Şehir her zamankinden daha kalabalık. Günün olanca ağırlığı akşamın üzerine çökmüş, herkesin tek derdi birbirinlerini umursamadan varacakları yere kavuşmak. Kimse birbirinin yüzüne bakmadan, yaşlı genç umursamadan, ayağına basıp basmadığına dikkat etmeden yürümeye alışmış. Kalpler katı.

Güneş tepelerin ardından usulca veda ederken, bunca hengamenin ortasında ürperten bir soğuk, mahallenin kaldırımlarını yalayıp geçti. Müşteri kazanamayacağını anlayan dükkan sahiplerinden kimi kepenkleri indirip camiye yollandı, kimi de tuhafiyenin yanındaki taze ekmek kokuları yayan fırından evin nevalesini aldı. Şener Usta, yüzü gözü un içinde siparişleri hazırlamakla meşguldü; yılların tecrübesiyle hızlı ve nazik. Bundan tam otuz sene evvel mahalleye ilk adımını attığında bomboş arazileri gezerken köşedeki yıkık dökük dükkan dikkatini çekmişti. Evsiz bir sokak çocuğu gibi boynu bükük, kaderine razı bir hali vardı. Sahibini sorduğunda yaşlı bir hanım teyze olduğunu öğrenmiş, evini ziyaret etmeye giderken yol üzeri manavdan bir kilo meyve almıştı. Sıvası dökülmüş, bahçe duvarı yıkılmış tek katlı evin bahçesinde mandalina ağaçları hala dimdik ayakta duruyordu. Teyze ziyaretten o kadar memnun olmuştu ki neredeyse dükkanı Şener Usta’nın üzerine yapacaktı. Kapı önündeki hoşbeşten sonra içeriye davet etmiş, evde ne var ne yoksa önlerine sunmuş, üzerine bir de tatsız da olsa Türk kahvesi yapıvermişti. Şener Usta makul bir fiyata anlaştıktan durumdan hoşnut bir halde evden ayrılmış, ilk işi marangoza uğrayarak tahta raf siparişi vermek olmuştu. Bir hafta içinde satışlara başlamış, üç sokak ötedeki bakkala gitmekten kurtulan mahalle halkı memnuniyet içerisinde ekmeklere talip olmuştu. Üzerinden geçen bunca senenin ardından esnaf komşuları değişse de o yerinde kalmış, teyzenin torunuyla yaptıkları mukavemet uyarınca karşılıklı güvenleri devam etmişti.

Mevsimin en soğuk günlerinden birinin gecesinde yine bir yandan ekmekleri ateşe sürerken bir yandan da pişenleri poşete doldurup isteyenlere uzatıyordu. Kapının üzerindeki zil birkaç kez sallanıp ses çıkarınca gayriihtiyari kafasını kaldırıp baktı. Kamuran’lardan Nihat acele bir tavırla içeri girip ön sıraya doğru atılınca sırada bekleyenlerden bir homurtu yükseldi:
– Nihat bey görüyorsunuz ya biz de sırada bekliyoruz. Biraz geride dursanız.
– Acelem var efendi, bir ekmek alıp gideceğim, azıcık anlayışlı olsanız?
Şener Usta tartışmanın uzayacağını anlayınca kısa kesmek için araya girdi:
– Tamam sakin olun efendiler. Ben çarçabuk hazırlarım şimdi, sinirlenmeye lüzum yok.

Kapı bir kez daha açıldı, gözler içeriye gireni görünce kaçamak bakışlarla birbirine çevrildi. Ali Bey mantosunu çekiştirerek adımını atarken pür dikkat kendisine bakanlar arasında ağabeyini fark etti. Sağ tarafa yönelerek bey amcaların arasına karıştı. Nihat Bey’in sesi bir kez daha, bu kez oldukça gür duyuldu:
– Şimdiye dek on kere alıp çıkmıştım, Şener Usta verecek misin ekmekleri?
Bu kez kimseden çıt çıkmadı. İki kardeşin arasına girmeye kimse cesaret edemedi. En son çıkan kavgada esnafın birisi yaralanmış, olan hafif çürümüş olsa da hala işe yarayan ön dişlerine olmuş, hastaneden beri gelememişti. Yine aynı şeylerin olabileceğinden korkan ahali usulca kenara çekilmişti.

Şener Usta gerginliği azaltmak için ekmekleri çarçabuk hazırlayıp poşete koymuş, ikisinin de eline tek tek tutuşturmuştu. Fakat kızgınlığı yüzünden bir türlü silinmeyen Nihat söylenmeye devam ediyordu:
– Hangi yüzle buraya geliyor acaba? Ben kardeşimi böyle arkasından vuracağım, insan içine çıkamazdım.
– Nihat sözlerine dikkat et, durduk yere olay çıkmasın.
Konuşan ekmek raflarının yanında duran Ali’ydi.
– Neden dikkat edecekmişim, yalan mı? Bunca yıldır hakkıma girmiyor musun? Aha da herkes şahit. Eninde sonunda ben kazanacağım, sen de göreceksin. Yanına kalmayacak.
Tehditkâr sözler fırının içinde buz gibi bir hava estirmişti. Herkes olduğu yerde donup kalmış, siparişlerini alanlar bile yerlerinden kıpırdayamıyorlardı. Nihayet, Ali kapıya doğru hareketlendi. Onu gören birkaç kişi de arkasından dükkanı terk etti. Nihat’ın siniri aldığı nefesten bile anlaşılıyordu. Ne zamandır denk gelmediği abisiyle böyle karşılaşıp tartışmak onu da sersemletmişti. Kendine geldiğinde yalnızca Şener Usta’ya selam verip çıktı.
– Yıllardır çözülmedi gitti şu mevzu. Ne araziymiş arkadaş! Bu kadar tantana edecek, kardeş kalbi kırmaya değecek ne vardı?
– Öyle deme Musa efendi, Nihat haklı bir yerde. Merhum Rıza Bey miras bırakırken hak gözetmemiş. Ali’ye verdiği arazi şehrin en işlek caddesindeydi. Bak şimdi nasıl değerlendi. Nihat’ın ki öyle miydi? Arka mahallelerden birinde, çoktan unutulmuş, yol izi kalmamış bir yerdeydi. Ne yalan söyleyeyim ben olsam ben de peşini bırakmazdım.

Dükkanı bir homurtudur aldı. Kimisi ilk konuşana kimisi son sözü söyleyene hak verdi. Birisi daha dayanamayıp düşüncelerini paylaşmakta beis görmedi:
– Yine de bu kadarı fazla. Yıllardır mahallenin de huzurunu kaçırıyorlar. Onların arası bozuk diye adımlarımıza dikkat eder olduk. Aman birinin kulağına yanlış bir söz gitmesin diye dilimizi tutmaktan gına geldi.
“Doğru diyor.” diye hak verenler kafalarını salladı. Şener Usta ise daha fazla dayanamayarak konuya son noktayı koydu:
– Dünya malı dünyada kalır efendiler. Allah ikisine de akıl fikir versin, bir an önce aralarında barış sağlansın. Aynı karından iki kişinin bu derece küs kalması doğru değil. Hilmi Bey buyur ekmek ve ay çöreklerin. Afiyet olsun, evdekilere selam söyle.
Herkes birer ikişer poşetlerini alıp evlerine doğru yollanınca Şener Usta üzüntüyle iç geçirdi. Son ekmeği de ateşten alacaktı ki gözü, Mevlana’nın duvarda asılı duran sözüne takıldı:
“Can da ne oluyor, inci mercan da ne oluyor, canan için harcanmadıktan sonra!”