HER ÖZNEL KURGU, KENT İÇİN YENİ BİR ÖYKÜ
HİKAYELER, YARALAR VE KABUK BAĞLAYAN KİMLİKLER IŞIĞINDA
-BERLİN-
Öznenin kentin var oluşuyla ve göç gerçekliğiyle temasında oluşan kimlik krizleri
BU KENTTİR GİDİP GİDECEĞİN YER
Dedin “Bir başka ülkeye bir başka denize gideceğim.
Bundan daha iyi bir başka kent bulunur elbet.
Yazgıdır yakama yapışır neye kalkışsam;
ve yüreğim gömülü bir ceset sanki.
Aklım daha nice kalacak bu çorak ülkede.
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam
Hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma,
Yıllarıma kıydığım boşa harcadığım.”Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler bulamayacaksın.
Bu kent peşini bırakmayacak.
Aynı sokaklarda dolaşacaksın. Aynı mahallede yaşlanacaksın;
Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Bu kenttir gidip gideceğin yer. Bir başkasını umma.Bir gemi yok, bir yol yok sana.
Değil mi ki hayatına kıydın burada
Bu küçücük köşede, ona kıydın demektir bütün dünyada.
Şair Kavafis, kendi tasavvurundaki şehir imgesini, mekan belleğini, yaşanmışlığın ve anıların mekanla iç içe geçişini anlatırken aslında insanın var olduğundan beri onun gerçekliği olan bir noktaya dokunuyor. Doğup büyüdüğümüz şehir, her ne kadar sabitmiş, yerli yerinde duruyormuş gibi gözükse de, insanoğlu doğup büyüdüğü yeri, daima yüreğinde taşır. Mekan kendisini duygulanıma, anılara kaydeder. Şehirle yaşanılan bütünleşme, oradaki sonsuz kombinasyonun, sonsuz ilişki ağının ve korelasyonun, sınırsız tercih kapasitelerinin bize tesir etmesine izin verir. Yaşadığımız şehirle düşünürüz. Yaşadığımız şehirle hissederiz. Bize düşünmenin ve hissetmenin koşullarını içinde yaşadığımız şehir temin eder. çünkü “mekan sadece birlikte bulunduğumuz yer değil, aynı zamanda birlikte düşlediğimiz yerdir de.” Birlikte düşlediğimiz en geniş kapsamlı mekan olan şehrin, yaşantımızda bu kadar büyük etkisi varken, şehrin kimliğimizde oluşturduğu deformasyonlar, iyileştirici mekanizmalar, hem onaran hem yıpratan paradigmalarına değinmeden şehir gerçekliğini anlayamayız.
Ben bu metinde şehri şehir kılan unsurlardan birine, “göç kavramına” değineceğim. Çünkü göç bir şehir için çok önemli bir dalgalanma, durulma ve -adaptasyon- sürecini, kimlik krizleriyle birlikte bünyesinde barındırıyor. Yeni öyküler, yeni kimlikler, şehrin çeşitliliğini ve zenginliğini teşkil ederken, bir yandan da bu yeni kimlikler şehrin kendi öyküsüne, akışına, varlığına adapte olmaya çalışıyor. Şehre gelen yeni kimlikler içinde etnodinsel, sosyokültürel, sosyoekonomik, ırk-millet farklılıkları bu kimliklerin şehirle uyumunu süreç içerisinde oldukça etkiliyor. Özellikle farklı ve uzak bir ülkenin kültürel, psikofizyolojik ve sosyo-mekansal dinamikleriyle çakışan ve çatışan kimliğin kriz alanlarına daha detaylı bakmak için Türk nüfusunun oldukça yoğun yaşadığı bir şehir olan Berlin’i ele almak istedim. Bu minvalde kısa bir şekilde önce Türklerin Almanya’ya yolculuklarına değineceğim, ardından Berlin ve Berlin’de yaşayan Türklerin “Berlinli” kimliğine.
Almanya, ikinci dünya savaşından sonra yaşadığı ekonomik büyümeyle birlikte, vasıfsız işçiye ihtiyaç duyarak 1950’li yıllarda, misafir işçi (Gastarbeiter) alımı yapmaya başlamıştı. İlk olarak Avrupa’nın belli başlı ülkelerinden misafir işçi alımı yapan Almanya, sonrasında Portekiz, Türkiye gibi ülkelerden de konuk işçi alımında bulunmuştu. Konuk işçilerin sayısı tarih içerisinde değişiklik göstermekle beraber, Almanya’daki varlıklarını her daim korumuşlardır. Sayının değişiklik göstermesi yaşanan her kamusal, bireysel, kentsel, ırksal, ekonomik meseleyle ilişkiliydi. Bu meselelerin, yani -şehrin meselelerinin- merceğiyle odak noktasını misafir işçilerin Almanya’da misafir olmaktan çıkıp nasıl kalıcı hale geldiğine çevirmek, hem şehri, hem göçü, hem de Berlin örneği üzerinden adaptasyon kavramını irdelemek için önemli. Biraz yukarıda, yazıya başlarken göçün şehir için önemini ve fonksiyonunu üç aşamadan bahsederek ve bir kategorizasyon şeması çizerek ölçütlendirmiştim. 1-dalgalanma, 2-durulma ve 3-adaptasyon. Almanya’ya giden ilk jenerasyon, yani konuk işçiler, her ne kadar oraya belli bir arz-talep ilişkisiyle, davet edilerek gitseler de, alman kentleri için, alman kültürü için, alman ırkı için bir şoktular. (Nazi Almanyası’nın altı kırmızı vurguyla çizili(!)) Almanya’ya gitmiş olan ilk jenerasyon da aynı kültürel şokun, travmatize olmuş kimlikleriyle mağduruydular. İlk jenerasyonun uyum çabası aslında bir dalgalanmaydı. Çünkü göç, mekana bambaşka bir profil kazandırarak, rotasını, imkanlarını, kültürlerini belli bir sabitlikten koparıp akışa sokarak şehrin bir gerçekliği olma yolunda ilerler. Bu şehir için, kimlikler için belli başlı “eşik”leri, karşılaşmaları, denk düşmeleri, peşi sıra ayrı düşmeleri beraberinde getirir. Kültür, psikoloji, koşullar, geleneksel duyarlık şehrin içinde harmanlanır. Bu harmanlanma esnasında oluşan sinir ucu noktaları aslında dalgalanmanın bizzat kendisidir. Bir anda katı sınırların delinebileceği, başka bir dünyanın yan dairede var olabileceği, başka bir dilin konuşulabileceği, başka bir inancın yaşanabileceği gerçeği kendini gösterir. Bu karşılaşma, denk düşme ve farkına varma alanları, gerilimin dinamiklerini de beraberinde getirir. Kültürler, kimlikler, düşünceler hem gerilir hem sentezlenmeye çalışır. İki veya birden çok “birbirine zıtlığın” olduğu bir yerde mücadele sorunu, yani zıtlaşmalar vardır. Fakat zıtlaşma burada olumsuz bir ifadeye değil, yalnızca durulma ve yerini bulma zamanının bir önceki evresine işaret ediyor. Durulmak, iki kara parçasının birbirine bakması, iki kapının birbirine doğru açılması, iki zıttın birbirini sakince, metanetle ve insani şekilde karşılamasının bir evresi. Fakat şehrin içindeki göç gerçekliği burada da hala kritik, stabil. Bu durulma dönemini de adaptasyon süreci takip ediyor. Adaptasyon süreci artık şehrin, karşılaşılan yeni kültürün ve gerçekliğin kabulüne, içselleştirilmesine tekabül ediyor.
BERLİN’İ BERLİN’LE BİRLİKTE DÜŞÜNMEK
Bu kategorizasyonun adaptasyon kısmında olan, “Berlinli” biriyle röportaj yapma fırsatım oldu. Ömer, 30lu yaşlarının başında, Berlin’de doğup büyümüş bir Türk. Benim yaptığım kategorizasyonu O da şu şekilde yorumladı: Almanya’ya giden 1. Nesil, Almanya’da kalmayı pek düşünmüyor. 2. Nesil, Almanya’yla Türkiye arasında kalmış. 3. Nesil, artık Almanya’da kalmayı ve Almanya’yı kabul etmiş. Ömer ailesinin, akrabalarının, arkadaşlarının, Berlin’de yaşadığını, Berlin’deki yaşantısını sevdiğini ifade ederek, Berlin’in onun yaşantısında, kimliğinin inşasında çok önemli etkileri olduğunu dile getirdi. İnsanın hangi ırka mensup olduğu bir tarafa bırakılarak –doğup büyünülen şehir-imajına bakıldığında, kendini bir şehirle var edebilmenin, daha doğrusu kendi varlığını bir şehrin varlığıyla birlikte düşünebilmenin insanı güvende, sağlıklı bir coğrafik ferahlık içinde hissettirebilmesi söz konusudur ve bir şehri şehir yapan, onu sevdiren şey, şehirde gömülü olan anılar, ve şehirle dolaşıma giren kimliktir. Burada şehirle dolaşıma giren kimlik kavramı oldukça önemli. Çünkü Ömer Igaç, kendi kimlik oluşumundan, kent, ırk, aidiyet, mensubiyet kavramlarından bahsederken, Almanların öncelikle kendi içinde bir kimlik sorunları olduğunu vurguladı. Almanya’ya göç eden türk nüfusunun zaten belli başlı bir göç travmasının olduğunu, Almanların kendi kimlik problemlerinin ve komplekslerinin de Türk nüfusun üzerine yıkıldığını, bu trajik durumun mekan değişimi travmasını göç edenler adına iki kat daha derinleştirdiğini ifade etti. Alman sisteminin ve Türkiye’nin Almanya’da yaşayan Türklere düşünsel mesafesinin de bir uzaklığı, yani daha derin bir çatlağı, meydana getirdiğini beyan etti. (Bu ayrılığın en bariz fotoğrafı, Türkiye’de yaşayan Türklerin Almanya’da yaşayan Türkler hakkındaki düşünceleriyle (önyargılarıyla) bizzat görülüyor, tespit edilebilir halde.) Almanya’nın koşullarından, problemlerinden, gündelik hayattaki gündelik sorunların yaralayıcı, yıpratıcı büyüklüğünden habersiz olan Türkiye’li Türklerin, görmedikleri bir dünyanın şartlarına göre Almanya’daki Türklerin yaşam standartlarını, Almanya’daki var olma biçimlerini eleştirdiklerini dile getirdi. Ömer Igaç’a göre bu iki gerilimli hattın tam ortasında bulunan, Almanya’da yaşayan Türkler için bu durum, kültürel bir sıkışmışlık sorununu haiz bulunuyor. -Almanya’da ama Almanya’ya ait değil. Türkiye’den de oldukça uzakta.- Bu dikotominin dışında, Almanya’daki üçüncü jenerasyon, kendisini Almanya’da bir Türk olarak var eden(var etmek isteyen) yeni, değişime-gelişime interkültürel diyaloglara daha açık ve akışkan duyuşa sahip bir kuşak olarak ortaya çıkıyor.
DIŞARILI-YABANCI OLARAK ALMANYA’YA AİT OLMAK(!)
Örneğin herhangi bir suç işlendiğinde, eğer bu suç bir Türk tarafından işlendiyse, haberlerde hususi olarak bu suçun bir Türk tarafından işlendiğinin altı kalın çizgilerle çiziliyor. Ömer Igaç, ırkçılığın hala var olduğunu, ırkçılıkla birlikte Almanya’daki Türklerin de kendi içinde farklı statü ve sınıflandırmalarla ırkçılığa maruz kaldığını ifade etmişti. Muhafazakar-milliyetçi Türkler Almanya’ya daha uzak, daha kapalı bir yapı teşkil ederken, daha farklı gruplar, farklı etnik kökenler Almanlar tarafından pek de ırkçılığa maruz kalmıyor. Ömer Igaç, Almanların, yabancılar kendilerine ne kadar benzerse, yabancılar ne kadar alman olursa onları o kadar benimsediğini dile getirdi. Kendi içinde kendi ahlaki normlarını, geleneğini, akaidini ve gündelik rutinini yaşayanlar, kimlik varlıkları bakımından “entegre” olamamış şeklinde damgalanıyor, ayrıştırılıyor. Almanya’nın bu kapalı yapısı, Igaç’a göre, kendilerine dair oluşturdukları almanlık düşüncesine kadar sirayet etmiş vaziyette. Alman olma kavramı, başka ırkların “entegrasyonu” sorunsalı bugün akademik zeminde de, entelektüel faaliyet hatları üzerinde de hala tartışılan bir kavram. Bu kelime ve kavramlar, Almanya’nın başka kimliklere kapalı bir anlayışa sahip olmaları durumu (Amerika gibi çok uluslu-çok kültürlü bir strüktürleri yok), üstelik göçün de sistematik şekilde yapılması özellikle Berlin gibi Türk nüfusunun yoğun yaşadığı yerlerde bu sebeple gettolaşma oluşturmuş halde. Fakat bugün Ömer Igaç gibi Berlin’de yaşayan Türk kökenli vatandaşların yaşam biçimleriyle gettoyu olumsuz anlamından sıyırıp, olumlu bir yapıya dönüştürmesi söz konusu. Günümüzde Berlin’i (Kreuzberg’i) mahalle oluşumuna işaret eden, bir semt organizasyonu gibi algılamak daha sahici ve sağlıklı. Getto kavramı içinde barındırdığı kimliklerin evrimiyle birlikte değişmiş vaziyette, şehrin profilinin değişimi de işte böyle cereyan ediyor. Göç hiçbir zaman başladığı ilk anki kızışmış dalgalanmayla kalmıyor, her seferinde en nihayetinde bir durulma ve adaptasyon sürecini de ardında getiriyor.
Her göç, bir taşınmadır. Mekan ve boyut değiştirmektir. Ölürken boyut değiştirmekle, göç ederken ruhun ve anıların bir daha asla eskisi gibi olmayacak şekilde değişmeleri birbirine benzer. Öykü kendini yeniler. Yeni roller, yeni çatışma alanları, yeni krizler, var oluş bunalımları oluştuğu gibi, bir yandan da yeni benlikler, yeni rahatlama alanları oluşur. Şehir insanla, insan da şehirle birlikte değişir. Ve hiç bitmeyecek, belki hiçbir zaman bilinmeyecek milyarlarca insan hikayeleri, öz kurgular, benliklerin kendilerini anlamlandırma arayışları şehirlerle birlikte sonsuza dek devam edip ilerler. Yaşadıklarımız ve yaşadığımız yer bizi bir gölge gibi takip eder.
“-Bu kent peşini bırakmayacak.
Aynı sokaklarda dolaşacaksın. Aynı mahallede yaşlanacaksın;
Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Bu kenttir gidip gideceğin yer. Bir başkasını umma”