Dünya ya da âlem!
Kelimeler, bazen çoğu şeyi çağrıştırdığı halde bazen de hiçbir şeyi ifade etmiyor…
Dünya var olduğundan beri, böyle gelmiş böyle gider diye. Alışılagelmiş, kafalarımızda belli bir kavram oluşturan, derinlemesine düşünmediğimiz belki de düşündürülmediğimiz çoğu yerde kavram kargaşasına düştüğümüz kelimelerdir bunlar.
İnsanlığın bu kelimelerin mihverinden kurtulmaları ya da iç dünyaları diye adlandırdıkları kısır döngülerinden çıkmaları gerekmektedir. Bu bütün insanlık için geçerli olduğu gibi Müslüman -teslim olmuş, insani ideolojilerini elinin tersi ile itmiş- adını alan beşer kesim için elzemdir. Dünyanın algılanış şeklini değiştirmeliyiz. Nedir o halde? Bir saha, bir gemi, bir baraka, iki kapılı bir han, bir okul… Ve dahası. Bu kelimeyi iç âlem diye nitelendirdiğimiz akıl ya da kalple belki de uzuvlarla ifade edilemeyen gönül ile eşleştirip öyle yargılamak lazımdır. Ama insan ile bütün diğer canlı cansız varlığı içinde taşıyan bir gezegende diyebiliriz. Bizim için dünyanın fiziksel ya da kimyasal oluşumu değil mesele olan. Asıl mesele, bu dünyanın bir gün var olduğu gibi yok olabileceğini bilmektir. O halde bizi ilgilendiren insan denen muammadır. “Elestu birabbikum” ezeli sorgusuna muhatap edilen varlık, Allah’ın yeryüzündeki halifesi, yaratılmışların en şereflisi bazen de “Esfele safilin” diye en alçaltıcı sıfatı alan varlık. Şair ne güzel söyler:
“İstikbale akış var, yolcu gider, yol gider
Bir ideal uğruna, kafa gider, kol gider
İnsan ancak tefekkür eyledikçe insandır,
Yoksa ru’yi zemine, odun geldi dal gider”
Ru’yi zemine odun gelip dal gitmemektir mesele. Rabb’in muhatabı olan insan, bir söz bir vaadde bulunmuştu “Gâlu belâ” diye. Allah’ın davasını gaye edinmiş, dağların taşların güç yetiremediği, mukaddes yüke hammal olmuştu insan. Ya iman? Hem de öyle bir iman ki en büyük caniyi dize getirip, en büyük günahkârı ümide sevk eden.
Bazen, Hattab Oğlu Ömer Hazreti Ömer olur dikilir karşımıza, bazen de Ebu Süfyan ya da Hint…
“İmandır o cevher ki, ilahi ne büyüktür
İmansız olan paslı yürek, sinede yüktür” diye feryat ettirir istiklal şairini. En hayati ihtiyacımız, en acil merciimiz, en tesirli ilacımız olan iman…
Hayatın hayatı olan iman, gözlere nur gönüllere sürur olan iman, Allah’ın rahmetine vesile, Rasulullah’ın şefaatine araç iman… Bu yüce mefhumu yakalayınca başlar, cümle mesuliyet cümle mükellefiyet… Aydınlanır birden zulmetler, arı-duru olur fikirler, yıkanır bununla cümle kirler. Öyle bir mefhumdur ki bu, baştan aşağı değiştirip düzenler insanlığı. Ve şair yine sorar “Hakikat elmasını kömür mü zannedersin?” Hakikati yakalamak, koşmak, ardından sa’y etmek ve yorulmaktır Müslümanın hakkı. “Ben cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.” ilahi buyruğunun tek muhatabı olan “Ey iman edenler!” diye nida edilenlerdir muhakkak. Bir giriş çıkış, bir aldanış biçimi olan yaşam başka da bir şey değildir. Halbuki “Ve insanlar başıboş bırakılacaklarını mı sanıyorlar” dır acaba? Acaba (!) Yoksa içimizdeki beyinsizlerin yüzünden bizi de helak eder misin Allah’ım, diye yalvarıp yakarmak da fayda vermeyecektir. Allah’ın sevgilisi, bize hayat düsturumuzu bizzat yaşayıp göstermiştir ki aklı olan hiç bir insanın anlamaması mümkün değildir. Çünkü o yeryüzüne muhakkak ki güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiştir. Ahlak kavramını hayattan soyutlamak mümkün müdür? Hiçbir dine mensup olmayan toplumlarda bile ahlak kural ve prensiplerinin uygulatılmaya çalışılması dikkat çekicidir. İslam dininin getirdiği kaideler vicdan ve gönüllerde ses vermekte, yeşermektedir. Çünkü mü’min bilir ki Rabbi ilim sahibidir ve yine o bilir ki O ne gafil olur nede uykuya dalar. Ruhların ahitleşmesinden sonra kibirlenip gururlanan şeytan, ezeli düşmanlığını ilan etse de Rabbimiz zaten dilemişti beşeri imtihan etmeyi…
Şimdi ortada hakla batılın savaşı, verilmiş misaklar ve muhakkak vuku olacak Allah’ın vaadi vardır. Unuttuğumuz bir şey var, ölüm… İnsanlar üzerine vaciptir ve bir gün bütün nefisler ölümü tadacaktır çaresiz. Her nefes alıp verişi bir amentü olan insan nankör olma yolunu seçerse cüz-i iradesiyle bedbahtlardan olacaktır. Ama bir de “De ki: Namazım, ibadetlerim, hayat ve ölümüm alemlerin Rabbi içindir.” diyenler bunda sabır sebat ve azim gösterenler vardır. Allah’ın rasulü bile “Rabbim ayaklarımı dinin üzere sabit kıl.” diye dua ederse bizim yapabileceğimiz en akıllıca şey “Lezzetleri yok eden şeyi; ölümü çok anmak” olacaktır. O dehşetli hesap gününe hazırlananlara ne mutlu…
Vesselâm.
Sevdenur Genç