Öyle ferah bir yerdeyim ki! Öyle ferah! Açık mavi halılar ayaklarımın altında, gözlerim pencerelerden içeri hücum eden mis gibi beyazlığın nûrunda. Kucağımda yine minik defterim -içinde Ayasofya hatıralarımla- ciğerlerime çektiğim manevi soluğu, birkaç cümle miktarınca yazıya dökmeye çalışıyorum. “Ya Rab! Nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!” dizesini tekrar ediyorum bolca içimden. Aldığım nefes bu cami kadar geniş. Dışarıdan gelen kuş sesleriyle karışık çarşı hengâmesini dinliyorum. Hem hayatın tam merkezinde, hem de gönlümün tâ derûnundayım. Sıra sıra pencerelerden içeri dolan ışığın, mavi halı üzerinde bıraktığı manzarayı size anlatabilirim belki. Fakat bu manzaranın üzerimde bıraktığı tesiri anlatmama imkân yok.
Üst mahfildeyim. Burası Nûr-u Osmaniye, Osmanlı’nın nûru. Bütün bir medeniyetin nûrunu buraya topladık deseler, iman ederdim.
İstanbul’u azıcık seven, burada medeniyetin kokusunu birazcık duyabilen, gönlünü güzele teslim edebilen herkese, pırlantadan kubbelerin altında tekbir almak nasip olmuştur. Sorsak en güzidelerinden haberdardırlar; Süleymaniye, Sultanahmed, Yeni Camii ve belki daha niceleri.. Bunlar öyle camilerdir ki, ihtişamı, letafeti daha uzaklardayken sarar sizi. Görmeden sever, okumadan bilirsiniz böylesini. Bazıları da vardır ki “gizli bir hazine” teşbihini sonuna kadar hak eder. Yanından yakınından defalarca geçeriz bu camilerin yahut bir tepeden seyrettiğimiz vakit İstanbul’u, muhakkak gözümüze ilişirler. Ama isimleri çokça çalınmadığından kulağımıza, kıblelerine talip olup varmayız eşiklerine.
Velhasıl-ı kelam böyle ön yargılarımıza kurban gidenlerden biri de Çemberlitaş’ın, Kapalı Çarşı’nın can yoldaşı Nûr-u Osmaniye. Caminin eşine az rastlanır avlusuna kademi basmamış, masmavi yekpare halısına alnı değmemiş kimselerde, bir miktar merak uyandırmak kaygısıyla, yine bol fotoğraflı bir yazıya niyet ettik.
Çarşı hengamesi dedik ya, hakikaten Nûr-u Osmaniye, kapılarını esnafla dolu daracık sokaklara açıyor. O sokaklardan geçip adımınızı bahçeye ilk attığınız andan itibaren, geniş bir ferahlığın orta yerine düşüyorsunuz. Az sonra, eşine az rastlanır mimarisiyle sizi büyüleyecek olan avluya gireceksiniz. Bu avluyu farklı kılan en önemli özelliği, beş kubbeli son cemaat yerinin “At nalı” veya “U” şeklinde olması.
Nûr-u Osmaniye, İstanbul’da inşa edilen ilk barok üsluplu cami. Batıda mimari anlamda neler oluyor, hafiften kulak kabartmaya başladığımız zamanlarda, 1. Mahmud’un emriyle yapımına başlanıyor. Bana göre Avrupa üslubunun Osmanlı mimarisine incecik dokunuşudur Nûr-u Osmaniye. Hiçbir şeyi yıkmadan, hiçbir şeye zarar vermeden yapılan başarılı bir sentez bu.
Camiye girmek için cümle kapısına yöneldiğinizde sade bir kitabe sizi karşılıyor. Kitabede, Nisa suresi 103. ayet-i kerimesinin son kısmı hatt edilmiş. Mealen: “Çünkü namaz, müminlere muayyen vakitlerde kılınmak üzere farz edilmiştir.” yazıyor.
Cami içerisinde ilk gözünüze çarpan şey mavi, beyaz ve sarının efsanevi uyumu oluyor. Kare planlı camide fil ayaklarının ortada olmayışı, Nûr-u Osmaniye’nin “sütunsuz cami” olarak anılmasına sebep olmuş. Caminin daha geniş ve ferah olmasını sağlayan bir özellik bu, tabii ki. Fakat cami, esasında çok sayıda sütunçeye ev sahipliği yapmakta. Üst mahfil ile tavan arasında sıra sıra görebileceğimiz bu sütunçeler caminin bezemesinde de bolca kullanılmış.
Camide bolluğuyla dikkatimizi celbedecek ikinci unsur pencereler olacak. Toplamda 174 pencereden içeri dolan gün ışığı, caminin ‘Osmanlı’nın nûru’ olarak nitelendirilmesinde büyük pay sahibidir. Özellikle kıble duvarında bulunan vitraylı pencereler, bu ışığı değişik renklere boyayarak, içerideki aydınlığa güzellik katıyorlar.
Duvarda, bilhassa pencerelerin üstünde, büyüklü küçüklü çok sayıda kitabe göreceğiz. Bunlardan yeşil ve büyük olanlarında 99 esma-i şerif, kırmızı ve küçük olanlarında ise Efendimiz (s.a.v.)’in isim ve sıfatları hatt edilmiş.
Biraz daha başımızı kaldırdığımızda, cami duvarlarını çepeçevre dolanan siyah bir kuşak nazarımıza değecek. Bu siyah kuşak üzerine, bütün bir Fetih suresi altın yaldızla ve muntazam bir şekilde dokunmuş. Hiçbir harfinde yahut harekesinde kayma, sıkışma olmadan, sanki binlerce matematik denklemini çözecek kadar mevzun bir hat bu. Bu hattı daha da özel kılan vasfa gelecek olursak.. Pek çok camide duvarları çepeçevre dolanan ayet-i kerimeler görmekteyiz zaten. Fakat o camilerde yazı, düz bir duvar üzerine nakşedilirken, Nûr-u Osmaniye’de Fetih suresi konkav bir mermer üzerine kabartma olarak yazılmıştır.
Caminin ortasından mihraba doğru yürüdüğümüzde, mihrabın birkaç metre berisinden başlayan zeminin, diğer kısımlardan yaklaşık bir karış kadar yüksekte bulunduğunu görüyoruz. O vakitler, Nûr-u Osmaniye’de cemaat arasındaki ilim sahibi kimseler, işte burada namaz kılarlarmış. İnsanların haddini bildiği zamanlar olsa gerek ki, avamdan hiç kimse orada namaz kılmak münasebetsizliğinde bulunmazmış.
“Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” hadis-i şerifi mucibince ilim sahibi kimselere gösterilen hürmet, bir camide işte böyle vücut bulmuş.
Şimdi tam mihrabın karşısındayız. Bu mihrabı özel kılan hususiyet mihrabın üst kısmındaki kabartmada saklı. Bu kabartmaya dikkatli bir şekilde bakarsak, sütunlu ve kubbeli bir yapının üç boyutlu bir şekilde buraya işlendiğini görebiliriz. Yapıyı zihnimizde 360°’ye tamamladığımızda ortaya, altın kubbesiyle Kubbet’üs Sahra’nın çıktığını göreceğiz. Belli ki ecdad, bugün ibadet için Kâbe-i Muazzama’ya dönüyor olsak da, İslam’ın ilk kıblesi Kudüs’ü hafızasından çıkarmamış.
Son olarak, caminin üst mahfilinde bulunan müezzin ve hünkar mahfillerinden bahsedebiliriz sanıyorum. Hünkar mahfili, altın yaldızlı sade bir kafesle çevrilmiş. İçi de oldukça sade olan mahfilden aşağıya gizli bir merdiven iniyor. Buradan da mihrabın sol yanına, hünkarın sakince girip çıkabilmesi için bir kapı açılmış. Müezzin mahfili ise camiye en hakim noktada bulunuyor.
O gün Nûr-u Osmaniye’yi ziyaret ettiğimizde, elektrikler olmadığından dolayı öğle namazında mikrofon kullanılmadı. Biz de üst mahfilin en arkasında bulunduğumuz halde, imamın sesini en ön saftaki amcalar kadar rahat duyabiliyorduk. Keza onlar da hemen az ötemizde bulunan müezzinlerin sesini, en az bizim kadar gür işittiler.
Ve Nûr-u Osmaniye’den hatıralar…

İç mekanda, kapı üzerinde bulunan bir kitabe. “Bütün kapıları kendilerine açılmış olan Adn cennetleri vardır.” mealindeki Sad Suresi 50. ayet-i kerime yazılmış.
Katkılarından dolayı Nûr-u Osmaniye Camii imamı Fatih Bey’e ve yol arkadaşım Sümeyra’ya teşekkür ederim.