Tıp doktoru, yazar ve şair Hüsrev Hatemi hocamızla Dergâh Yayınları’nda, her dakikası dopdolu ve keyifle okunası bir sohbet gerçekleştirdik. Bütün hatıralarımızı buraya taşımak mümkün olmasa da en kıymetlilerini, Bir Acayip Blog okurları için derledik..

Esas mesleğinizin hekimlik olduğunu biliyoruz. Yine çok başarılı olduğunuz bir saha olan edebiyata yöneliminiz nasıl oldu?

Edebiyata yönelmek, kardeşimde de bende de ilkokula başlamaya az kala olmuştu. Harp yılları yeni bitmişti, o sırada hiç lüks defter bulunmazdı. Birinci hamur beyaz kapaklı defter, üzerinde ‘lise defteri’ yazsa da, kenarında marj da olsa lüks ve güzel bir hatıra, hediye sayılırdı. Babam da bize saman kağıdından bir defter hediye etmişti. Ama bloknot şeklinde açılması, öyle bir şeyle ilk defa karşılaştığımızdan -o sıralar 5, 6 yaşlarındayız- hoşumuza gitmişti. Hüseyin de ben de şiir döktürmeye başladık. Benimkiyle sonra, Hüseyin çok alay etti ama haklıydı da. Ben kulağıma çalınan Yahya Kemal, Faruk Nafiz Çamlıbel şiirlerinden etkilenmiştim.

Okumayı okula gitmeden bir sene evvel öğrendiğimizden eve, babamın senede iki üç kere getirdiği Boğaziçi adında bir dergi girerdi. Çok güzel bir içeriği vardı. Sonra öğrendik, onu çıkaranlardan birinin Londra’da veya Londra’dan Türkiye’ye döndükten sonra ölen, Ebül’ula Mardin ailesinden Yusuf Mardin olduğunu. Boğaziçi, kaliteli ve aruz vezniyle güzel şiirlere yer veren bir dergiydi. Şimdi bestelenmiş bir şarkı olan “Gam çekme güzel nolsa baharın sonu yazdır” şiiriyle, Boğaziçi dergisinde ilk basıldığı zaman karşılaşmıştık. Onun için benim kulağımda aruzun bir taslağı vardı. Ben ona uydurarak “âh ü zâr, nehir kenarı, diyâr” filan gibi bir şeyler döktürdüm. Birader, çok gerçekçi olarak hece vezniyle, ölçüleri de tamam olan iki kıt’alık bir hikaye anlattı.  Halbuki sonra onun şiir hayatı aruz oldu, benimki serbest vezin.

Onunki anlaşılır olduğu için ev halkı tarafından çok beğenildi. Ben hafif alay sezdim, benim de kalbim kırılmasın diye övüldü şiirim. Çünkü özenti bir “âh ü zârlı, kenarlı, diyarlı” şiirdi. Ben yırttım benim sayfayı. Birader, şiire devam edip kısa zaman sonra, ilkokul bittiği sıralarda da aruz veznine hakim olarak güzel şiirler yazmaya başladı. Benim aruzla yazdığım şiirler onunki kadar başarılı olmuyor diye, ben vazgeçeyim onunkileri izleyeyim demiştim lise sona doğru. O zamanlar Nazım Hikmet şiirleri serbest değildi. Ben de garip akımını sevmiyordum. Fakat İkinci Yeni, baş göstermeye başlamıştı. İkinci Yeni’deki havanın  “Bir elinde cımbız, bir elinde ayna / Umurunda mı dünya” diye, Orhan Veli’nin şakalı şiirleri basitliğinde olmadığını görünce “O halde ben kendimi niye zorluyorum? Demek ki serbest vezinle de gayet güzel mısralar yazılabilirmiş.” diye serbest vezne geçtim ve rahatladım. Sonra benim o devirden kalma aruz denemelerimi de son çıkan şiir kitabım ‘Kişver’e koydum.

Arap, Türk ve Fars edebiyatı İslam’ın zuhuruyla birlikte hangi hasletleri kazanmıştır? Daha evvel nedir ve neye evrilmişlerdir?

Alman, İngiliz, Rus, İspanyol, İtalyan, Fransız, Yunan edebiyatları ve kültürü, Hristiyanlıkla karşılaşmakla nasıl  sürekli ve belirgin bir değişime uğramışlarsa, Arap, Türk ve Fars edebiyatları üzerine İslam dininin etkisi de belirgin ve asırlar boyu süren bir etki olmuştur. Dinler, ait oldukları, içinden çıktıkları milletin etkisinden çok, ait oldukları medeniyet çevresinin etkilerini, kendilerini kabul eden toplumlara taşırlar.

Fransız kültürünü örnek alalım; Hazret-i İsa’nın dünya üzerine etkisinin başlamasına çok az kalmışken, Sezar’ın Galya’yı zapt etmesi, Galyalıların büyük bir kültür şoku yaşamalarına sebep olmuştu. Galyalılar (Keltler) Grekoromen kültüründen çok uzaktılar. Ne Roma ne Grek tanrılarına inanmıyorlar, Druid adı verilen din adamlarının öğretisi olan ve ağaç içindeki Ruha, çeşitli gizemli (cin-şeytan-peri benzeri) varlıklara inanıyorlardı. Galya’nın zapt edilmesinden üç yüzyıl kadar önce İskender, İran İmparatorunu yenmiş ve Grekoromen  kültürünü o zamana kadar  İran’ın egemenliğinde olan bütün Anadolu’ya ve  Hindistan sınırlarına kadar Asya’ya yaymıştı. İskender’in ölümünden sonra da  Helenistik devletler uzunca bir süre Anadolu/İran/Orta Asya’da Grekoromen kültürünü yayacaklardı. Mısır, henüz eski dinindeydi. Yahudiler bir millet dini yaşatıyorlar ve ilk çağlarda Ortadoğu’da Yahudi kültürünün genel bir etkisi bulunmuyordu. İskender’den sonra İskenderiye’de özellikle  yer alan Helenizm kültürü, Helenistik devir filozoflarının etkisiyle Grekoromen dünyasına Musevi dinini tanıtmaya başladı.

İran bir daha Anadolu’da egemen olamayacaktı. Fakat Doğu Roma Devleti ile yakın komşu olarak İran ile Doğu Roma devleti arasında kültür ilişkileri sürüp gidiyordu. Milattan iki yüzyıl kadar sonra Irak toprakları İran’ın elindeydi , bugünün Erbil şehrinde doğan Mani dini, Zerdüştilik, Hristiyanlık ve Budizm ilkelerinden bir sentez olarak, uzun yıllar Kuzey Afrika’da etkisini sürdürecekti. Hristiyanlık ortaya çıktıktan sonra Hristiyanlığın içinde taşıdığı Ortadoğu Yahudi kültürüne, Hristiyan Arapların, Asurilerin, Keldanilerin, Ermenilerin, Greklerin ve Doğu Romalıların kültür ögeleri  eklenerek, Akdeniz çevresine ait  Hristiyan Batı Medeniyeti doğdu. Fakat düşünülürse bu medeniyetin oluşmasında Eski Mısır, Hitit, Asur, Kalde, Babil, Yunan, İran, Roma kültürlerinin ve Yahudilerin payları vardır. Bu medeniyet Akdeniz çevresinin, İran’ın hatta biraz da uzak Asya’nın ortak malıdır. Bu medeniyete başlangıçta Batı Avrupa’nın hiçbir katkısı olmadığını bildiği halde, Huntington bilinçli olarak bunu Batı ve Yahudilerin ortak malı saymış. “Batı Medeniyetine Confuciusian medeniyet (Uzak Asya) daha yakındır. İslam Medeniyeti, Batı Medeniyetinden ayrı bir medeniyet türüdür”diyerek, Dünya’nın yirmi birinci yüzyıla İslamofobiye hazırlanmış olarak girmesine büyük katkı yapmıştır. Allah’ın  yargı gününde Huntington’u  zelil bir vaziyete düşüreceğinden emin olabiliriz. İslam kültürü de Hristiyan dini ile temelleri atılmış bir dünyaya, dini inanç bakımından biraz farklı olarak doğmuş ve o da bir Akdeniz Medeniyeti türü olarak gelişmiştir. İslam dini ile, daha önce Musa, İsa, Aristo adını duymamış Türk toplumları “Hendese öğrenmek dilersen Euklides’in kapısını çal.” diyen Yusuf Has Hacib’i yetiştirmişlerdir. İran da Türkler gibi hem atalarını unutmamış, hem de yeni dinin getirdiği kültür açılımının nimetlerinden yararlanmıştır.

IMG_5783

Gelelim hocamızın şiirlerine.. En bilindik olanından başlıyoruz.

“Aşık Garip Coğrafyası” şiirinizde bahsettiğiniz Aşık Garip kimdir?

Kardeşimin de benim de şiire, edebiyata olan merakımız, aynı sebepten. Babam Azerbaycan’dan geliyor 1922’de. Babası da yine aynı şekilde giriş yapıyor Türkiye’ye. Fakat hepsi Dilman şehrine bağlı. Şimdi İran’da Selmas, Şahbur adı verilen, Moğolların verdiği isimle Dilmagan yani. Babam kendi şehrine %70 anışla Dilman derdi. Selmas, Bizans İmparatorluğu devrinde oranın Ermenilerle dolu olduğu sırada verilmiş en eski adı. Şimdi Dilmanlılara, Selmaslı da denir, Şahburlu da denir.

İşte böyle bir İran Azerbaycanı’nın Türkçe konuşan, çocukları Farsçayı ancak mektebe gönderilirse öğrenen, anneannelerinin, babaannelerinin hiçbiri bir cümle bile Farsça konuşamayan bir bölgesi. Öyle bir babaannenin torunları olarak doğduk biz, babamız ise ortaokul tahsili kadar Farsça biliyor. Çok iyi okumak istemiş fakat elinde olmayan sebeplerden dolayı okuyamamış. Ali İsmail Paşa’nın ordusu ve Rus ordusu Birinci Dünya Savaşı’nda Dilman’da karşılaşıp bir Selmas Meydan Muharebesi yaparlar. Harbin meydana getirdiği ortam, daha sonra Kürt eşkıyası olan Simko’nun Dilman şehrindeki Süryanilerin dini reisi Marşemun’u katletmesi.. Ondan sonra Süryaniler, Müslüman Kürt ve Azerilere saldırıp 1918’de bir gecede katliam yapıyorlar. Dilman’ı yaşanılmaz halde bulunca babam, üzgün olarak “Demek benim artık ortaokul üzerine okumam olmayacak.” diye Tiflis’te, 19-20 yaşlarındayken, babasının da yardımıyla çok küçük bir dükkan açarak Azerbaycan’da kalan annesine, kız kardeşlerine yardım gönderiyor. Kızıl Ordu 1922’de girince burada da iş kalmadı diye babam ve babası Yedikule’ye gelip yerleşiyorlar. 1922’de daha İstanbul işgal altındayken, 6 Ekim olayı olmadan evvel Haziran ayında geliyorlar İstanbul’a. Ama hanımlar ve küçük kardeşler yine Tebriz’e taşınmışlar. Babamlar yine Tebriz’e de para gönderiyorlar.

İşte biz böyle, Azerbaycan folklorunu İstanbul, Kurtuluş, Feriköy’deki evimize taşıyan bir ortamda doğmuştuk.

Bir harf bile okutulmamış, Farsça değil Azeri diliyle bile bir şey yazıp okuyamayan büyükannem durmadan Azerbaycan bayatı okurdu. “Dağlar başı tütündür, / Kimin bağrı bütündür.” diye çok güzel halk şiiri örnekleri öğretirdi bize.

Mesela Aslı’nın babası Rum bir keşiş, kızımı bir Müslüman’la evlendirmem diye şehir değiştiriyor. Kerem de kervanın yoluna çıkıp bu şiiri okuyor:

“Men Kerem’em, gâh duraram, gâh gederem
Gâh boynumu buraram,
Koca kervan sana bir ok vuraram,
İndir kecevanı koy görüm yâri.”

Kecevan, develerin üstüne, dışarıdan hanımların görülmemesi için konulan bir çeşit mahfel. Erkekler kecevansız yolculuk yapabilir ama eğer hanım binecekse, devenin üzerine mahfe de denilen şeyler yerleştirilir.

Böyle şiirlerle ilkokul eşiğine gelmişken, babam buna kuvvet veren bir şey yaptı. Bizim okula başlamamıza bir yıl kala okumayı sökmemize memnun olup “İkisi de ikinizin, ben bölüştürmüyorum.” deyip, bir Köroğlu destanı bir de Aşık Garip Hikayesi eve getirdi. Dünyalar bizim oldu. Çünkü bize mahsus kitap o sıra yoktu. Annemin Türkçeye çevrilmiş Ömer Hayyam’ı, bizim elimizde kitap dayanmıyor diye, mutfakta tencerelerin üzerinde dururdu. O, annemin tek kitabıydı. Eline o geçmiş. Yoksa Mevlid geçseydi de onu koyardı. Babamın da Azerbaycan’dan getirdiği bir Hafız divanı, bir Sadi’nin Bostan ile Gülistan’ı, o kadar. Babamın da Türkiye’ye gelince aldığı iyi ciltli bir İkinci Meşrutiyet kitabıyla birlikte toplamda dört kitabı var. İşte böyle bir ortamda elimize Aşık Garip geçince, büyükannem de çok zevklendi. Senelerce, yani ilkokul bitinceye kadar, o yorgan kaplarken bizim ona kitap okumamızdan çok hoşlanırdı. Biz de zaten çoktan gönüllüydük. Fazla arkadaşımız yoktu. Annem, bizim okuduğumuzu pek dinlemek istemiyor, kendim okursam okurum diyordu. Babam, halk edebiyatına sıfır merak değil ama ona da Hafız’la Sadi yetiyor, Aşık Garip dinleyecek zevki yoktu.

O zaman Aşık Garip’i ezberlemiş gibiydik.

“Çok ekmeğin aşın yedim,
Şen olasın Halep şehri.”

İlkokulda insanlar birbirlerinin özelliklerine dikkat etmeden çocukça konuşmalar yapılırdı. Ama ortaokula geçip de “Ne tuhaf şeyler bunlar?” gibi sözler duyunca iyice içimize kapandık. Demek, herkese her okuduğumuz anlatılmazmış. Alay konusu oluyoruz: “Nedir bu Aşık Garip? Acemce mi bu okuduğunuz?” Biz “Yüce dağ başında nar şirin olur, / Atadan anadan yâr şirin olur.” diye bir Azeri halk şiirini söylemiştik. Hiç unutmuyorum, alay etmek için değil ama Süha adında bir lise talebesi yanımıza gelip içtenlikle “Ne güzel bir şey okudunuz! Ben daha evvel böyle bir şiir okumamıştım. Acemceydi değil mi? Yarşiriiii… gibi bir şey söylediniz.” dedi. Yani ‘yâr tatlı olur’ sözünü bile anlamamıştı. Kulağı o kadar 1950 Beyoğlu Türkçesine alışık ki. “Farabi’den mi yoksa?” dedi, dalga geçmek için değil ama kültürü öyle. Farabi’nin Arapça yazan bir filozof olduğunu bilmiyor. Hafız diye bir isim bilmiyor, Sadi bilmiyor, Ömer Hayyam bilmiyor. İşte bu yüzden üniversiteye kadar rahatsız bir hayat geçirdik. Çünkü bizi eski moda, tuhaf ikizler olarak görüyorlardı. Üniversitede rahatladık. Daha çok kültürlü bir ortam. Sınıfta Malatya kökenli Ermeniler var, Iraklı var, Filistinli var..

Aşık Garip coğrafyası dediğiniz yerin sınırları nerelerdir?

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dünya, benim de kitaplardan doğruladığım şekilde, öyle rahat bir dünyaydı ki diyor babam. Dilman’dan 60 km. sonra Van, Başkale geliyor. Biz Tebriz’e kadar kim gidecek derdik, büyük alışveriş yapmak istediğimiz zaman sınır geçiş belgesi olarak Dilman valiliğinden kamış kalemle çiziktirilmiş bir kağıt alıp Osmanlı’ya geçerek Van’dan alışveriş yapardık, derdi babam. Dilman, Tebriz eyaletine bağlı olduğu halde Van bize daha sempatik gelirdi, derdi. Böyle rahat bir hayat. Babam Gürcistan’a giderken de ne vize almış, ne bir şey. Artık benim memleketimde yaşamak çok zorlaştı diye gidip Tiflis’te bir dükkan açmış. Tiflis’in halkı çok terbiyeliymiş. Kapıdan girince Rus isen muhakkak Rusça bir selam, Azeri isen “Selamun aleykum gardaş.” Babam işte böyle bir dünyayı bana anlattı.

Aynı şey Panait Istrati’nin kitaplarında da var. Romanya, Türkiye’den ayrılalı bir elli sene olmuş, vakit Panait Istrati’nin doğduğu yıllar. Babamla aynı nesilden sayılır. Romanya artık Türkiye’den ayrı bir memleket olmasına rağmen Osmanlı Devleti’ne giriyor, oradan Şam’a gidiyor.  Şam’da bir bohem hayat geçiriyor. Gezmeyi çok seven, serseri hayat seven bir edebiyatçı ama kitaplarını şiddetle tavsiye ederim. 1950’li yıllarda Yaşar Nabi sağken, Varlık yayınları Türkiye’ye Panait Istrati’yi tanıttı. Ama sonra sol sosyalist Romen bir yazar olmadığı için, İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki Romanya’yı anlattığı için, bizim yalnız Balkanlardaki sosyalist edebiyata önem veren nesil 70’li, 80’li yıllarda Panait Istrati’ye önem vermemeye başladı. Ama muhakkak okumamız lazım. İşte onda geçen hayat da Aşık Garip coğrafyası, artı bir Yahya Kemal coğrafyası. Rumeli illerinde dolaşıyor, sonra orta Anadolu’dan geçip Aşık Garip coğrafyasında dolaşıyor.

Aşık Garip coğrafyası; Suriye’ye vize almadan kolayca girmek demek, Suriye’den Hatay’a girmek, oradan bir müddet sonra Kars’a gitmek, Kars’tan Tiflis’e, Tiflis’ten Tebriz’e gitmek demek.

Şiirde bir de Aşık Garip olmak ifadesi geçiyor..

“Uzun kavak gıcım gıcım gıcılar
Anne benim sol yanımda sancı var
Ben ölürsem benden daha genci var”

1970’li yılların başında Cevdet Kudret Solok, kendisi Yedi Meşale şairlerinden, çok güzel bir hizmet olarak Abdülhamid zamanından kalma Karagöz oyunlarının hepsini bastırdı. İki perde arasında okunan türküler olur o oyunlarda, İranlı gelecekse “İsfahan’da bir kuyu var / Her güzelin bir huyu var / Ne yaman Acem güzeli” diye bir şarkı okunur veya klasik Osmanlı kahramanı gelecekse Nâbî’den bir gazel olur “Yıkanlar hâtır-ı nâşâdımı yâ Rab şâd olsun. / Benimçün nâmurâd olsun diyenler bermurâd olsun” gibi.. Karagöz de buna karşılık olarak “Tatar böreğini yersen içi bol sarımsak olsun / Tatlılardan alâ tatlı bana bir bal kabak olsun” der. Karagöz oyunlarının çatısı böyle. Mesela ciddi bestelerden biri olan “Etti o güzel ahde vefa müjdeler olsun / Ey aşık-ı şuride sana müjdeler olsun” gazelinin yer aldığı oyun, benim ilk gördüğüm Karagöz oyunuydu.

İşte onu okurken, oyunda bir Anadolulu gelmeden önce, insanı içinden vuran bir türküye rastladım. “Uzun gavak gıcım gıcım gıcılar, / Anne benim sol yanımda sancı var.” Sonra annesini teselli ediyor: “Anne ölümüme ağlama / Ben ölürsem benden genci var.” Bu dörtlük çok hoşuma gitti. Acaba kimindir bu türkü, Türkiye’nin neresindendir diye kaç sene düşündüm. Sonra bir gün Kanal 7’deki Türkü Türkü Türkiye programında rastladım. Benim tahmin ettiğimden daha güzel bir bestesi vardı. Derleme yerine de Şebinkarahisar demişlerdi.

Annesi hasta, kendini bilmeden yatıyor. Başında da hırkalı ve terlikli, hiç evlenmemiş oğlu oturuyor. “Gerçi Tebriz’e Tiflis’e hiç gitmedim. / Ama gitsem de -bende bu talih varken- bulamazdım” Sonra annesine biraz nazlanıyor: “Anne sıram gelmiş olsun varsın / Ben ölürsem benden genci var tabii” Ama sonra biraz kendini de beğenme ihtiyacıyla: “Ama Aşık Garip olamadı hiçbiri.”

Bu, benim 46-47’de içime kazınan Aşık Garip’in coğrafyasıyla, 70’te beynime kazınan Karagöz’den okuduğum türkünün 88’de şiirleşmesi.

Yaklaşık 1400 senelik bir birikimin ürünü olan ve müstakil Türk, Hint, Arap, İran kültürlerinden müteşekkil bir İslam medeniyeti var. Son birkaç yüzyıldır ise adına “globalleşme / evrenselleşme” denilen akımdan pek çok medeniyet etkilendiyse de en çok yarayı İslam medeniyeti aldı diye düşünüyoruz. Siz de kitabınızda İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrası için “Almanca konuşan İsviçreli Alman edebiyatına, Fransızca konuşan İsviçreli Fransız edebiyatına yabancılaşmamıştır. Bizde ise artık Arap ülkeleri, Türkiye ve Azerbaycan’ı birleştiren ortak değerler, ortak musiki yok olmuştu.” diyorsunuz.

Onlar yine kendi kültürlerini devam ettiriyorlar, adına da “evrenselleşme” diyorlar. Kendi kültürlerinde bir değişiklik yok. Yine Yunan mitolojisi, Latin mitolojisi Tevrat’tan alınan. Bunu bize de kabul ettirdikten sonra adına ‘globalleşme’ diyorlar. Onlar Aşık Garip’den zevk almıyorlar, biz Goethe’den de zevk alıyoruz. Bu bize has bir şey; Goethe’yi de sevmek, Nietzcshe’yi de sevmek derecesinde olmasa bile anlamaya çalışmak.. Gene Kur’an’dan gelen bir anlayış, bizim marifetimiz değil. Yahudilerin kral saydığı David’in günahkar olmadığını söylemek, ona Davud aleyhisselam demek. Süleyman’ı onlar kral sayarken bizim dinimizin peygamber sayması. Bu, asıl globalin müslümanlar olduğunu gösterir. Bunu bir kitabımın arkasına yazmıştık:

“İşimiz zor bizim..

Biz ki, hem deniz kaplumbağalarına, hem zencilere, hem Filistinlilere, hem Yahudilere hem Almanlara, hem Kızılderililere acırız. Bizim işimiz zor. Dünyayı cici ve kaka diye ayırarak bir kısım için “oh olsun” deseydik, mutlu olacaktık.

Fakat mutlu insanlar değil mutlu kelekler olurduk. Kef harfini kelekler mim yapar ve kendilerini melek sanırlar.

Şu halde bizim mâtemimizi felekler tatsa revadır. Paslanmış tel kafeslerde doldurulmuş kuşlar ağlasın.”

Biz Anne Frank’a da ağlarız. Onlar Filistinlilere pek ağlamaz ama biz, Amsterdam’da Hitler zulmüne maruz kalan Anne Frank’a da üzülürüz.

Peki ümmet olarak, ortak medeniyet algısına nasıl tekrar dönebiliriz?

Biz şimdi ümmet olarak kalkınmayı düşünürsek, IŞİD çıkar, ondan daha beterleri de çıkar. Bize bunu yaptırmazlar. Onun için herkes kendi memleketleri, kendi kültür sınırları içerisinde öteki İslam ülkesini de sevecek, ona ağır sözler yöneltmeyecek derecede adam olacak. Kendi kültürünü, eğitimini kurtarmaya, geçmiş değerlerini elde etmeye çalışacak. İran bunu ayrıca kendi içinde yaparken, Azerbaycan kendi içinde yapacak. O zaman Osmanlı Devleti, özel bir ümmet medeniyeti yaratayım diye çabalamıyordu ki, çok tabii hareket ediyordu. Bir Osmanlı ülkesi gibi hareket ediyordu ama yaptığı, bir ümmet medeniyetine katkıda bulunmaktı. İran, Osmanlı mimarisine hiç benzemeyen o İsfahan camilerini üretirken “Aman bunları üreteyim de güzel bir ümmet medeniyetine katkım olsun.” diye değil, o camiyi kimin uğruna yapıyorsa ona duyduğu sevgiyle hareket ediyor. Bunların hepsi toplanıyor, bunlar İslam medeniyetinin atomları, molekülleri oluyor, ortaya İslam medeniyeti çıkıyor. Ama hiçbir atom “Aman böyle hareket edeyim.” diye düşünmüyor. Allah’ın ona verdiği gibi hareket ediyor.

Türkiye, atomunu düşünerek diğer atomlarla birleşsin, yeniden Türkiye organizmasındaki İslam kültürünü oluştursun. Herkes kendi İslam’ını yaşasın demiyorum. Türkiye organizmasının atomları ve molekülleri olarak önce bir bir araya gelelim, o sağlamlaşsın. Sonra öteki organizmalarla komşuluk edelim. Mevlana’nın Mecalis-i Seb’a’da yer alan ve bana çok etki eden bir sözü vardı. O kadar hoş bir buluş geldi ki bana. Bütün insanlar, ortak bir İlahi buluttan yeryüzüne düşmüş yağmur damlalarıdır, diyor. Bazı damlaların kaderini Allah, çok mutlu olarak çizmiştir, onların düştükleri yer yine nehirdir. İslami ilimlerle uğraşan bir ailede doğarlar, gene kendi doğdukları ailenin ve toplumun içindeki benzer damlalarla beraber Allah denizine doğru, ölünceye kadar mutlu bir şekilde akarlar.

İkinci tip yağmur damlaları, bozkıra düşerler, ağaçlar, dikenler, otlar emer onları. Bu da Allah’ın takdiridir, onlar küçümsenmez. Onları dünya hayatı emip damarları içine almıştır. Çünkü onlara da lüzum vardır, demirci olurlar, terzi olurlar. Ayrıldıkları İlahi bulutu, bu dünya içinde çok fazla düşünmeye vakitleri yoktur ve hayat şartları müsait değildir. Bir de üçüncü damla tipi vardır. Onlar da çöle düşer, kendini emecek bitki de olmayan kızgın bir çöle. İşte o sırada, Mevlana’nın sezgi kudretine çok hayran oldum. O devirlerde ‘ameboid’ hareketler bilinmiyor. Tek hücreli canlıların kendilerinden yalancı ayaklar çıkardıklarını, etraflarıyla iletişim kurmaları için bir yol olduğunu Mevlana bilmiyor. Ama büyük sezgi kuvvetiyle, o damlaların bazıları öyle gayretli olur ki sağlarından sollarından kol çıkarırlar, ulaşabildikleri kadar yakınında kendileri gibi çöle düşmüş damlaları bulur kendi içlerine alırlar ve daha büyük damla olurlar, diyor. Etraftan talebe, mürid gibi damlalar bulurlar. Sonra buharlaşmaktan, kolayca yok olmaktan kurtulmuş olarak onlar da neşeyle, yine Allah denizine doğru yol alırlar. Bunlar işte, büyük evliya ve âlimlerdir. İşte benim atom benzetmem bundan. Atom, diye damlayı kast ediyorum. Ve damla olarak da asıl üçüncü tip damlayı kast ediyorum.

İşte Türkiye de öyle olmalı. İran’a şii diye küfür basmamalı, “pers-ters” gibi ucuz kelime oyunları yapmamalı. İran, Türkiye’ye o kadar küfreden bir yer değil zaten. Bizim, küfürde üstadlığımız daha iyidir. Ben, büyükannemden, evde konuşulanlardan biliyorum. İran, Türkiye’ye daima sevgiyle bakmış. Biz de severek, İslam kültürünü Türkiye içinde kurtarırsak, öteki moleküller de kendilerini düşünsün. Ama ortak bir organizma düşünecek zaman geçti çünkü, Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra öyle dümenler döndü ki İslam milletleri birbiriyle düşman edildi.

Bunu da tıbbiyedeyken hissetmiştim. Tıbbiyenin ilk sınıfında Iraklı, Suriyeli şahıslar vardı. O zamanla Londra’ya falan iltifat etmezlerdi, biraz parası olan bir Arap öğrencinin babası “Beni Londra’ya götür, Paris’e götür. Türkiye’de işim ne?” demezdi. Hemen İstanbul’a koşardı. İşte o babalarla ben konuşurdum. Çok terbiyeli, tam babamla aynı nesilden şahıslar. Osmanlı Devleti uyruklu olarak doğdukları için, Musullu mesela. Kulağımda, konuştuğu güzel Türkçe: “Evet bizim memlekette de müsteşfalar vardır. Ama İstanbul ne de olsa yüzyıllardır büyük şehir. Bir de sizin müsteşfalarda kendi hastalığımı göstermek istedim.” Müsteşfa, kilniğin Arapçasıymış, o zaman öğrendim.

O denli terbiyeli bakarlardı ki, “Nedir bu Türklerin yaptıkları?” demeden, “Topkapı Sarayı’na gitmek istiyordum, oğlum götürdü. Ne güzel eski günleri hatırladık.” derlerdi. Fakat birden bire “Bana ne Topkapı Sarayı’ndan, sultanları görsem ne olacak? Diskoya giderim daha iyi.” diyen bir yeni turist profili ortaya  çıktı. İslam memleketlerinden de gelse diskocu, Tahtakale’de ucuz bilmem ne arayan, Laleli’ye giden bir turist profili. 50’li yıllar böyle değildi. Size tuhaf gelecek belki şimdi ama Ürdün kralı, babasını Ortaköy Şifa Yurdu’nda yatırırdı. Dünya şimdiki karışıklığından o kadar uzaktı ki adam, yurdun etrafına silahlı güvenlikçiler koymazdı. Sadece bir katını, babası ruh hastalığına tutulduğu için kapattırırdı. Şimdiki Araplar Londra’da, Paris’te bir klinik kiralayacakken, o zaman Ürdün kralı Ortaköy Şifa Yurdu’nda bir katı ayırmıştı.

Hz. Mevlana’yı anmışken bugünün tasavvuf algısı hakkında da bir soru sormak istiyoruz. Şâh-ı Nakşîbend Hz. tasavvuf ehli ve onların takip ettikleri yol için “Rasulullah Efendimiz’in (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine sarılmaktan, Ashab-ı Kirâm’ın takip ettiği yolu takip etmekten başka bir şey değildir.” buyuruyor. Bugünün tasavvuf anlayışının ise İslam’ın temel akaidinden uzak şekillendiğini görüyoruz. Siz de kitabınızda “..Yunus Emre’yi mistik yönünden soyarak, laik ve din dışı gösterme davranışı..” diyerek örnekliyorsunuz “Tasavvuf yansılayıcı edebiyat”ı. Bu algının sebebi nedir sizce?

Mevlana da aynı şekilde söylüyor:

“Men bende-i Kur’ânem, eger cân dârem,
Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem”

Ben bugünün tasavvuf anlayışını “badem ezmesi” olarak tanımlıyorum kısaca. Bütün dünyada fakat esasen Türkiye’de yaşanan birçok turistik dejenerasyon gibi. Tasavvuf şahısları şimdilerde o kadar güvenilmez şahıslar oldular ki. Yine atomun kendiyle uğraşması gibi, Kur’an’a saf inanmayı terk etmeden herhangi bir genç, Mevlana’yı, Abdülkadir Geylani’yi, Bahaüddin Nakşibend’i incelemekle, herhangi bir yaşayan şeyhin ona vereceği tasavvuf kültüründen daha gerçek ve hakikisine kavuşur. Pastörize süt içmemiş olur, doğrudan doğruya çiftliktedir. Kur’an’a saygıyı kaybetmemek gerek. Kur’an’a saygıyı kaybeden bir mutasavvıf, İncil’den sağılmış, sonra içine bazı koruyucu maddeler eklenmiş sanayi sütü içiyordur. Ama o süt ya Tevrat’tan geliyordur, ya Buda’dan, bir Hint ineğinden.

Bugün İstanbul, çay, kitap, yâr gibi kıymetler, sosyal medyada kör bir edebiyata kurban ediliyor. Bu hissiz ve basit edebiyatın, şiirimizden ve bizden götürdükleri hususunda siz neler söylemek istersiniz?

Bu sosyal medya  edebiyatı çok yönlüdür. Bir kısmı kağıt ve kitap zevkini kaybetmemiş, sosyal medyayı ayrıca ek olarak kullanan muhterem üdeba hazeratıdır ki onlara lafımız yok. Fakat bir kısmı burnunu Kaf dağının rafına, beynini bir asfalt çukuruna yerleştirmiş mağrur ve bî-şuur haşarattır. Onlar da zaten çok eskilerden beri vardı, sosyal medya onların yeni villalarıdır.

IMG_5764

Son olarak, hocamızı bulmuşken gençler için ufak tavsiyeler de istiyoruz tabii ki..

“Zabit-i ahvâl” olsunlar.

Benim bu anlattığım, benim hayat hikayemin özeti. 1990’a kadar karşılaşmamıştım, benim ne tip adam olduğumla. Hep kardeşime imrendim, o daha iyi bir İslam kültürüne sahip oldu, daha iyi bir Farsça bilgisine. Veyahut başka birine imrendim, daha iyi bir Batı kültürüne sahip olduğu için. Peki ben neyim, diye soruyordum.

Bir gün, 1991 veya 1992’de, Evliya Çelebi’yi okurken “Peder merhum, zabit-i ahvâldi.” ibaresine rastladım. Yani olayları zabt eder, halleri, situation’ları. Onları düşünerek ders ve yorum çıkarırdı. Benim yaptığım da zabit-i ahvallik. Yani Mevlana’dan bir şey duyuyorum, bir Aşık Garip hikayesi okuyorum, bir “Gıcım gıcım gıcılar”ı duyuyorum.

Hiçbir insan kendi hayatını fotokopi gibi başkasına nakledemez. O halde hayat öğüdü vermek ne oluyor? İşe yarar bir şey olmuyor. Benim şartlarımı size birebir, e-maille ulaştıracak bir sistem olsaydı, bu devirde böyle yap, bu devirde şöyle denirdi. Bir bilgisayar programı yazılamaz fakat nirengi noktaları gösterilebilir. Madem İslam’a olan saygınızı kaybetmeden bu yaşa geldiniz, aman sıkı tutun! Kur’an’a, İslam’a saygıyı kaybetmeyin. Benim bilemeyeceğim kim bilir ne şartlar çıkacak sizin önünüze. Siz, zabit-i ahvâl olun. Allah’dan yardım isteyerek o şartları aşmaya bakın.

“Benden sonra ne fitneler gelecek.” diyen Hz. Muhammed (s.a.v.) de bunun örneği. Çünkü, o başka türlü düşünseydi kendisi kim bilir ne yaşam koçu hadisler bırakırdı. “Korkmayın ben varım.” da demiyor. “Yalnız Allah’a inanın.” der gibi. Peygamber olmasaydı eğer, o sözün arkasından “Ama siz benim şu öğütlerimi yaparsanız, hakkından gelirsiniz..” derdi. Hayır! İşiniz çok zor manasında “Benden sonra ne fitneler gelecek.” diyor.

Tabii şimdi yalnız tasavvufta değil, müslümanlıkta da bir değişiklik oldu. Benim ortaokul, lise yıllarımda olmayan bir şeyin farkına ben 95’den sonra vardım. Eskiler müslümansa ve eğer müslümanlığa saygılarını kaybetmedilerse bir tevazuu da kendileriyle beraber mezara götürürlerdi. Biz Allah’a layık olmaya çalışıyoruz. Eğer bir zikir yapıyorsak kendimizi yüceltiyoruz. Peygamber (a.s.m.) bize tutmamız gereken yolu söyledi. Eğer biz o yolu tutmazsak kendimize zarar veriyoruz, öbür dünyamıza zarar veriyoruz. Bunun da bilincinde olmamız lazım.

Zabit-i ahvâl olacağız. Kaliteli damla olmayabiliriz, ama damlanın düşünce tarzı bu olsa, o da yeter. O zaman rahatlarız. Biz niye Abdülkadir Geylani olmadık, biz niye büyük bir arif olmadık? Allah’ın takdiri olmadan olmuyor öyle şeyler. Biz damla olarak yalancı ayaklar çıkaralım da başka bir damlaya değmesek bile, Allah katında o, lehimize yazılır.

Hocamızın pek tatlı sohbetine ve güler yüzüne doyum olmasa da vaktimiz kısıtlı olduğundan ötürü röportajımızı sonlandırmak zorunda kaldık. Kendisine çok müteşekkir ve minnettarız. Arzumuz odur ki, zabit-i ahvâl olur, kendisinin daha uzun sohbetlerinde yine bulunuruz…