İbrahim (a.s.), putperest bir kavmin içerisinde doğmuş olsa da etrafındaki insanların ilah kabul ettiği tanrılara inanmıyordu. Babası ve kavminin ileri gelenleri, yerleri ve gökleri idare eden bu hükümdarların yıldızlar, ay ve güneş olduğunu iddia ediyorlardı. Ancak iç dünyasındaki gerçekler ve kavminden duyduğu sözler arasında takılıp kalan İbrahim (a.s.), gecenin karanlığında bir yıldız görmüş ve kendisine söylenenleri hatırlayarak “İşte bu benim Rabbim!” demişti. Ancak içine sinen, kalbine mutmainlik veren bir söz olmamıştı bu. Zaten bir süre sonra yıldız batıp, gökyüzünde kaybolunca “Ben kaybolup gidenleri sevmem.” demişti. Çünkü kendi batışını bile engelleyemeyen bu yıldız, hiç batmadan kâinattaki doğuş ve batışları idare eden, onlara düzen veren bir Rab olamazdı. Sonra etrafa aydınlık saçarak doğmakta olan ay’ı görünce, yine kendisine söylenenleri hatırlayarak “İşte bu benim Rabbim!” demişti. Fakat daha sonra ay da gözden kaybolmuştu. İbrahim (a.s.) için ikinci bir hüsran, ikinci bir hayal kırıklığı idi bu! Babasına ve kavminin ileri gelenlerine karşı da güvenini yitirmeye başlamıştı. Ay ve yıldız konusunda yanıldıkları, apaçık bir sapıklığa girdikleri belliydi.  Bu duygular ve düşünceler içinde umutsuzluğa düşmüş ve “And olsun, eğer Rabbim beni doğru yola eriştirmezse gerçekten ben de sapmışlar topluluğundan olurum.” demişti. Bu sırada güneş doğmaya başladı. Ve ışıklar saçarak, karanlığı delip geçerek doğan bu güneşi görünce “İşte bu benim Rabbim olabilir!” diye seslendi kalbine. Fakat kalbi yine doğrulamadı, yine kuşkuyla karşıladı bu sözü. Nitekim bir süre sonra güneş de batıp gitmişti zaten. Sonunda artık Rabbini böyle bulamayacağını anlayan İbrahim (a.s.) “Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben asla Allah’a ortak koşanlardan değilim.” dedi. Dedi ve kalbi hızlanarak onu doğruladı.

Bu olay bizlere, insanın, büyüklüğü önce gözleriyle görmek istediğinin en büyük ispatlarından biridir. Gözleriyle görebildikleri arasında kıyas yaparak, göremeyeceği şeylerin büyüklüğünü anlamaya çalışır insanoğlu. Mesela dünyanın ne kadar büyük olduğuna dair çok az bilgi sahibidir ama karşısında duran bir dağın büyüklüğünden, denizlerin sonsuz görünüşünden yahut asırlık ağaçların heybetinden etkilendiği an, dünyanın çok daha büyük olması gerektiğini anlar. Ama bazen akıl da eksik kalır anlama noktasında. O an sıra artık kalbe geçer ve kalbi tatmin edecek tek duygu teslimiyet olacaktır. Çünkü dünyanın büyüklüğünü dahi anlamaktan aciz olan bir insanın, kâinatı ve kâinatın yaratıcısını yalnızca aklıyla idrak etmesi mümkün değildir. Buna muhakkak göz ve akıl yetmeyecektir. Ancak atamız İbrahim (a.s.) gibi, kalbi tatmin edecek o iman duygusuna eriştiğimiz an Rabbimizin büyüklüğünü anlayabiliriz. Ve o anlamak öyle aciz bir anlamaktır ki, her seferinde yeniden şaşırtır, yeniden hayretlere düşürür ve yeniden “Subhanallah!” dedirtir. Neyse ki, Rabbimizin bu noktada bizden isteği, dünyada büyüklüğü hayrete düşüren bir şey ile karşılaştığımızda, onu Allah’a isnat ederek “Subhanallah” zikrine sarılmamızdır.

Aynı zamanda Kur’ân’dan bir sûre okuduğumuzda,  “Sadakallahü’l-Azîm” yani “Azîm olan Allah doğruyu söyledi.” diyerek bitiririz. Böylece Kur’ân-ı Kerim’in de azametini hatırlar, “bütün insanlar ve cinler toplansa, bir tek sûresinin dahi bir mislini getiremeyeceğini” düşünür ve Rabbimizin belagatindeki azametine hayran oluruz. Yine namazda, rükû esnasında “Sübhane rabbiye’l-Azîm” yani “Beni en güzel şekilde terbiye eden Rabbim, Azîm’dir, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir.” diyerek, Rabbimizin insan terbiyesindeki azametini de hatırlamış oluruz. Bu şekilde ibadetlerimizin içlerinde gizlenen, görüneni küçük fakat mizandaki değeri büyük zikirleri her daim dilimizde tutmakta fayda vardır. İnsanın ruhu ve bedeni, iman noktasında en güzel bu şekilde terbiye edilir. Çünkü insan, fıtratı gereği her daim kendisinden büyük bir şeyin varlığına sığınmaya ihtiyaç duyar. Ve bu boşluğu ancak Azîm olan Allah hakkıyla doldurabilir.

Azîm, “ulu ve büyük” anlamına gelir. El-Azîm ise “İnsan aklının kavrayamayacağı şekilde büyük olan. Zatında ve sıfatlarında azametli, bütün büyüklerin sahibi, büyüklüğünün eşi ve dengi olmayan.” demektir. Allah’ın büyüklüğü, bizim dünya algılarımız ve büyüklük sınırlarımız dışında kalır. Bu noktada insan aklı, O’nu anlamakta aciz kalacağı için, insana düşen O’nu anlamaya çalışmak değil her fırsatta O’nu yücelterek, O’ndan gereği gibi korkmak ve O’na layık bir kul olabilmek gayretiyle yaşamaktır.

O halde, Rabbim tüm güzel isimlerinin hakkı için hepimize merhamet etsin ve günahlarımıza rağmen bize bu ilmi anlamayı/anlatmayı nasip etsin.

SadakallahulAzîm.