“Uzaklaştırma yaklaştırma içindir. Ayrılık buluşmaya doğrudur. Yitirme bulma arzusunu uyandırır. Gurbette söylenir sıla şarkısı.”
Diz çöküp, içimize işleyecek bir şeyler duyma arzusu ile gittiğimiz sohbetlerden birinde sohbeti yapan kişi şöyle bir soru sormuştu konuyla ilintili olarak: “Senin içindeki Musa’nın asası kimin elinde?” Hiç beklemediğim anda gelen o soru sohbet çıkışında zihnimden tekrar yakalamıştı da şunları düşündürtmüştü o zaman: İnsan, küçük bir kainatsa, kainatta olan her şeyden bir nebze bünyesinde barındırıyorsa, bunda şaşılacak bir şey yok, elbette ki içinde bir Musa da olacak asasıyla, Adem de olacak Havva’sıyla, Yusuf olacak cemaliyle, İbrahim olacak İsmail’iyle, belki Nuh vardır gemisiyle, Yahya vardır sabrıyla, Süleyman vardır mülküyle -aleyhim esselam.- .Hepsini içinde tek tek yaşatan insanın, onların geçtiği yollardan kendi mahiyetince geçeceğini, Hz. Adem’in uzaklaşmasının yakınlaşma için, Yusuf’un ayrılığının buluşma için, İbrahim’in İsmail’i yitirmek istemesinin bir şeyleri bulmak için olduğunu bilmesi de yitirdiği cenneti bulabilmesi için yeterli olacaktı o zaman. Asanın kimin elinde olduğundan önce içindeki Musa’nın nerede olduğunu bulmak, insanın içine doğru atacağı ilk adım olacaktı aynı zamanda.
“Cenneti bulmak için yitirmek gerekiyordu.”
Tüm bunları düşününce, önceden okuyup rafa kaldırdığım bir kitap hatırlattı kendini. Yitik Cennet, daha bu soruları tahayyül etmezken cevaplarını vermişti zaten bana. Sezai Karakoç, kaleminden çok bakış açısı kazandırışını sevdiğim bir yazar benim için. Yitik Cennet’i okurken de bildiğim her şeye farklı bir nahiyeden bakmayı öğretmişti bana. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e (sav) kadar olan tüm peygamberlerin ortak bir amacı vardı, bunu biliyordum, ancak dini misyonlarının yanında hepsinin birer medeniyet inşa ettiklerini hiç düşünememiştim. Hz. Adem’in zahirde yasaklı meyveyi yemesi sonucu yitirilen cennet, aynı zamanda bir medeniyet tasavvurunun temelini de atacak, bundan sonra o medeniyet bazen asayla denizleri yaracak, bazen kuyulara atılacak, bazen tufanlardan geçecek, bazen boynuna bıçak dayanacaktı. Sezai Karakoç, Hz. Adem’le birlikte başlayan Dünya hikayemize, bize ve kurulmuş nice medeniyete şöyle bakacaktı evvela:
“Cennette hiçbir sarsıntıya uğramadan yaşayacak insanoğlu mu, yoksa ayağı kayarak yeryüzüne düşen ve orada âb-ı hayatı ararcasına karanlıklar arasında geçen, dünya çilesini çektikten sonra Tanrı’ya özlem duyan insan mı? Seçilmiş olan hangisidir? Şanlı olan hangisidir?”
“…Çocukluktan çıkarken, cennetten koğulan ve Havva ile yeniden dünyayı aşıp cennete ulaşacak olan Âdem’dir insan. Medeniyetler de böyle saf ve çocukluk ve cennet hayatını yaşarlar, sonra bir nevi dişilerini doğururlar, sonra onunla olan diyalogdan dışa açılış, öbür medeniyetlerle boy ölçüşme başlar. Bu öyle çetin bir sınavdır ki bunu başaramayan medeniyetler kaçınılmaz düşüşe uğrarlar, tarihin dehlizine bodrumuna gömülürler, ama bu imtihandan başarıyla çıkıp kendi olgunluğunu bütünleyenler, tekrar cenneti bulmuşçasına kurtuluşa ererler.”
Yani yazara göre Hz. Adem’in suçu zahirde bir suçtu, bâtında Allah, Hz. Adem’in aynı zamanda tüm insanlığın kaderini böyle bir çetinlik içine gömmüş suç, günah ve düşüş perdeleriyle imtihanını perdelemiş ve Adem’i (aleyhisselam) toprağa göndermişti. Yani topraktan olma Adem (as) toprağa, özüne dönmüştü. Medeniyetlerin de bu yollardan geçtiğini, annesine karşı yine annesine sığınan çocuğa benzetiyor ve şöyle açıklıyor yazar: “Toprağa düşen Adem’in aklına her gelişinde cennet için düşündüğünü, uygarlıklar da geçmişleri için düşünürler bunalım çağlarında.”
***
“Allah’ın razı olduğu kişiye Tufan bile bir sığınaktır.”
Hz. Adem toprakta toprakla verdiği savaşı kazanarak yitirdiği cenneti kalbinde bulup tekrar ona dönme gücünü kazandıktan sonra, toprak zaman zaman Allah’ın buyruğundan çıkan kavimler için intikam alıcı oldu. Nuh’un gemisi ise buyruklara uymayanlara karşı inanmış olanlar topluluğunu sembolleştirdi, batmaya yüz tutmuş tüm uygarlıklar için rönesansın sembolü oldu. Varoluş imtihanını Hz. Adem’le veren insanlık ‘hayat’ imtihanını da Hz. Nuh’la verdi. Gazap rahmet olunca, küfrü, inkarı, reddi boğarak güzelin, iyinin, doğrunun ezilişini önledi. “Celal cemal ve cemal celal oldu.”
Hz. Adem’in Hz. Havva’yla buluşana değin yeryüzünde yalnız kalışını erginleşmeye, rüşde, ermeğe, Tufan vakıasını da tek kişinin aile oluşuna bağlayan yazarın Tufan’a bakış açısı ise içimize umudun tohumlarından serpiyor bolca.
“Evet, Tufan gerçeğinin manevi yorumunda insanoğlunun tarih, zaman, hayat ve kader problemleriyle yüz yüze gelip boğulacak gibi olduğu anda ilâhi lütufla kurtulduğunun öyküsü yatmaktadır.”
***
“Ateş yakacak bir şey bulamayacak sende: İşte İbrahim olmak bu.”
Hz. İbrahim, tasfiyenin serüveni, arınmanın destanı, Allah’ta yok oluş amma Allah’a varoluş.
Hz. İbrahim, pervanesi Allah’ın. Işığa koştu dayanılmaz bir aşkla, yanmaya razı. O ‘Ben batanları sevmem!’ deyip, Cebrail’i (asm) bile aradan çıkartacak kadar çok inanınca, halili de ona ‘Ey Ateş, İbrahim için serin ve selametli ol.’ demişti hani. Tanrı-hükümdar kavramını, Allah’la insan arasına gerilen iki yüzlülük, sahtelik, aracılık perdelerini yıkan Hz. İbrahim. İnsanlığa özgürlüğün yolunu açan önder, Kabe binasını yenileyip damına tevhidin meşalesini diken Öncü.
“Her peygamber gibi korku ve muştu kılavuzu. Her peygamber gibi sabır anıtı. Her peygamber gibi rızaya kavuşma yarışının başarılı sona erdiricisi.”
“…Adem’den ve Nuh’tan sonra insanlığın üçüncü atası olmak. Yeniden insanı hayvanlığa düşüşten kurtarıp insanlık uygarlığı, mucize uygarlığı, İslâm Milleti katına yükseltmek. Hacer-i Esved etrafında, Tanrı evi, Tanrı Evi’nin etrafında bir millet yükseltmek.”
İnanç temellenmesi öncülüğü Hz. İbrahim’de gerçekleşecek, devlet düşüncesi, ilkeleri ve girişimi de Yusuf peygamberin hayatını dolduracaktı. Soylular Allah isterse hükümdarın da devletin de bir köle önünde eğileceğini göreceklerdi, Firavun, Allah’ın istemesinin zayıf öküzün semiz öküzü yemesi için yeterli olacağını idrak edecekti. Allah istedi mi, ay da güneş de yıldızlar da bir çocuğun önünde eğiliverecekti.
“Devlet Yitik Cennet’ti. Hz. Yusuf onu yeniden bulup insanları ona çağırdı. Bu dünyada, öteki dünyanın kokusunu aldırdı onlara.”
Sonra Firavun kendini tanrı ilan edince Allah onun karşısına Musa’sını dikecekti. Kaybolan ışık yanacak, ses işitilecek, yarılmayan su yarılacak ve putla Allah arasında keskin bir perde olacaktı.
“Musa doğmasın diye doğan binlerce çocuk öldürülür. Fakat ölen çocukların kanında Musa bilincinin çiçeği açar. Zulümde boğulan bir halka, suda boğulmayan bir çocuk yol gösterir: Suları yarıp geçme yolunu.”
***
Hz. Yusuf’un attığı tohum tutacak o devlet idealine Hz. Süleyman ahdinde ulaşılacaktı. Yitik Cennet bulunacak, ne Nemrut ne Firavundan eser kalacaktı. Öyle bir bardak olacaktı ki Hz. Süleyman’ın bardağı, ne bir damla yere dökülecek, ne de bir damla daha almaya ihtiyaç duyacaktı. Ancak asıl mükemmellik ilerideydi, yine bir çeşit imtihandaydı insan. Fâni olmayanın bir tek Allah olduğunu anlamayınca bir kez daha yanılacak, düzen devrilecekti.
Şehrin ortasında bir kayanın üstünde yüzünü saraya dönerek putatapıcılığı ve hayasızlığı lanetleyen bir peygamber gelecekti sonra. Hz. Yahya, hakikat medeniyetini tekrar diriltecek çığlığı attığında seslenileni ve anlamı öldüremeyen, sesi ve sesin sahibini öldürmeye kalkacaktı bir kez daha. Camilerin mihraplarını süsleyen o sorunun -Ey Meryem, bu azık nerden geliyor ?- cevabını aldığında Diriliş Kudüs’ünün doğacağını, Romalıların çarmıhlarına karşılık omuzlarında çarmıhlarını taşıyanların geleceğini de anlayacaktı. Baba’yı putlaştıran Roma’ya karşı ilâhi irade babasız bir doğum istediğinde Yitik Cennet’in sekizinci kapısı tamamlanacaktı böylece.
Yazar, Son Peygamber’e geldiğinde istemsizce gülümseyeceğimiz şu cümleyi söyleyecek bizlere:
“O Cennet’in bir kapısı değil, Cennet’in ta kendisidir… Andığımız sekiz peygamber ve onlara bağlı öbür peygamberler, birer kurtuluş kapısı olarak hep O’na açılırlar.”
Bu cümle Hz. Âdem’in O’nun hakikatinden bir tecelli, asıl kurtuluş gemisinin ise O’nun getirdiği İslam olduğunu, Hz. İbrahim ‘Ben batanları sevmem.’ dediğinde aslında O’nun milletini kurduğunu, Hz. Musa’ya ‘Sen göremezsin.’ dendiğinde, bunun ‘O görecek’ demek olduğunu, Hz. Süleyman’ın O’nun devletini yeryüzüne indirmekle görevlendirildiğini, Hz. Yahya’nın O’nun sesini yükselttiğini anlatacaktı bizlere. Yitik Cennet yeniden bulunmuş cennet olacaktı O’nunla. Daralan göğüsler genişleyecek, medeniyetlerin ölçüsü sayılacak bir medeniyet var olacaktı.
Ve yazarın sözleri şöyle son bulacaktı:
“Tanrı’nın zamanı boldur. Zamana muhtaç değildir. O, şeytana, kötüye, uyumsuza, inkâra, kara renge fırsat verişi bundandır. Ama insanın zamanı dardır, zamana muhtaçtır. O zamanı iyi kullanmak zorundadır o. Onun için, Tanrı’nın bir sınav için musallat ettiği, bu yarasalara özgü ruh durumlarından korunmak zorundadır.
Bir Cennet bağışlanmıştır insana. Ve cennetinin bekçiliğini koruyuculuğunu yapma onurundan da mahrum edilmemiştir insanoğlu. Ne büyük bir onurdur bu.”