“Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki, kun-ı Kâinattan 7079, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Kostantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı.” (s.13)
Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar’ın 1995 yılında yayınlanan ilk eseridir. Yayınlandığı günden bu yana yirmiden fazla dile çevrilmiş, Kültür Bakanlığı tarafından tanıtılmıştır. 2015 yılı itibari ile 54’ten fazla baskı yapan ve yirminci yılı vesilesi ile ciltli olarak özel baskısı yapılan eser, İlban Ertem tarafından çizgi roman haline getirilmiş 238 sayfadan mürettep; bir Türk’ün, hayal gücünü yoğurup, kelimelere dans ettirmesiyle ortaya çıkan, sorana anlatması zor, çok katmanlı bir dile sahip harikulade eserdir.
Eseri bu denli metheder ifadelerle anlatılması hiç şüphesiz bir okur olarak fakirde uyandırdığı intibalardan dolayıdır ve dahi aynı şekilde pek çok kesimden aynı geri dönüşler alan eser haklılık payımızı kuvvetlendirmektedir. Alıntıladığımız kısım romanın başlangıç cümlesidir ve kullanılan kelimelerin ahengi adeta okuyanı ezberlemeye itecek tarzda bir düşünceye sevk etmektedir.
Kitabın isminin “Puslu Kıtalar Atlası” olmasının sebeplerini tahmine kalkışacak olursak, kitap düş ile gerçekliği beraber sunan bir yapıya sahip fakat burada puslu olan düş değil gerçekliktir. Zira düşler zaten her daim pusludur, burada nitelendirilen pus sıfatını hak eden kitabın içerisindeki gerçekliğin ta kendisidir.
Puslu Kıtalar Atlası, 17. yüzyılda İstanbul’da, özellikle Galata’da, toplumun alt
tabakasını oluşturan bir çevrede, ‘kara para’ ile sonsuzluğa kavuşmayı arzulayan Büyük
Efendi Ebrehe ile dünyayı tanımak için evini terk ettikten sonra türlü maceralar yasayan ve bu
parayı tesadüfen ele geçiren Bünyamin adlı bir genç arasındaki mücadeleyi konu edinir.
Kitabın geçtiği zaman, alıntıdan da anlaşılacağı üzere 1681 (1681-84) yılları civarıdır. Postmodern metinlerde mekân döngüseldir. Yani hayal ürünü veya gerçekte var olan bir mekânın düşteki tasviri esere yansıtılır. Anar, Puslu Kıtalar Atlası’nda tarihte bir yolculuğa götürüyor bizi; ama tarih kitaplarındaki gerçek tasvirlerle değil kendi düşündeki tasvirleriyle. Hikayenin geçtiği mekanlardan bir kısmını zikredecek olursak şunlardır: Galata, Yelkenciler hanına bitişik iki katlı ahşap ev, sekiz köşeli kale, mıknatıslı mağara, Beyazıt’ta darphanenin hemen yanındaki bir kıraathanenin içindeki bir geçitten girilerek ulaşılan Teskilat-ı İstihbarat-ı Humayûn, Dilenciler loncası: Süleymaniye Camii ile Valide Hanı arasında vaktiyle bir yangına maruz kaldıktan sonra yeniden tamirine izin verilmediği için rahiplerin terk ettiği bir kilise viranesi.
Hikayenin geçtiği yerlerin detaylı tasvirleri, İstanbul’un arka sokakları, dönemin sosyal yaşantısının ve şehir hayatının yansıtılması, eserde dikkat edilmesi gereken unsurlardandır. Bir diğer dikkat edilmesi gereken husus ise hikayelerdeki karakterlerdir. Uzun İhsan Efendi, ki ancak romanın sonunda romanın baş ve hatta tek kahramanı olduğunu anlayabileceğimiz bir güzellikte bezenmiştir, bir “mapa mundi” yani bir dünya haritası yapmayı kafasına koymuş, evinden hiç çıkmayan teorik bir maceraperesttir. Bir diğer özelliği ise “solipsist” oluşudur. Solipsizm; kendini tek varlık sayma durumu, yalnız ben varım, yalnız ben yaşıyorum, bunun dışında algıladığım her şey, herkes, her yer de benim için yaratıldı sendromudur. Zira yer yer var olan tüm olayların Uzun İhsan Efendi’nin düşüncesinde yaşadığı vurgulanmış ve bu özelliğin üzerinde durulmuştur. Uzun İhsan Efendi isminin kullanılma sebeplerinden birisi yazarın kendi adını karakterinde var etmesidir. Anar, Uzun İhsan Efendi’nin zatında ve düşüncelerinde var olduğuna inandığımız bir dünyayı son sayfada kendisine ustalıkla bağlamayı bilecek ve aslında tüm hikayenin İhsan Oktay Efendi’nin zihninde var olduğunu bizlere gösterecektir.
Hikayenin diğer önemli birkaç karakterini sayacak olursak bunlar: Bünyamin, Ebrehe, Kubelik, Alibaz ve Hınzıryedi’dir. Bünyamin, Uzun İhsan Efendi’nin oğludur, babasının atlası ile çıktığı yolda karşısına Ebrehe, Hınzıryedi gibi çeşitli kişiler çıkar, Ebrehe ile bir mücadele içerisindedir. Ebrehe, İstihbarat-ı Hümayun’un başındaki isimdir, değerli bir maddeden oluşan kara bir paranın peşindedir. Hınzıryedi, dilenciler loncasının başındaki isimdir. Kubelik, insan vücudunun atlasını yapma peşinde bilgi meraklısı bir insandır ve bu merakı ölüm ile son bulur. Alibaz ise Uzun İhsan Efendi’nin dayısı Arap İhsan’ın getirdiği haşarı çocuktur, mahalle çetesi kurar ve insanlara kan kusturur. Hikayede dikkat edilmesi gereken karakterlerden birisi bir maymundur, bir diğer garip karakter uğursuzluğu ve şimşekleri üzerine çekmesi ile nam salmış Dertli ismindeki karakterdir. Kitabın içerisinde karakter olarak bulunmayan ama ismi geçen karakterlerden birisi “Rendekâr”dır. Bu kişi çevirisinin yapılması istenen bir kişidir. 1681, René Descartes’ın, kısaca “Yöntem Üzerine Konuşmalar” olarak bilinen kitabının ilk yayım tarihinin kırk dört yıl sonrasıdır. Anar, René Descartes’ı (röne dekart) Rendekâr olarak deforme eder ve yedirirken romanına, aynı şekilde “Yöntem Üzerine Konuşmalar”ı da çok güzel bir kurguyla “Zagon Üzerine Öttürmeler” şeklinde kitapta anmıştır. İhsan Oktay Anar, “Düşünüyorum öyleyse varım.”dan hareketle varoluşun temellerini arayan Descartes’ın problematiğini, romanına, Uzun İhsan Efendi’nin problematiği olarak kırar, kaygılar, kurgular.
***
“(…) kendi kendine, ‘düş görüyorum’ dedi, ‘düş gördüğümden şüphe edemem. düş görüyorum, öyleyse ben varım. varım ama ben kimim?’ (…)” (s.45)
***
Kitapta karakterler üzerinde detaylı bir şekilde durulmuş ve karakterler geçmişleriyle beraber verilmeye çalışılmıştır, alt bölümlerin neredeyse her birisi bir karakterin o ana kadarki macerasını bizlere anlatır. Kitapta üzerinde en çok durulan konulardan birisi de bilginin yüceltilmesi ve daima din, dil, ırk gözetmeksizin peşine düşülmesi meselesidir. Bir felsefeci olan Anar, felsefe bilgisini de büyük tarih bilgisi ile birlikte kitabına aktarır ve daima bilginin peşinde olmayı anlatır, öyle ki bu bilgi hırsı kimilerinde hastalıklı bir hal almaya başlamıştır. Tıpkı bilgi uğrunda kellesini veren Kubelik gibi.
Kitaptaki üslubu ve tekniği inceleyecek olursak, Binbir Gece Masalları minvalinde bir yol izlenmiş. Bir çerçeve hikaye ve birden çok yan hikayeler mevcut. Anar, söz sanatlarının ve görsel sanatlardan özellikle sinemanın kurgu tekniklerinden en zorunu, helezonî (sarmal) kurguyu kullanarak, özellikle romanın ana/alt yapısına başarıyla dokunmuştur. (Sarmal kurgu; şeylerin, kişiliklerin ve olayların, farklı zaman ve/veya mekânlardaki -kimi kez aynı, kimi kez farklı- şeyler, olaylar ve kişiliklerle -geriye ya da ileriye yönelik gidiş dönüşlerle- bağlantılandırılması, birbirlerinin üzerine düşürülmesidir.)
Kitabın içerisinde yoğun olarak bulunan felsefe ve tarihle ilgili alt bilgiler yazarın bu konuda bilgisini ve başarısını ortaya koymaktadır. Kitap, içerisinde pek çok önemli ve çeşitli unsuru bir arada bulundurur. Pek çok yönü ile eser post-modernist teknikli roman kategorisinde değerlendirilebilir. Düş unsuru üzerinde durulması, okuyucuyu düşünmeye ve bazı noktaları kendi başına tamamlamaya yönlendirmesi, mekanlar, dil oyunları, karakterlerin derinliği, anlatıların iç içe geçmesi, tekniğinden kaynaklı olarak anlam güçlüğü çekilmesi gibi unsurlar post-modernist unsurlar olması yanında romana güç katan unsurlardır.
Puslu Kıtalar Atlası’ndan..
“Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyada ki en büyük mutluluk, bu dünyanın şahidi olmaktı.”
***
” Bu dünyada insanların korktukları tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. Dünyaya olan kayıtsızlıkları bazan o kerteye varıyordu ki, kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve safadan, lezzet ve şehvetten bir alem kurup, keder ve ızdırap fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlardı. ”
***
“Buna göre ölüler nasıl ki ışığı görmezlerse, yaşayanlar da karanlığı ölüler kadar iyi göremezlerdi. Ne var ki uyku, ölümün kardeşi olduğu için, uyuyan birisi karanlığı, sözgelimi gözlerini kapatmakla yetinen birinden daha mükemmel görebilirdi.”
***
“Ey Kör! Aç gözünü de düşlerden uyan. Simurg’u göremesen de bari küçük bir serçeyi gör. Kaf dağına varamasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kırlara açıl; böcekleri, kuşları, çiçekleri ve tepeleri seyret. Bırak dünyanın haritasını yapmayı!.. Daha hayattayken bir taşı bir taşın üstüne koy. Gülleri ve bülbülleri göremeyip gün boyu evinde oturan adam dünyanın kendisini hiç görebilir mi?”