Genç, öykü ve roman yazarlarımızdan Tekin Budakoğlu ile ‘roman yazmak’ ve NaNoWriMo etkinliği üzerine konuştuk.
Kitabınızdaki ‘yazar hakkında’ bölümüne dayanarak söylüyorum, kendinizden bahsetmeyi pek sevmiyorsunuz sanırım ama bize biraz kendinizi anlatır mısınız? Tekin Budakoğlu kimdir?
Yazma eyleminde aslolan metindir bana göre. Yazarın, metin üzerinde hâkimiyet kuran üstün bir güç olduğuna inanmıyorum. Ölümsüz Hüzünler Kitabı’ndaki alt konulardan biri de bu zaten. Yazar ve metnin konumu; yazım süreci. Romanın sonunda yazar karakteri de metnin zekâsının, yazar olarak kendi kudretinin üzerinde olduğunu fark ediyor. Eleştirmen, okur -ve hatta buna yazar da dâhil-, metnin dışındaki diğer bütün unsurların ikincil konumda olduğunu, metninse bütün bunları kapsayan ve bu unsurların tamamının katılımıyla şekillenen bir çeşit üst-bilinç ürünü olduğunu düşünüyorum. O halde, özne metinse, yazarın kadrajı kendisine çevirmesini doğru bulmuyorum.
Tekin Budakoğlu, varoluşuna edebiyatın gözünden anlam bulmaya çalışan bir adamdır. Geriye kalan her şey fanidir, zamanla değişebilir.
Kendisi tevazu gösterip “Tekin Budakoğlu kimdir?” sorumuza kısacık bir cümleyle cevap verse de, biz birazcık bahsedelim kıymetli yazarımızdan.
(Tekin Budakoğlu, 1986 yılında Bursa’da doğdu. 2009 yılında ise Trakya Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Yazdıklarında genel olarak postmodernizmi benimseyen Budakoğlu, 2010 yılında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nden yüksek lisansını aldı. Ölü Zaman Hikayesi isimli romanı 2009’da, Aşk Yüzleri isimli öykü kitabı ise 2011’de okurun beğenisine sunuldu. Aşk Yüzleri, 1. Naim Tirali Öykü Ödülü’ne layık görülürken, aynı kitapta yer alan “Sır” isimli öykü de o yıl Nihat Akkaraca Öykü Ödülleri’nde ikincilik kazandı. Sabit Fikir, Öykü Teknesi gibi pek çok dergide yazıları yayımlanan yazarımız, hâl-i hazırda Vatan Kitap için yazmaya devam ediyor.)
Yazmaya nasıl başladınız? İlk yazınızı hatırlıyor musunuz, ne üzerine yazmıştınız, nelerden bahsetmiştiniz?
Yazma tutkusunun nerede, nasıl başladığını kimse net olarak bilemez sanırım. Siz mi onu arasınız, o mu sizi bulur ya da hep aynı yerdedir de birdenbire karşınıza mı çıkıverir, bilemiyorum. Üniversite yıllarımda yazmaya başlamıştım. Tanpınar’dan malum: Memleketim Bursa’nın insan ruhunu sarıp sarmalayan bir yönü, apayrı bir dili var. İlk yazım, Bursa nezdinde, şehirlerin kendine özgü dokusunu, kültürünü ve dilini anlamaya çalışan bir denemeydi.
Kitap yazmaya romanla başladınız, öyküyle devam ettiniz ve sonra yine bir roman geldi. Yazarların farklı düşünceleri, izledikleri farklı yolları olur. Sırada bir öykü kitabı mı var?
Aklınızın karıncalanmaya başladığı anlarda, ister istemez kurgu da başlıyor. Zaman içerisinde bu kurgunun ne olduğuna, niteliğine ve uzunluğuna karar veriyorum. Onun kendi kendine şekillenişi, türünü de belli ediyor aslında. Genelde öyküden romana geçilir fakat kendime yazıyla ilgili hemen hemen hiçbir sınırlandırma koymadığım için bu tavrı pek dikkate almadım. O dönemde içimden ne geldiyse onu yazdım. Garip bir tesadüf, evet, yine birkaç öykü yazmayı düşünüyorum. Fakat öncelikle Ölümsüz Hüzünler Kitabı’nın yorgunluğunu zihnimden atmam gerek. Dura düşüne, metinle yaşaya yaşaya yazmayı sevdiğim için de birkaç seneyi alacağını tahmin ediyorum.
Çıkardığınız öykü kitabı ile ödüller aldınız. Tarif etmesi zor olur tabii ama bu nasıl bir duygu?
Güzel tabii ki. Saf edebiyata hizmet edecek metinler yazmaya çalışıyorsanız, bir şekilde az okunmayı göze alıyorsunuz demektir. Dolayısıyla o yaşlarda ne yaptığınıza dair kriteriniz, nitelikli ödüllerle eşdeğer görünüyor gözünüze. Henüz yazın hayatının başında sayılabileceğim bir dönemde Doğan Hızlan, Cemil Kavukçu, Semih Gümüş, Oktay Akbal gibi isimlerin jürilerinde olduğu ödüller kazanmak elbette yazıya olan güvenimi sağlamlaştırdı.
Son romanınız ‘Ölümsüz Hüzünler Kitabı’nda bir ‘Öykü’ var. Kimdir bu Öykü veya nedir?
Öykü bir düş, bir kadın, bir inanç, ideal… Onun ne olduğu, romanı okuyan herkesin kendisine vereceği bir cevap. Dali’nin çok sevdiğim bir ifadesi var: “Dali anlayamaz asla bir Dali resmini. Çünkü Dali sadece bilmeceler oluşturur.” der. Benim işim, var olmak için kıvranan bir dünyanın herkese sunulmasına aracı olmak. Ona anlam katmak, okurun işi.
Zaten bana göre bir arayış romanında aslolan, arayışın kendisidir. Dolayısıyla Öykü’nün kim olduğu, romanın sonunda ne olduğu gibi sorular, arayış sürecinin kendisi kadar ilgimi çekmiyor.
Günümüz romanı ve öyküsünde gerçekten başarılısınız. Kullandığınız üslup hem özgün hem zamana uygun bir üslup. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Benim için edebiyatın kendisi var. Birilerine yahut bir amaçla yazmıyorum. Bir metin ortaya çıktığında ondan gerçekten tek beklentim, güzel bir ürün olması. Şöhret olmak, çok satmak, her yerde görünmek gibi dertleriniz olmayınca da istediğinize kendinizi daha çok verebiliyorsunuz. Yazıp bitirdikten sonra mutlu olmak istediğim metinler yazmaya çalışıyorum, hepsi bu. Kaldı ki metne yıllarınızı harcıyorsunuz. Ölümsüz Hüzünler Kitabı, üç-dört yıl, her an aklımın bir köşesinde kendini hatırlatıp durdu. Zevk almayacağım, beni rahatsız etse de yazmaya zorladığım şeyleri bu sürede aklımda tutsaydım, sanırım delirebilirdim.
Sizdeki yazma hadisesi nasıl gerçekleşiyor? Yazma isteği kendiliğinden mi geliyor? Yahut duyduğunuz, okuduğunuz bir cümle bir şeyler karalamaya mı itiyor sizi?
Hemen her şey sizi yazmaya itebilir ya da kurgu için ipucu olabilir. Bunun bir sınırı ya da belirli ölçütü yok.
Çok ağır yazıyorum. Daha doğrusu, kurguyu aklımda zaman içerisinde şekillendiriyorum. Cümleleri, bağlantıları, kelimeleri not alıyorum. Bir taslak çıkıyor ortaya. Onu da aklımda her gün, her an yeniden yeniden düzenliyorum. Yani masanın başına geçtiğimde aslında her şey yazılıp bitmiş oluyor, sadece işin kâğıda geçme kısmı kalıyor. Yıl içinde taşları yerine oturtmakla uğraşıyorum; öğretmenlik mesleği gereği de -metnin bütünlüğünün kopmaması için- yalnızca uzun yaz tatillerinde yazıyorum.
Bu, tamamen zaman ayırma, emek harcama işi. Metne ne kadar zaman ayırır, üzerinde çalışırsanız istediğinize o kadar ulaşırsınız. İlhama, şevkle uzun uzun yazmaya inanmıyorum. Çünkü yazma eyleminin kendine göre matematiksel bir zekâsı var. Yazarın, kendini dilin üzerinde görerek hafife alması, gülünç bir gaflet gibi görünüyor bana.
Sorular biraz magazinsel gelebilir ama konuyu bir yere bağlayacağım. Günün hangi saatlerinde yazarsınız? Yazmaya başladığınız zaman kendinizi kaybeder misiniz? Mesela bir oturuşta en az kaç kelime yazmadan yazdım demezsiniz?
Benim için zaman dilimi ve yazmak arasında bir bağ var: Daha çok, insanların el ayak çektiği gece saatlerinde yazmayı tercih ediyorum. Gece saatlerinde günün hırgüründen uzaklaştığımı, yazmaya iyice odaklanabildiğimi hissediyorum çünkü. Belki de bir alışkanlıktır.
Yazma anı, öyle kendinizi peşine kaptırdığınız; sular seller gibi akan bir an değil çünkü dil, bir metnin unsuru. Romanın kurgusu kadar dilin kurgusu üzerinde de çalışıyorum: olağan akıştan sapmalar, söz dizimini zorlamalar, farklı kelimeler vs… Çoğunlukla her kelimeye bile tek tek bakıyorum, “Acaba onun yerine daha farklı, çarpıcı bir kelime kullanabilir miyim?” ya da “Bu uygun düştü mü?” diye. O nedenle kendimi kaptırmak söz konusu değil, aksine ağır ağır yazıyorum. Planladığım, aklımda zaten yazımını noktaladığım cümleleri fiilen kâğıda geçiriyorum yalnızca.
Hiçbir zaman bir sınırlama koymuyorum. Sözün gelişi saatlerce hiçbir şey yazmayabilirim; bunu kayıp olarak görmem. İstediğim gibi olmayacaksa, hiç olmaması evlâdır. Fakat kabaca bir hesapla, bir günün tamamında şayet yarım sayfadan fazla yazmışsam, onda bir aksaklık olduğu kuşkusuna kapılırım.
Bildiğiniz gibi ülkemizden katılım az da olsa her yıl “NaNoWriMo” etkinliği düzenleniyor. Etkinliğin içeriğinde bütün dünya kasım ayının başında bir roman yazmaya başlıyor ve kasım sonu gelince roman yazmayı bırakıyor. Romanı bitirmeyebilir. Kimseyle paylaşmak zorunda da değil. Amaç sadece yazmak. Biz, Bir Acayip Blog yazarları olarak yazacağız. Siz de yazmayı düşünür müsünüz?
İnanın zihnimde yazmayı bıraktığım bir an yok. Dolayısıyla, zaten yazıyor olacağım.
Peki, bizlere ve bizim gibi yazmaya hevesli gençlere, daha önce farklı dergilerde kuramlar üzerine yazdığınızı da biliyoruz, ödüllü bir genç yazar olarak neler tavsiye edersiniz? Yani roman nasıl yazılır? Yazmaya nasıl başlanır? Yazarken nelere dikkat edilmelidir? Roman nedir yahut ne değildir?
Bunun tek kriteri yok tabii ki. Çok farklı bakılabilir. Ben, bir yandan haddim de olmayarak, edebiyatı bir araç olarak görmemenizi tavsiye edebilirim. Metin; ünün, paranın ya da benzeri şeylerin aracı değildir. Yazdıklarınızı kimse okumayabilir, yayınlamayabilir, sorun değil. Yeter ki saf edebiyatın çemberinden çıkmayın; diğer her şeyin aksine, edebiyat vefalıdır.
Okumak istediğiniz şeyleri yazın; başkalarının okumak istediklerini değil. Bir gün geriye dönüp baktığınızda kendinizin beğenmediği bir şey yazdığınızı fark ederseniz, o an doğru yolda olsanız bile edebiyata küsebilirsiniz.
Dilin, yazma eyleminde, konu ya da kurgu kadar -hatta ondan daha önemli- olduğunu unutmayın. Ne anlattığınız kadar nasıl anlattığınız da önemlidir.
Hayatınızı başka bir işten kazanın. Edebiyat hiçbirimizin ihtiyaçlarını karşılamak mecburiyetinde değil. Hatta hayatınızı edebiyattan kazanırsanız, bir gün ihtiyaçlarınız uğruna sanatınızdan ödün vereceğinizi aklınızın bir köşesinden çıkarmayın. O yüzden, edebiyattan para kazanmamanın, kazanmaktan daha kârlı olabileceği ihtimalini uzun uzun düşünün.
Zorlamayın, acele etmeyin, metin doğru zamanda kendini size yazdırır.
En faydalı yazma eyleminin, faydalı ve bol okumadan geçtiğini unutmayın.
Benim söylediklerimin tamamı da dâhil, kimsenin sözlerini dinlemeyin. Sanatta tek sınır, yalnızca sizin hayal gücünüzdür.
Tekin Budakoğlu’na keyifli sohbetinden ötürü çok teşekkür ederiz. Daha geniş zamanlarda, yeni öykü kitapları ve romanlarında tekrar buluşmayı arzu ediyoruz.