Fosforlu Elma dergisinin pek kıymetli emektarları Abdullah Enes, Dilek ve Hüseyin’le, Merkezefendi Köftecisi’nde buluşuyoruz serin bir cumartesi günü. Tavşankanı birer çay söylüyoruz ve ilk yudumla birlikte başlıyoruz keyifli sohbetimize.
Mehmet: Öncelikle neden dergi ve neden “Fosforlu Elma”?
Abdullah Enes: Şöyle iddialı bir cümleyle başlayabilirim sanırım. Günümüzde matbu dergi okuru çok az maalesef. Yani matbu dergi, değerini git gide yitirmiş durumda. Bunu da şöyle örnekleyebiliriz; 1980’deki harekete geçirme kabiliyeti ile şu andaki harekete geçirme kabiliyeti çok farklı. Bu ise düşüncenin serüveniyle alakalı bir şey, dikey veya yatay ilerlemesiyle alakalı. Neden dergi? Evet, çok güzel bir çağda yaşadığımıza inanıyoruz. Dijital olarak her imkâna sahibiz. Ama bu sahiplik bazı şeylerin değerinin azalmasına, geçmesine sebep olmuyor. Şöyle de bir örnek verilebilir; kitap var, bir de e-kitap var. Tıpkı bunun arasındaki fark gibi. E-kitaba alışmaya çalışıyoruz ama bir türlü alışamıyoruz. Çünkü kitabın bizde tarihsel bir serüveni var. Ve bu tarih, bize kolektif bir kütüphanedeki birikimi yansıtıyor. Dergiye biz böyle bakıyoruz. Dergi bizim için bir vesile. Nitzsche’nin bir sözü var. Şu an tam hatırlayamıyorum fakat “Herkes dinlenmek için bir kulak arıyor, ama bu kulak nereye gidecek?” minvalinde. Söyleyecek sözümüz var, bizi dinleyecek kulaklara da ihtiyacımız var. Ama hepsinden önce samimiyete ihtiyacımız var. Dergi samimiyetin bir unsuru. Bu kültürü ayakta tutan bir muhabbet damarı var.
Neden “Fosforlu Elma”? sorusuna geçersek. Biz bundan evvel bir dergi çıkarıyorduk. Belli olgunluğa eriştikten sonra fikri bir kırılma yaşanıyor. Biz de buna binaen, aklımızda olanları nasıl sahaya dökebiliriz, tecrübelerimizi kullanarak nasıl bir dergi çıkarabiliriz diye düşünmeye başladık. Derginin ismi ne olabilir diye düşündük. Genel olarak şöyle bir algı var; tek isimleri olan dergiler genelde sağ kesime, diğerleri ise sol kesime hitap eder. Yasak Meyve gibi örnekler verilebilir, keza İtibar da öyle. Biz ise, bu kadar kutuplaşmanın aslında edebiyatın bünyesine zarar verdiğini düşünüyoruz. İsmi bu yüzden iki kelimeden oluşturduk. Hakkaniyeti savunmanın birçok yolu var ve herkese göre bir ‘hakikat’ kavramı, bir ‘sanat’ kavramı var. Biz, daha ziyade bulunduğumuzun yerin anlayışı nedir, buna dikkat ettik. İslam estetiği olarak değerlendirirsek, bizim güzelimiz nedir, bizim iyimiz nedir, bizim kötümüz nedir gibi klasik felsefi kavramlar üzerinden kendimize bir yol çizdik. Bu yol içerisinde de ‘fosfor’u hem karanlıkta hem de aydınlıkta ayakta kalabilen bir bünye, ‘elma’yı da bilgelik ağacı mahiyetinde, yani insanın ilk imtihanının başladığı, ilk tecrübe ediniminin başladığı yer olarak düşündük. Bir tarafı bizim için bir tecrübe, diğer tarafı ise hakkaniyeti savunabilmek. Yani ‘öz’le diğerleri arasındaki dengeyi sağlayabilmek adına “Fosforlu Elma” dedik.
Melek: Newton’un elması da buna dahil mi?
Abdullah Enes: Newton’un elması da evet, ortaçağda düşünce hayatımızı değiştirdiği için buna kesinlikle dahil. Çünkü rasyonalizm ve pozitivizm çok kuvvetli bir etki bıraktı bizim üzerimizde. Bunun etkisi de ancak bu şekilde kırılabilir.
Mehmet: Elma deyince benim de aklıma “Yasak Elma” geldi. Sanki ulaşılamayan bir limit hep varmış gibi.
Abdullah Enes: Aslında yasak elma da o. Hz. Adem’in yemediği. Orada bir öz var. Biraz daha değerlerine sahip, yani “Biz kimiz?” sorusuna cevap verebilecek bir tarafı tamamlıyor elma.
Mehmet: Dergi ilk çıktığında çok dikkatimi çekmişti, yazıları seslendirmiştiniz. Çok orijinal bir fikirdi, dergi formatının dışında bir şey. “Türkiye’nin İlk Sesli Dergisi” olma fikri nasıl ortaya çıktı?
Hüseyin: Esasında bu eskiden beri aklımızda olan bir şeydi. Enes de bahsetti, bundan evvel bir dergi serüvenimiz daha olmuştu. O zamandan beri, böyle bir şey yapılabilir mi diye düşünüyorduk. Hem bir yandan görme engelliler için, hem de diğer yandan ‘okuma engelliler’ için yapılan bir şey. Yani insanlar okumaktansa, toplu taşımada yahut bir yerden bir yere giderken kulaklığı takıp bir yazıyı, bir şiiri dinleyebilsin diye yaptık.
Fosforlu Elma’nın ilk sayısında başladık buna, ikinci sayısında da devam ettik. Ama sonrasında ‘sesli dergi’ işine ara vermeye karar verdik. Yani bundan sonra Fosforlu Elma, bir süre ‘sesli dergi’ olmayacak. Bunun sebebi ise, istediğimiz noktaya ulaşamadığımızı düşünmemiz. Babamın bir sözü vardı benim “Attığın taş ürküttüğün kurbağaya değmeli.” diye. İşitme engellilere yeterince ulaşamadığımızı düşünüyoruz ki dergi koşuşturması içinde bu, bizi ayrıca yoran bir şeydi. Teknik anlamda da zordu. Stüdyoya giriyorduk, en az bir hafta boyunca kayıt, montaj vesaire ile uğraşıyorduk. Bu arada bize stüdyo imkânı sunan Şehir FM’e ve Efe kardeşimize teşekkür ediyoruz.
Mehmet: Peki gelen tepkiler olumsuz yönde miydi?
Abdullah Enes: Olumsuz değil de bir furya. Karekod uygulaması ile yapıyorsunuz yani CD gibi bir yere kaydedip vermiyorsunuz. Bu, yaklaşık 2013’ten beri aklımızda olan bir şeydi. Dedik ki burada yapalım. Burası biraz da tecrübelerimizi sağlamlaştıracağımız yer olacak. Ama şöyle bir şeyle karşılaştık. Klasik dergi okuru artık yok, dergi okuru da zaten çok az. Bununla ilgili birkaç girişimimiz oldu. Mesela görme engellilere gidilebilir mi? Bir arkadaşımız İstanbul Üniversitesi Bilgi Yaşam Merkezi ile röportaj yaptı, irtibatta kalalım diye. Onun haricinde Boğaziçi’nin e-kitap seslendirme işiyle alakalı keza. Belli bir süre sonra şunu gördük ki hayatın şartlarıyla insanların kültüre ulaşma şartları farklı. Bunu biraz daha geriye çekip, daha sağlam şekilde ilerleyen zamanlarda yapmayı düşünüyoruz. Şükürler olsun, bizden sonra üç dergi daha bunu başlattı. Bir tanesi Hayal Bilgisi. Bu bizim için güzel bir şey.
Muhammed Efe: Herkes kendi yazdığını mı okuyordu yoksa seslendiren bir kişi mi vardı?
Abdullah Enes: 2. sayıda seslendiren sekiz kişi vardı. 1.sayıda dokuz kişi vardı. Bunların üç tanesi profesyonel seslendirmeciydi, farklı farklı yerlerde kendi stüdyoları olan seslendirmeciler. Diğerleri ise ses eğitimi olan arkadaşlardı. Kimisinin şan, kimisinin diksiyon eğitimi vardı. Şehir FM’in stüdyosuna geldiler, biz kağıtları verdik okudular. Ondan sonra montaja aldık.
Mehmet: Fosforlu Elma’nın bir misyonu var mı, burası bizim için zirve olacak dediğiniz bir şey var mı?
Abdullah Enes: İki türlü yaklaşım var şu an. Bir tanesi romantik şema diyebileceğimiz bir yaklaşım, diğeri de didaktik şema. Biz bu ürün vermeyle, şiirle, öyküyle veya diğer alanlarla uğraşan arkadaşlar olarak didaktik şemadan yorulduk. Nasıl yorulduk? Zaten birçoğumuzun ailesi otomatikman eğitimci bir aileye dönüştü. Günümüzde hayatımızda eğitim yollarıyla devam eden bir çok alan var. Bu işin biraz daha insani tarafları, biraz daha değersel ve düşünsel tarafları üzerine dikkatleri çektik ve disiplinler arası bir çalışmayı benimsedik.
Bu işin cemiyet kısmı çok zordur. Yani dergide herkes yazabilir ama bu işin muhabbet kısmı çok zordur. Herkesin bireysel problemleri, çıkarları, ilişkileri, bireysel olarak ürün vermek istemediği yerler olacak. Kırgınlık olarak değil, hayatın koşulları bunlar. Zaten insanlar bireysel olarak okumalarını, yazmalarını, düşünmelerini devam ettiriyorlar. Fosforlu Elma bir buluşma noktası gibi düşündük. Burada da öykülerle alakalı, şiirle alakalı farklı arkadaşlar vardı. Bizim iki tane kuralımız vardı. Biz batının kronizm dediği şeye karşıyız. Ben o arkadaşı çok sevebilirim, dostum olabilir ama benim için önemli olan şey o arkadaşın eseri. Çünkü bu yaşlarda oluşan eserler ilerde bizim geriye dönük pişman olup olmayacağımızı belirleyecek. Bu yüzden eserde sağlamlığı baş köşeye koyduk. Hüseyin benim şiirimi çok reddetti, ben Hüseyin’in şiirini çok reddettim yeri geldiğinde.
Gaye olarak ise, edebiyatın kültürel alanda bir ıslahat formunu gerçekleştirebileceğini düşünüyoruz. Ne kadar siyasanın çözüm önerisinde bulunduğunu düşünsek de, siyasa elli yıldır Türkiye’de sorun üreten bir mekanizma. Bunun kültürel alanda desteklenmesi gerekiyor. Kültürün siyasayı düşünce anlamında, edebiyat anlamında, retorik anlamda destekleyerek en azından belli bir açıdan yol gösterici özelliğine sahip olması lazım. Bunu aydın, entelektüel, âlim ya da münevver kavramlarıyla açıklamaya çalışıyorlar. Kavramlara takılmamak lazım. Bazen yapılan şeyler bir şeyin göstergesi olur. Bizim amaç ve gayemiz şöyle; oluş ve duruş diye iki tane kavram koyduk kendimize. Biz kırk yaşına gelsek de duramayacağız. Çünkü tamamen duruş sahibi olmamız çok zor. Fikirler, şartlar değişebilir. Biz içimizde olan inancı, değerleri savunabilecek bir mekanizma oluşturma amacı güdüyoruz. Bu işin daha çok başındayız. Yaptığımız iş profesyonelliğe yakın olsa da hâlâ tecrübe kazanıyoruz. Bir yolu bitirebilmek değil, o yola girebilmek ve yolda bir dalga oluşturabilmek gibi bir amaç koyduk. Somut hedeflere gelirsek, onlar sürekli değişiyor. İnsan zoru gördükçe geri çekilir veya kolayı gördükçe ileri atılır ya, öyle. Mesela son sayımızda bir zorluk yaşadık. Hem bürokratik bir engel, hem çevremizde yaşadığımız bir takım sıkıntılar, bireysel problemler. Dergi iki üç ay geç çıkmış olacak. Ama burada bizim için çok problem oluşturacak bir şey yok. Çünkü derginin her şeyi hazır. Biz şu an uygun zamanı bekliyoruz.
Mehmet: Biz de daima söyleriz zaten, sloganımız: Esaslı bir toz tanesini yerinden oynatmak amacımız. Bu niyette olan kim varsa Allah sayılarını artırsın. Zaten bizim yaşama amaçlarımızdan birisi Allah’a ibadet etmektir, kulluk vazifemizi yerine getirmektir evet ama bir yandan da ilây-ı kelimetullahı yerine getirmektir. Yani “Allah’a doğru yol almak vardır, varmak yoktur.”
Abdullah Enes: Sözünü böldüm, benim bir haftadır dilimde olan bir ayet var “Allah’a kaçın.” Her şey bu demek. Bir şekilde Allah’a kaçıyoruz. Birimiz doktorluk yaparak, birimiz edebiyatla, sanatla uğraşarak kaçıyor. Yani herkesin kendine bulduğu bir şey var. Bu yüzden iyilik varsa biz oradayız. İnşaallah bizde de iyilikler doludur.
Mehmet: Bizler de yazılarımızı hazırlarken insanlara direkt şunu yapmalı, bunu yapmalı diye söylemek yerine, onlara bir bakış açısını kazandırmayı amaçlıyoruz.
Abdullah Enes: J. J. Rousseau’nun bir sözü var: “İnsanlara yol göstermeyin, onlara bir bakış açısı kazandırın.” Çünkü bakış açısı kazandırmak derin bir şey ve ne kadar derinse bir şey, o kadar sağlam bir aktarımdır.
Mehmet: Dördüncü sorumuza gelirsek, yazılarınızda nelere dikkat ediyorsunuz, sizin için bir yayında vazgeçilmez unsur nedir?
Dilek: Üç tane disiplin var. Bir tanesi eserin sağlamlığı yani eserin kendi içine dönebilme kabiliyeti nedir, eser kendi üzerinde çalışıyor mu? İkincisi, esere bakarken metin üzerinden eleştirebilmek. Bir insanın sağcı mı solcu mu, anarşist mi olduğundan ziyade biz eserine bakıyoruz, bizim için ne ifade ediyor diye. Bunda yanılmadığımızı görüyoruz çünkü eseri kaliteli olan yazarların bazıları bizim düşüncelerimize çok yakın değiller. Bununla beraber anlayışlı ve saygılılar. Bizim için en önemli şey bu. Üçüncüsü de denemek, denemekten korkmamak. Bu, klasik simyanın deneme-yanılma mantığı değil. Dene, dene, dene.. Biz de deniyoruz, hepimiz bu yolda deneyerek, yanılarak öğreneceğiz. Kimileri farklı tecrübelere sahip olabilir. O tecrübeleri direkt aktarmak da yanlış bir şey, çünkü her insanın geldiği, yetiştiği yerler ve bilinçaltında bulunanlar çok farklı. Denemekten korkmamak derken mesela sadece günümüzün şiir anlayışı değil de iki adım sonraki şiir anlayışını deneyebilmesi. Veya kendi bireysel gelişimi için deneysel şiir, öykü yazabilmesi. Bundan korkmaması ve çekinmemesi. “El ne der?” diye bir kavramının olmaması. “El ne der?” dedikçe “Bunun bir bildiği vardır.” konusuna geliyoruz. Ama onun bildiğini biz henüz tecrübe etmemişiz. Bundan sonra da toplumsal bir baskıyla karşılaşıyor. Ve muhabbet.. Mail üzerinden olabilir, oturup gece yarılarına kadar sürecek bir muhabbet olabilir. Şu an yaptığımız gibi olabilir. Bu üçü eserleri, disiplini, çalışmayı geliştiren şeyler.
Dergi için mutfakta neler oluyor diye sorarsanız, maalesef demeyeyim ama şu güzel bir şey bizim için, gurur verici. Şu an adımız “red veren dergi” olarak piyasada yer almakta. Neden “red eren dergi”? En başta bahsettiğim şeylerden dolayı. Bunun bize çok faydası oldu. Üç-dört sayıda reddettiğimiz kişi tekrar yolluyor. Ama bu sefer eseri çok daha başka yerde, düşüncelerini daha iyi aktarıyor, kalitesi çok daha farklı. Bunun tersi de var. Küsen arkadaşlar, kırgın olduğunu söyleyenler.. Ama bu kırgınlık oluşturacak bir şey değil. Çünkü düşünsel ve kültürel alanda yenilenme eserine verdiğin değerle başlıyor. Sen eserine değer vermezsen, sallapati bir şekilde “Yayınlanır nasılsa, benim arkadaşlarım onlar.” diye yollarsan neticesinde karşılaşacağımız şey şu; adam kırk yaşına geldiğinde sallapati yazıyla Türk düşünce tarihini savunduğunun, edebiyatında, şiirinde şöyle bir kapı açtığını iddia etmeye başlayacak ama iddiasını kanıtlayacak bir metin olmayacak. Bu da sadece metinde içerik var mı, yapı var mı bakış açısı da değil. Metindeki bir çok unsura göre puan verip, o puanın ortalamasını alarak devam eden bir şey.
Melek: Aslında bu soruyu şunun için hazırlamıştık. Biz yazılarımızı hazırlarken şöyle bir üslup tercih etmeye çalışıyoruz. Daha yumuşak, naif olmak ve kimseyi kırmamak adına ekstra bir çaba sarf ediyoruz. Bizim misyonumuz bu şekilde.
Abdullah Enes: Şöyle bir şey var. Üslubun yumuşak veya sert olması insanın doğasına kalmış bir şey. Günümüze baktığımızda, eleştiri olarak değil ama edebiyatçılar arasında düşünce tarzını değiştirebilenler genelde serttir. Hiç naif üslupları yoktur. Kiminin de vardır. Bunu karaktere, mizaca bağlıyorum.
Melek: Biz, Bir Acayip Blog olarak genel anlamda böyle bir üslupta ilerlemeye çalışıyoruz. Dilin sertliğindense içeriğin sert olup olmadığı önemli bizim için. Sizin Fosforlu Elma olarak böyle bir üslup ayrımınız var mı?
Abdullah Enes: Bizim böyle bir kaygımız yok, yani denemekten korkmuyoruz. Üslup olarak çok farklı olabilir. Aradığımız şey şu: Yapıda kendine ait sağlam bir şey var mı, özgünlüğü nasıl? İkinci taraf ise, bir dil anlayışı var mı? Öykü bir kurmaca ve sonuçta bir öykü oluştururken kurmacayı gerçek hayata aktarabilecek öge dildir. Çünkü dil hayatta reel olarak yaşayan bir şey. Mesela üçüncü sayıya altmış tane öykü geldi, hepsi okunuyor ve metinde değerlendirilen altı, yedi kriter var. Ama bazılarına göre durum değişiyor. Özgünlük, dil, içerik, üslup, kurmaca, metinde farklılık ne yönde diye bakarak puanlandırıyoruz. Sonrasında örneğin sayının ortalaması elli beş oldu, elli beşin üzerinde on iki tane eser var. Ama biz o sayı on tane öykü yayınlayabileceğiz. İki tane en düşük eseri yayınlayamıyoruz, bu sefer ortalamamızı altmışa çekmiş oluyoruz. Yani her sayı kendi içerisinde dönen bir şey mevcut.
Melek: Dergide tercümelere de yer veriyorsunuz. Orijinal metin olarak yayınlamışsınız. Bir transkripsiyon var. Bir de mânâ olarak çeviri var. Ben bu fikri çok beğendim. Genelde orijinal metni değil de, tek bir tip olarak ya transkripte hâlini ya da günümüz Türkçesine çevrilmiş halini koyuyorlar. Sizde üç tür bir arada kullanılmış. Bu fikir nasıl oluştu?
Hüseyin: Söylediğiniz husus, şiirde gerçekleştirdiğimiz bir şey. Öyküde de orijinal metni yayınlamaya çalışıyoruz ama dergi içerisinde değil de internet sitesine koyuyoruz çok yer kaplayacağı için. Ben şahsi olarak da yabancı bir şairin şiir kitabını alacağım zaman da orijinal metin yoksa başka baskılarına, başka yayınevlerine bakıyorum. Şiir çevirisi hususunda tek başına metnin çevrilmesi bana çok yeterliymiş gibi gelmiyor. Çünkü metnin ana kısmından çok farklı bir şey varmış gibi görünüyor. Ses açısından ya da okuduğumuz şiir herhangi bir ölçü içerisinde mi yazılmış? Çeviride bunlar tam olarak sağlanamayabiliyor. En azından o dilde okunuşunu sağlamak, sadece yazılışı da yetmiyor, harflerin telaffuzu dilden dile değişebiliyor. Orijinal metin, okunuş ve tercümesini verdiğimiz zaman okur esere sağlıklı bir şekilde ulaşılabilir diye düşünüyoruz.
Melek: Şiirin ahengi aslında. O sadece orijinal diliyle verilebilen bir şey. Buna ben de inanıyorum.
Abdullah Enes: Çeviri için kişiye orijinal metin de lazım. Şu çok kolay, birisi Osmanlıcadan, İngilizceden çevirip koyuyor. Bu sefer sadece ahenk unsurları da değil mesele. Bu birikim neticede, adamın biri üç yıl sonra dergiyi açtığında bu şiirin çevirisi bir tek burada var, diyecek. Tek burada var iken ben de dile hakim değilim, çeviremiyorum ama biraz bir şeyler anlıyorum. Hem tercümeye bakıyor hem kendi anladığına ve karşılaştırdığında aklında bir alan kurmuş oluyor. Biraz da bu tarafı var, ileriye birikim olsun diye.
Melek: Piyasada daha çok nesir tarzında bir çeviri anlayışı mevcut. Pek çok eserin çevirisinde manevi kısım güzel aktarılmış oluyor belki ama insana o ahenkli havayı vermiyor.
Abdullah Enes: Çeviri çok zor bir iş. Biz bunu yaparken içimizde şüphe de oluşuyor, şiir çevrilir mi çevrilmez mi diye. Hüseyin ikinci sayıda bu konuyla alakalı bir inceleme yayınladı. Şiiri çevirmemek aslında o dilin anlayışını korumak üzerine gelişen bir şey, çünkü dil kendi yapısında farklı anlayışlar bulunduruyor. Dilin kökenine kadar gitmeye gerek yok ama şu yüzyılda bile dil kelime olarak, diğer dillerden aldığı anlamlar olarak değişiyor. Her ne kadar bugünkü anlamıyla çevirsek de mesela iki yüz yıl önceki Osmanlıca bir metinde dahi, orada kullanılan kelime ile bugün sadeleştirdiğimiz kelime arasında anlam olarak devasa bir fark bulunabiliyor.
Melek: Bana kalırsa şiir çevrilmemeli. Ama çevriliyorsa da eğer şiir, şiir gibi çevrilmeli. Mesela Can Yücel’in çok güzel çevirileri vardır şiir niteliğinde, Sheakspeare’den Hamlet gibi.
Hüseyin: Bazen ölçü ile çevirmek de çok sağlıklı olmuyor. Mesela Can Yücel, Sheakspeare’den soneleri seçip çevirmiş. Aynı zamanda Talat Sait Halman’ın da var. Halman ölçüye göre çeviriyor, Can Yücel ölçüsüz çeviriyor. Baktığımız zaman Talat Sait’in de biraz anlama kurban gittiği anlaşılıyor. Bazı yerlerde ölçüye uydurayım derken boşa çıkabiliyor.
Melek: Biz “Hangi Gök?”ün hikâyesini de merak ediyoruz..
Hüseyin: “Hangi Gök?” dediğimiz şey aslında Fosforlu Elma’dan daha eski. Biz Fosforlu Elma’ya başlamadan önce radyoda “Hangi Gök?” adı altında bir program yapıyorduk. 12 program devam ettik sanırım. Yani bunun yarısı Fosforlu Elma’dan önce yarısı sonra gibiydi. Radyo işine ara vermek zorunda kaldık. Ama orada güzel şeyler oluyordu, muhabbetin tadını almıştık. “Hangi Gök?” ismini kullanarak Üsküdar’da herkese açık haftada bir oturum düzenliyorduk. Her hafta bir konu belirliyorduk, herkesin katılımıyla bir sohbet oluyordu. Bu da bir süre devam etti. Sonra belediyeden bir teklif geldi: “Biz size yer sağlayalım, çay sağlayalım, oturumları orada yapın.” diye. Belediyede olunca tabii daha anlaşılır, daha fazla kişiye doğrudan gidebilecek bir isim olması lazım. “Hangi Gök?” dediğinizde insanlara doğrudan sıcak gelmeyebilir. Şu an orada “Atölye” adı altında yapmaya devam ediyoruz. Bunu da fırsat buldukça üçüncü sayıda olduğu gibi üç dört kişi bir araya gelip metin şeklinde de “Hangi Gök?” ismini sürdürmeye çalışıyoruz.
Abdullah Enes: “Hangi Gök?”de göğümüz mesela o sayıda “Kalıcılık ve Şiir” Bunu bir çok şeye bağlarız. Bir metafor oluşurken başka desteklerle oluşuyor. “Hangi Gök?” bizim için esasında şöyle bir şey, dergi hiç bitmeyecek gibi düşünüyoruz. Çünkü bu devam eden bir süreç. Dinamik kalmayı sağlıyoruz.
Melek: Ben aslında çok samimi buldum, orada aranızda geçen muhabbeti. O yüzden ilgimi çekti.
Mehmet: Dergiyi incelediğimde gözü yormayan, sade, okuyucuya direkt istediğini veren bir tasarım var. Tasarım sizden bağımsız olarak mı gelişti yoksa oturup bir dizgi mizanpaj yaptınız mı? Bir de dergide tasarım sizin için neyi ifade ediyor?
Abdullah Enes: Ben Konya’daydım. Ahmet Demir diye tasarım yapan bir ağabeyimiz var, çok yardımı dokunmuştur bize. Derginin de sanat editörüdür. İlk gittikten iki ay sonra bir taslak oluştu ama bizim kafamızda olan şey minimalist bir anlayışı benimsemekti. Yani yormayan ama görsellerle desteklenen. Karmaşık değil, basit ama içindeki karmaşıklığı hafifleten. Birçok yükü hafifleten, okura daha naif bir şekilde gitmesini sağlayabilecek neler olabilir diye düşündük. Tasarım bu şekilde oldu, üçüncü sayıda dalları kaldırdık zaten. Yavaş yavaş aklımızda oluştukça değişen bir mizanpaj var. Daha çok kapak tasarımı işini Ahmet ağabey yapıyor, eserler bizde olduğundan dolayı dizgiyi de biz yapıyoruz.
Tasarım oluşurken aklımızda neler var, kullanılabilecek öğeler nelerdir diyerek onları belirledik. Renk seçimi olarak ilk derginin kapak resmi yeşildi, sonuncu da yeşil olacak. Aradaki kapaklar ise beyaz. Bir karar alındı ve o karar uygulanıyor. Tasarımın tekniksel tarafında bizim yaptığımız bir şey yok. Tamamen Atölye Balık yani Ahmet Demir’e ait. Kapakta mesela benimsediğimiz bir şey var. Dördüncü sayıda Allah nasip ederse tahterevalli olacak. Elma bizim için bir gösterge, bir logo. Disiplinler arası, anlamlar arası, kişiler arası şeyleri yansıtabilecek şekilde renklerin de uyumuyla devam eden bir anlayış mevcut. Burada da minimalist sanat dediğimiz şey ortaya çıkıyor. Minimalist sanatı da dünyada uzun süre kullanabilen, estetiğin bulunduğu tek medeniyet İslam. Karmaşıklığa değil de şekle, içinde bulunan anlama yüklenmesiyle devam eden bir şey, örnek olarak Kabe bir küptür, bu sadece onun şeklidir. Geride kalan bütün anlamı ise insanlara aittir. Elmayı kullanırken en başta bahsettiğimiz bilgelikle bu yola çıktık ve birçok engelle karşılaşacağımızı biliyoruz. Bu bizim için bir imtihan.
İkinci sayıda kağıt gemi kullandık. Bizim için anlamı Nuh tufanıydı. Tufandan sonra yeni bir insanlık, yeni bir anlayış başladı. Üçüncüsünde ise dünyayı kullandık. Artık belli bir birikim oluştu ve insanlar bir zihniyete sahip oldu, belli bir dogmalaşma başladı. Bundan sonra da tahterevalli olacak. Biraz daha insana ait ne var, insanın özelliği nedir? Bundan bahsediyoruz. İnsan yaklaşandır, uzaklaşan değildir. O yüzden tahterevallide biraz daha tecrübe, insan, adalet duygularını göstermeye çalışacağız. Tasarımda dikkat ettiklerimiz bunlar. Tek metafor üzerinden genişleyen bir anlam yelpazesi var. Çok fazla karışıklığa yer vermek istemiyoruz.
Mehmet: Son sorumuza da soralım. Bir Acayip Blog hakkında ne düşünüyorsunuz?
Abdullah Enes: Ben haftada bir girmeye çalışıyorum. Tanışıklığın bir sorumluluğu olarak görüyorum. Okur-kitle etkileşiminiz çok hoş. İçerikte kendinize göre bir şablon oluşturmuşsunuz, bu da çok güzel. O şablonu doldurmaya çalışıyorsunuz yani kim ne yaptıysa gelsin doldursun mantığı yok. Çok önemli bir şey bu, çünkü internette zaten fazlasıyla blog var. Allah yolunuzu açık etsin. Hepimizin. Engelleri kolay bir şekilde aşmamızı nasip etsin. Çünkü bu yaşlarda yapılacak şeyler değil bunlar. Kırk yaşına gelip de her şeyi elinize aldıktan sonra yapılacak şeyler.
Melek: Aslında bu yaşlarda uçmak daha kolay oluyor. Yani önünüzde çok fazla engel yok. O zaman sizi sınırlayan, kendiniz oluyorsunuz.
Bu sözlerle, minnettarlıkla, samimiyetle ve teşekkürlerle noktalıyoruz güzel sohbetimizi. Yollarımızın kesişeceği bir sonraki âna kadar; evvela Fosforlu Elma’nın tahteravallili dördüncü sayısını, daha sonra ise dergi kapaklarının bembeyaz yüzüne düşecek binlerce mânâyı dört gözle bekliyor olacağız. O ‘yeşil sayı’nın ise gelmesini hiç istemeyerek..