ Eyyûb el-Ensari Hazretleri’nin türbe-i saadetlerinde Hazret-i Ömer’in kılıcını yeni padişaha bizzat kuşandırmıştır.
“Hazret-i Hüdâi bir ankâdır ki, lâşeye tenezzül etmez.”
Aziz Mahmud Hüdâi Hazretleri’nin Sultan I. Ahmed ile münasebet halkasının ilkini teşkil eden rüya tâbiri hâdisesi pek meşhurdur. Bu tâbirle birlikte Hüdâi Hazretleri’ne alâka ve hürmeti son derece artan I. Ahmed Han, Mahmud Hüdâi Hazretleri’nin ilâhîlerine nazîre yazacak kadar onda fânîleşmiştir.
Hazret-i Yûsuf’un (aleyhisselâm) rüya tâbiri ilminden son derece nasîbdar olan Hüdâi Hazretleri’nin, bu yönüyle cihan sultanlarını istikâmetlendirmesi ve yapmış olduğu tâbirlerdeki isabeti, onun bu husustaki liyakat ve salâhiyetinin bir nişanesidir. Bir gün Sultan Ahmed Han, çok sevdiği üstadı Hüdâi Hazretleri’ne kıymetli bir hediye göndermişti. Fakat Hazret-i Hüdâi kabul etmedi. Bunun üzerine Sultan Ahmed, hediyeyi uhdesinden çıkarmış bulunduğu için onu devrin şeyhlerinden Abdülmecid Sivâsî Hazretleri’ne gönderdi. Abdülmecid Sivâsî Hazretleri’nin hediyeyi kabul etmesi münasebetiyle de bir ziyaret esnasında: “Efendi Hazretleri! Ben bu hediyeyi daha evvel Hüdâi Hazretleri’ne göndermiştim. Kabul buyurmamıştı. Fakat siz kabul buyurdunuz.” dedi. İfadelerdeki nükteyi anlayan Sivâsî Hazretleri de şu manidar cevabı verdi: “Sultanım! Hazret-i Hüdâi bir ankâdır ki, lâşeye tenezzül etmez.” Bu cevaptan memnun olan Sultan, aradan birkaç gün geçtikten sonra Hüdâi Hazretleri’ne uğradı. Ona da: “Efendim! Sizin kabul etmemiş olduğunuz o hediyeyi Abdülmecid Efendi kabul buyurdu.” dedi. Hazret-i Hüdâi de mütebessim bir çehre ile: “Sultanım! Abdülmecîd Efendi bir deryadır. Koca deryaya bir damlacık mâsivâ kiri düşmesi, onun safiyetine zarar vermez!” buyurdu.
Bu menkıbe, iki büyük Allah dostunun birbirlerine olan muhabbet ve tazimlerini, hususiyle Hüdâi Hazretleri’nin kemâlini göstermektedir. Zira manevi münasebetlerde irşâd vazifesi dolayısıyla, padişahla yakınlık kuran Hüdâi Hazretleri, maddî münasebetlerde ise son derece müstağni idi.
Aziz Mahmud Hüdâi Hazretleri’nin Duası
Sultan Ahmed Camii’nin yapımı tamamlanınca açılış merasimine Aziz Mahmud Hüdâi Hazretleri de davet edildi. O gün deniz çok fırtınalı ve dalgalı idi. Bu sebeple kayıkçılar denize açılmaya cesaret edemiyordu. Mahmud Hüdâi Hazretleri, Üsküdar iskelesine indi ve 5-6 müridi ile birlikte kendi kayığına binerek dalgalar arasında Sarayburnu’na doğru yol aldı. Allah’ın izniyle fırtına ve dalgaların şiddeti kayığa tesir etmiyordu. Kimsenin denize açılamadığı bu şartlarda Mahmud Hüdâi Hazretleri selametle karşı tarafa geçti. Sultan Ahmed Camii’nin ibadete açılmasının ardından cuma hutbesini Hüdâi Hazretleri okudu.
Sarayburnu ile Üsküdar arasındaki deniz yoluna halen “Hüdâi yolu” denilmektedir. Günümüzde dahi şiddetli fırtınalarda kayıkçılar bu yolu takip ederler ve bu durum Hüdâi Hazretleri’nin bir kerametidir.
Aziz Mahmud Hüdâi hazretlerinin şu duası ise oldukça manalı ve güzeldir:
“Yâ Rabbî! Kıyamete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip ruhumuza Fatiha okuyanlar bizimdir… Bize mensup olanlar, denizde boğulmasınlar, ahir ömürlerinde fakirlik görmesinler, imanlarını kurtarmadıkça ölmesinler, öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın!”
Âmin…
Kıbrıs Harekâtında Yaşanmış Bir Hadise
Yıl 1975. Öğle namazına yakın bir vakitte Hüdâi Hazretleri’nin türbesi önüne nur yüzlü, buğday tenli ve tıknaz boylu bir genç gelmişti. O an tevafuk oldu ve Aziz Mahmud Hüdâi Câmii’nin imamına rastladı. İmama:
– Efendim! Ben Aziz Mahmud Hüdâi’yi görmeye geldim! Kendisiyle nasıl görüşebilirim? Acaba şu an burada mıdır? diye sordu. Böyle bir sual karşısında şaşıran imam Muharrem Efendi:
– Oğlum! Evet, Aziz Mahmud Hüdâi burada, dedi. Hazret-i Pîr’in orada olduğunu duyan genç, sevinçle:
– Lütfen beni onunla görüştürünüz! dedi. Fakat buna bir mana veremeyen Muharrem Efendi, türbenin yanında olduklarından tekrar:
– Oğlum! Aziz Mahmud Hüdâi burada! dedi. Genç de, talebini tekrarladı:
– O zaman benimle görüştür! Ben onunla görüşmek istiyorum! dedi. Muharrem Efendi, hâlâ gencin hâlinden bir şey anlamadığından meseleyi çözebilmek için:
– Evlâdım! Sen Aziz Mahmud Hüdâi’yi tanıyor ve biliyor musun, diye sordu. Yüzü gibi sinesi de saf olan delikanlı, lafın böyle uzayıp gitmesine ve muhatabının kendisini neden Mahmud Hüdâi ile görüştürmek istemediğine hayret ederek:
– Ben Aziz Mahmud Hüdâi’yi yakından tanıyorum. Beni buraya o dâvet etti. Biz onunla ziyaret hususunda sözleşmiştik. Benim geleceğimden haberi var, dedi.
Sözün burasında Muharrem Efendi, meselenin farklı bir vechesi ve sırlı bir nüktesi mevcut olduğunu nihayet idrak etti ve merakla sordu:
– Evlâdım! Nasıl sözleştiniz?
Genç anlatmaya başladı:
– Efendim ben 1974 Kıbrıs harekâtında paraşütle indirilen komando grubundandım. Biz, ordumuzun denizden, Rumların da Beşparmak dağlarından karşılıklı mücadelelerini sürdürdükleri bir hengâmda paraşütlerle atladık. Ancak hava pek rüzgârlı olduğundan her birimiz bir tarafa savruluyorduk. Ben de düşman hatlarına düştüm. Ağaçlık bir mevkide iki yandan gelen cehennemî bir ateş altında kaldım. Ne yapacağımı bilemez bir halde büyük bir şaşkınlık içindeyken karşıma uzun boylu, heybetli ve nur yüzlü ihtiyar bir baba çıktı. Bana tatlı ve mütebessim bir çehre ile baktı ve “Oğlum! Burası düşman hattıdır. Ne işin var burada? Niçin tek başına bu hatta girdin?” dedi. Ben de “Baba! Ben gelmedim, rüzgâr beni buraya düşürdü.” dedim. Nur yüzlü ihtiyar, hafifçe başını salladı. “Ben de harbe geldim. Sizden evvel gönderildim. Buraları çok iyi bilirim. Hangi birliktensin oğlum? Gel seni onların yanına götüreyim!” dedi.
Birlikte müthiş bir ateş topu altında yola koyulduk. O mübarek insan, gayet sakin bir yolda yürüyormuşçasına rahattı. Her hâli beni ayrı bir şaşkınlığa sevk ediyordu. Bana ismimi, nereli olduğumu ve birçok sualler sordu. Ben de istediği cevapları verdikten sonra iyice merak edip kendisini sordum:”Baba! Ya sen kimsin?” O da “Oğlum! Bana Aziz Mahmud Hüdâi derler.” dedi. Sonra “Baba! Sen bana çok büyük bir iyilikte bulundun. Şayet memlekete sağ-salim dönersem, bir vefa borcu olarak seni ziyaret etmek isterim. Adresini verir misin?” dedim. O güzel yüzlü mübarek insan, adres olarak sadece: “Oğlum! Üsküdar’a gelip kime sorsan beni sana gösterirler.” dedi.
Bu arada birliğime gelmiştik. Minnet, muhabbet ve hürmetle bu güzel insanın elini öptüm. Kendisiyle vedalaştım. Sonra da kumandanımın yanına gittim. Beni bir anda karşısında gören kumandanım, pek şaşırdı. Benim o ateş çemberinden nasıl olup da kurtularak birliğime ulaştığımı hayretle haykırdı: “Buraya nasıl gelebildin?” Ben de:
“Beni, yaşlı, güzel bir baba getirdi.” dedim.
Harp bittikten sonra memleketime döndüm. Ancak Aziz Mahmud Hüdâi’nin bana yapmış olduğu iyilik hiçbir vakit aklımdan çıkmadığı için bir vefa borcu olarak nihayet ziyaretine niyetlenip Üsküdar’a geldim. Sorduğum kimseler “O mübarek bir zattır.” diyerek burayı tarif ettiler.
Bu arada sükût edip derin bir nefes alan genç, Muharrem Efendi’ye önceki talebini tekrarladı:
– Efendim! İşte Azîz Mahmud Hüdâi ile böyle tanıştık. Artık himmet edin de beni kendisiyle görüştürün, dedi.
Böylece meseleyi bütün yönleriyle öğrenen Muharrem Efendi, şahit olduğu bu manevi manzara karşısında pek duygulandı. Yalvarırcasına gözlerinin içine bakan delikanlıya bir müddet hiçbir şey diyemedi. Sonra da kendini toparlayıp içli bir sesle âdeta kekeleyerek:
– Evlâdım! Aziz Mahmud Hüdâi, hayatta olan bir kimse değil, 1541-1628 yılları arasında yaşamış bulunan büyük bir Allah dostudur. Herhalde seni buraya Fatiha okuman için çağırmış olmalıdır! İşte türbesi! diyebildi.
Bu cevabı duyan vefakâr ve imanlı genç, daha o an öğrendiği hakikat üzerine son derece müteessir oldu. Kendisini görmek niyet ve hasretiyle geldiği ve hayatını borçlu olduğu büyük velinin sadece türbesiyle karşılaşmıştı. Harp sahasının o müthiş hengâmında yaşadığı manevi tasarrufun daha yeni yeni farkına vardı ve bir çağlayan hâlinde hıçkırmaya başladı. Ellerini yüzüne kapadı; uzun bir müddet içli içli ağladı.
Hüdâi mihrabının imamı da, ağlıyordu…
Bu hâdise, Allah’ın veli kullarına bahşettiği manevi tasarrufu çok güzel bir şekilde sergilemektedir. Bu tasarruf, Efendimiz (s.a.v) döneminden zamanımıza kadar gelen evliyâullâhın manevi yardımlarından bir misaldir. Şunu unutmamak lâzımdır ki, fâil-i mutlak, Cenâb-ı Hakk’dır. Onun kullara yardımı, gerek melekler vâsıtasıyla, gerekse Allah’ın veli kulları vâsıtasıyla günümüze kadar gelmiştir.
1628 yılında rahmet-i Rahman’a kavuşan Aziz Mahmud Hüdâi Hazretleri’nin hayatından çıkaracağımız çokça ders vardır.
İnşaallah Üsküdar’da bulunan Aziz Mahmud Hüdâi Hazretleri’nin türbesini ziyaret etmek, gitmeyen herkese nasip olur da duasına nail oluruz.
Selam ve dua ile Allah’a emanetsiniz.