Türkolog, yazar ve Mostar Dergisi editörü Davut Bayraklı ile Semerkand Yayınları’nda gerçekleştirdiğimiz keyifli sohbeti Bir Acayip Blog okurları için derledik.
Davut Bayraklı eserlerini ortaya koyarken edindiği derdi okuyucularına nasıl açıklar?
Bizim daha önce yazdığımız yazılarda da vardı. Bir yazarın yazma serüvenini, çalışma masasını, bir eseri oluşturma hikâyesini anlatırken, bunun bir dert olarak aslında okuyucuya verildiğine inanıyorum. Bir metnin alt katmanında yazanın derdi vardır. Yazılarımda ayrıca mesaj verme, ayrıca bir şey iletme derdinde değilim. Benim bir derdim, sıkıntım var ve bununla ilgileniyorum. Basit, sade ve açık bir dille yazdığımı düşünüyorum, bunun için de özel bir çabam yok. Yazı tarzımın yıllar içerisinde böyle geliştiğini gördüm. Hasbelkader 10 yıldır yazıyorum, bu kendiliğinden gelişen bir tarz. Benim derdim, sıkıntım varsa bunu yazıyorum ve yazdığım zaman da direk okuyucuya gidiyor diye düşünüyorum. Bu noktada okuyucu nasıl görüyor, algılıyor bilmiyorum. Sonuçta yazdıklarımın da bir alt metni var. Bu alt metinde, okuyucu nelerle iştigal ediyor bilmiyorum. Davut Bayraklı olarak daha çok, dertlendiğim konuları yazıyorum. Şu konu insanların ilgisini çekiyormuş, şu konu popülermiş de onu yazayım gibi bir derdim olmadı. Özellikle popüler konulara girmemek veya girmek gibi bir derdim de yok. Genel anlamda dert edindiklerimi yazıyorum. Son dönemlerde tarih alanında yazdığım için ülkede çok konuşulan tarihi meseleler de ilgimi çekiyorsa, derdimi açıklamama yardımcı oluyorsa yazmaktan çekinmem.
Sezai Karakoç’un “Hızır ile Kırk Saat” adlı eserini tamamlayış hikâyesinin, şiirin Sedat Umar’ın hayatındaki yerinin, batı dünyasındaki yazar/şairin yazma alışkanlıkları ve eserlerini oluşturdukları ortamların Davut Bayraklı için önemli olduğunu yazılarınızdan öğreniyoruz. Sizin için bu durumun ilgi çekmesinin bir sebebi var mıdır? Davut Bayraklı’nın yazı hayatının ilk noktası olarak nitelendirdiği bir hikâyecik (anekdot) varsa bizimle paylaşır mısınız?
Bu yazıları yazmamdaki başlangıç noktası şu olaydır. Bir dönem Edebi Fikir’e üç ay süreyle yazı yazmamıştım. Editör arkadaş da sıkıştırmaya başlamıştı. Ben de masama yazı yazmak için oturdum, fakat ortaya tamamen farklı bir yazı çıktı. Editör arkadaş da yazıyı beğenince ikincisi ve üçüncüsü geldi, burada biter sandım. Bu yazıların peşi gelmeye devam edince, ben de yazmaya devam ettim. Bu yazıları yazdıktan sonra şunu fark ettim: Yazarların eserlerini oluştururken arka planda muazzam bir yaşanmışlık veya yoğun bir düşünce duygusu var. Bu yazıların nihayetinde klasik eserler ya da klasikleşmiş yazarlar üzerine yazılarımı yazdım. Çünkü bu eserler yaşamdan kopuk değiller, eserin müellifi de bizimle beraber yaşıyor. Yazar, bu serüven içerisinde metnin matematiğini oluştururken kendisinden de bir şeyler veriyor. Bu yazarların eserleri tamamen distopya değil, öyle olsa bile bir yaşam planı, ideal bir hayat, insan veya toplum planı var. Bu düşüncelerini kâğıda döküyorlar.
Evet, hayalî bir metinin, çıkış noktası ütopyadır ama o çıkış noktasının arkasında da sosyal hayattaki durumdan memnun olmama ve daha iyisini gösterme derdi vardır. Bizler, onların yanında amatörüz. O zaman diyorsun ki, kendi kalemimi güçlendirmem için “Benden öncekiler ne yapmış?” sorusuna cevap vermem gerekir. Benim mesela yazı yazarken kendime ait rutinlerim var, ben bunları bilerek belirlemedim. Zaten bunları bilerek belirliyorsanız işin içine kurgu giriyor demektir. Kurgu, hikâye ve romanda güzeldir. Kurgusal metnin dışına çıktığınızda, kurgu doğallığını kaybeder, suni olur ve artık okuyucuyu yakalayamazsınız. Ben de bir süre sonra rutinimin olduğunu fark ettim. Dönüp bakıyorum, birçok yazarın hem gün içerisinde hem de çalışma masalarının üzerinde bir rutini var. O masayı farklı bir şekle sokuyorlar. Mesela bir tanesi yatağa takım elbisesiyle giriyor ve orada yazılarını yazıyor. Bir başkası işçi tulumuyla yazıyor. Çalışma masasına kuru kafa koyan var. Honere de Balzac ayağının altına bir leğen alırmış, leğen içerisine su koyar, çoraplarını çıkarır ve ayaklarını o leğenin içine koyar, kafasına yünden bir şapka, boğazına yün bir atkı alır, bir mum yakar ve öyle yazmaya başlarmış. Peki, bu yazım tarzı metne ne kadar etkili? İşte orasını bilemem. O metni oluşturacak o ruh hali, odanın ve masanın o şekilde kurgulanması yazım tarzına nasıl bir etki yapıyorsa, orada Goriot Baba, Eugenie Grandet ortaya çıkıyor. Bazısı belki yazı ile ortam arasında romantik bir bağ kuruyor, bazısı da yazıyı rahat yazacak bir ortam oluşturuyor. Bu işte romantik tarafı biraz fazla olan John Fante gibi, biraz daha duygusal metinlerde ortamlarının da daha duygusal olmasını aramıştır yazarlar. Mesela Deyan Dukovski, şiir okuduğu yerlere gidiyor ve ağlamaya başlıyor. Bu yazarın akşam evine gittiği zaman ya da kendi eserini yazarken duygusal bir atmosfere ihtiyacı varsa, duygusal bir ortam oluşturma çabası içerisine giriyor. Bazı yazarlar/şairler sadece duygusallık aramıyor, yazılarını ortaya koyarken tütün, alkol kullanıyor, zihnini dinç tutmak için çeşitli yolları tercih ediyor. Bazı yazarlar uykusuzluktan çok muzdarip ve amfetamin kullanıyor. Bu yazar uyumak istiyor, çünkü uykusuzluk zihni dağıtır. Çalışma masasına daha dinç oturmak için uykusuzluğunu gidermek istiyor ve bunu doğal olamayan yollardan başarmak zorunda kalıyor.
Benim takıldığım nokta şu, gündelik tekrarları yazarı masaya çeken, üretkenliğe götüren bir şey ise, bunun masadan kalktıktan sonraki gündelik hayata da olumlu bir yansıması olması gerekir. Mesela Japon yazar Haruki Murakami’nin rutini ile Paul Sartre’nin günlük rutinleri arasında dağlar kadar fark var. Sartre düzenli alkol kullanıyor, hem de bir insanın karaciğerini son noktaya götürebileceği kadar kullanıyor ve bunların yanında haplar ve tütünler de var. Bunun için alkol kısmını sürekli es geçtim. Çünkü reklamın iyisi kötüsü olmaz. Ancak yazarların zihnini dinç tutmaya çalıştıkları suni yolları anlatmaya çalıştım. Şimdi bizim ruh dünyamızda ne var? Bir çay demlersin, demlediğin çayı anında içersen, bu zihni dinç tutar. Çayın tadı biraz bozulabilir ama içine 4-5 adet karanfil atarsan, gün içerisinde de bu hali birkaç defa tekrarladığın zaman kafeine ve kahveye ihtiyacın kalmaz. Bitki çaylarının ayrı ayrı özellikleri ve demleme süreleri var; bu bir sanat ve kullanacaksan, bunu bileceksin. Bu durumu Batı dünyası keşfedemediği için zihni dinç tutma yollarını farklı şekillerde aramaya başlıyor. Batı dünyasında zihni dinç tutmanın güzel yollarını keşfeden yazarlarda da var. Bu bahsettiğimiz yazarlar dünya savaşlarını görmüş insanlar, 1945’ten sonraki hem ekonomik buhranı, hem de sömürge ülkelerde var olan katliamları mesela. Bu yazarlar büyük yıkımlar görmüş. Jacques Derrida gibi yazarlar, bu saydığımız sıkıntılar içerisinde yaşıyorlar ve yazıyorlar. Sonuçta söylemek istediğim şu, bu kadar büyük yıkımları görmüş insanların ürettikleri metinlerde de bir yıkım var. Özellikle Batı edebiyatında yapısökücülük, metne yaklaşım tarzını tamamen değiştirmiş, çünkü gördükleri yıkımların altında kilise ve kutsal metinler var. Batı düşünürleri de, kilise metinlerinde hata olduğunu saptamışlar, metinleri yeniden okumuşlar, yorumlamışlar. Batı dünyasında var olan yapıyı sökmüşler ve onu yeniden kurmaya başlamışlar. Batı dünyası metne yaklaşımdaki çıkış noktalarını bu şekilde belirlemiştir. Çünkü büyük bir yıkımdan gelmiş ve bu yıkıma neden olan sebepleri tekrar elden geçirme kararı vermişler.
Sonuç olarak, bir yazar yatakta yazıyor, bir tanesi salonuna 6 tane yüksek masa kurmuş, bu masalar etrafında gezerken düşünüyor ve hangi masada aklına bir şey gelmişse oradaki masada not alıyor, tekrardan tur atıyor ve en son, masadaki kâğıtları topluyor. Bu yazar, yazının iskeletini kurduktan sonra diğer kısma geçiyor. Peki, bu rutinlerin bize ya da bana faydası ne? Şunu görüyorum, her yazının bir alt metni var ve bunları bilmek bir disiplin kazanmaya yardımcı olabilir. Bizim dışımızdaki insanlar nasıl yazıyor ve nasıl yaşıyor diye baktığımızda bir disiplin elde edilebilir. Ancak burada bir rutini kendimize seçmemiz gerekir. Beethoven bağırarak banyoya girermiş, küveti su ile doldurur ve banyo yaparken notalarını mırıldanırmış. Hatta sesi de biraz kötüymüş galiba, hizmetliler kaçarmış.
Ressamın, şairin, yazarın veya müzisyenin ayrı bir rutini var. Sanat anlamında ortaya eser koyan herkesin ayrı bir rutini var. Mesela Stephan King, korku hikâyeleri ve romanları yazıyor. Bunun yanında kült olmuş bir eser Yeşil Yol’u ve Esaretin Bedeli’ni yazmıştır. Ben mantıken, bu adamın çalışma masasının bir yanında kuru kafa, bir tarafta kemikler vardır diye düşünmüştüm, ama hiç de öyle değil. Çok sade ve basit bir çalışma masası var. Orada şunu anlıyorsun, çok ünlü bir yazar olmak için garip rutinlere gerek yok. Murakami’nin bir köşkü var. Sabah uyandıktan sonra koşu yapıyor, yüzüyor ve ondan sonra yazı yazıyor. Bizim yazmak için havuza ve köşke ihtiyacımız yok. Murakami yazmaya başladığı zaman köşkü veya havuzu var mıydı, bilmiyorum. Bu rutinlerin şart olduğunu varsayarsak Fante’nin yazamaması lazımdı. Daha barizi Kafka! Hayatı boyunca sevmediği bir işi yapmış. Sabah işe giderken lanet okuyarak gitti belki de, yani mutsuz olması kaliteli bir eser koymayacağı anlamına gelmez. Buradaki birinci iş yetenek, ikinci iş bir rutin ama bu rutinin belli ve kendine has olması gerekir. Bazı yazarlar gece olmazsa yazamam diyor, bazıları da gece şeytanlar yazar diyor. Yani herkesin bir yazma zamanı var ve buna riayet ediyor. Yazma işi aynı zamanda bir disiplindir.
Sorunun ikinci kısmını yineledik ve sohbetimize kaldığımız yerden devam ettik:
Benim de belli rutinlerim var. Mesela kalem takıntım var, masamın üzerinde tükenmez kalemlerim ayrı, kurşun kalemlerim ayrı, uçlu kalemlerim ayrıdır. Ben genelde Türk sanat musikisi dinlerim, son 30 yılı dinlemiyorum. Bazı zamanlar Yeşilçam filmi kullanıyorum, oradaki ölçüm de filmin siyah beyaz olmasıdır. 1950’lerden başlayıp 1970’e kadar olan filmleri izliyorum. Bir şeyler dinlemeden yazamıyorum, sessizlikte hiç yazamam desem abartmış olmam.
Kitaplarla ilgili hikâye çok ama belli başlıları ilgimi çok fazla çekiyor. Mesela takım elbiseyle, yatağa girip yazma alışkanlığı çok dikkatimi cezbetmişti. Sezai Karakoç’la ilgili tez çalışması yaparken karşılaştığım çok özel bir anı olmuştu. Sezai Karakoç, “Hızır ile Kırk Saat” adlı eserini yazarken, limana kırk gün boyunca gidip geliyor ve bu yürüyüş esnasında bir kıraathanede oturuyor, orada yazıyor. Eseri tam kırk günde yazıyor. Necip Fazıl hakkında çok kötü bir bilgi kirliliği var, buna çok fazla engel olunamıyor. Necip Fazıl’la ilgili de birçok hikâye var ama bunları teyit etmediğimden, Üstat ile ilgili bilgi kirliğine katkı sağlamamak için paylaşmak istemem. Mesela Ernest Hemingway, Silahlara Veda isimli romanının sonunu 38 defa yazıyor, siliyor ve yazdığı 39’uncu son ile eserini tamamlıyor. Bu böyle yapıldı diye de, herkesin böyle yapmasına gerek yok. Bazı eserlerin bazı bölümleri yazarda veya okurda farklı şeyler oluşturabilir. Aslında burada önemli olan küresel güçlerin destek vermesiyle bir şeylerin olması değildir, küresel güçler bile yeteneği olmayana destek vermezler. Bir yetenek olmadan başarıya ulaşılması imkânsızdır ama yetenek de tek başına yetmez. İnsanın var olan bir yeteneği işlemesi gerekir. Bu yetenek nasıl işlenir? Çalışma disiplini ile günlük tekrarlarla olur. Yazarda bir entelektüel birikim yoksa okumuyorsa, araştırmıyorsa yetenek bir işe yaramaz.
Şunu da unutmamak gerekir: En iyi, iyinin düşmanıdır. Sen en iyiyi yapmaya çalışırken, iyi olanı kaçırabilirsin. Bu noktada bir ölçü tutmak gereklidir. Bir metin ortaya konulmuşsa, birkaç saat sonra tekrar okumak ve hatta başkasına da okutmakta fayda vardır. Bu durumda, bizim zihnimizde okurken tamamladığımız yazı, bir başka gözle bakıldığında eksikleri ve daha güzel olması açısından istişare edilebilir.
Edebiyat ve ideolojiyi birbirinin ayrılmaz parçası olarak gören kuramcılar vardır. Edebiyatın ideoloji ile iç içe olmasının bize kazandırdıkları veyahut bizden götürdükleri nelerdir? Buna mukabil Sezai Karakoç’u bu ilişkide nasıl değerlendiririz?
Edebiyat ve ideoloji birbirinden ayrılmaz görülüyor. İdeolojiler, edebiyatı bir araç olarak, ortaya koydukları fikri destekleyecek bir payanda olarak kullanıyorlar. Bir gerçek de var ki, bir ideoloji içerisinde hapsedilmiş edebiyat daima kısırdır. Özellikle Sosyalist ve Marksist düşünürlerde, devletin ideolojik aygıtları sayılırken edebiyat da zikredilir. 1917’deki Bolşevik İhtilali’nden sonra bu durumun çok canlı örneğini görüyoruz. Maksim Gorki’yi sanatçı yapan eserler 1917’den öncedir. 1917 sonrası Bolşevik İhtilali’nden sonra çok az yazmış ve eskiyi yakalayamamıştır. İdeoloji insanın zihnine bir ket vurur. Çünkü ideoloji, yazarken belli kalıplar ve sınırlar içerisinde, mesajı olan metinler bekler. Sanat veya edebiyat böyle bir şey değildir. Sanatçı bir eser ortaya koyacaksa eğer, bunu doğallığı içerisinde geliştirmesi gerekir. Burada ideoloji devreye girerse, edebiyatın verimliliği ve samimiyeti ortadan kalkar. Bir yazar veya şair eseri yazdıktan sonra eser ondan çıkar. Şiirin durumu biraz daha farklıdır. Şiir aslında şairin bile değildir. Her okuyan ne alıyorsa, şiir odur. Örnek olsun diye şunu paylaşayım. Yanlış hatırlamıyorsam eğer, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın torunu okuldan geliyor. Dağlarca’nın torununa okulda bir ödev verilmiş. Bu ödevde, bir şiir anısıyla beraber yazılacak. Torun da, dedesinin bir şiirini yazmış ve okula götürüp okumuş. Öğretmen, öğrenciye bu saçma şeyleri nereden öğrendiği sormuş. Bu durum bir ironidir, doğru olmasa bile buradan bir çıkarım yapılabiliyor. Sezai Karakoç’un, “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirini, bir arkadaşım direk kendisine sormuş ve kendisi de: “Ben aslında bu şiiri İstanbul’a yazdım. İnsanlar çok beğendi, çok sevdi ve onu Peygamber Efendimize yazılmış gibi algıladı. Bu artık okurun tercihidir.” Bu gerçek değişmese de, insanlar öyle kabullendiler. Aslında Üstadın bir naatı vardır, Gündönümünde.
Edebiyat genel anlamda ideolojilere alet olduğunca kısırlaşır ama okuyucularınla doğal akış çerçevesinde buluştuğu sürece değer kazanır. Türkiye genelinde özellikle 1940’lı yıllarda hükümetler edebiyatı örnek bir vatandaş tipi oluşturmak için kullanıyorlardı. Bu edebiyatta yazarın üzerinde ideoloji yer yer baskı oluşturmuştur. O dönemde bu duruma Sabahattin Ali çıkmaya çalışmıştır. Kimileri karşı çıkıyor ama bir yerde tıkanıyor, kimileri de sonuna kadar bu eylemini devam ettiriyor. 1930’larda Yakup Kadri’nin romanlarında, Reşat Nuri, Refik Halit’in eserlerinin bir kısmı içerik olarak, kurgulanan karakterler, karakterlerin iyi özellikleri, kötü karakterlerin özellikleri resmi ideolojiye hizmet için yapılmıştır. İyi karakterler aydın ve yakışıklı/güzeldir, karşıdaki kişiler hilafetçi, saçı sakalı birbirine karışmış kötü kişilerdir. Bunlar daha sonra beyazperdeye aktarılıyor ve oradaki seçimlerde özeldir ve dikkatle seçilmiştir. Kemal Sunal’ın da oynadığı Üç Kâğıtçı filmdeki duacı Arif adında tipleme dikkatle ve özenle seçilmiştir. Tip olarak saç/sakal karışmış, kıyafet berbat, konuşma üslubu çok kötü ve ötekileştirici bir durumu var ve bu adamın ismi “Duacı Arif”… Dini bir unvan ve bu unvanın yanında normal bir isimle sürekli olarak insanları kandıran, ötekileştiren tiplerle maneviyatı aradan çıkararak, ideolojinin istediği vatandaş tipi ortaya çıkarma gayreti var. İnsanların ruh dünyasında böyle bir karşılık yoktur. 1930’larda Türk sanat musikisi yasaklandı. Bu zihniyet nereden geliyor? Onların kafalarında bir vatandaş tipi var, kurallarla ve kanunlarla. Bu yetmeyeceği içinde şiiri, edebiyatı, romanı, öyküyü, hikâyeyi, tiyatroyu kullanılacaklar. Bu eserlerde ideolojinin istediği karakterler iyi ve güzel olacak, sonunda kazacak. Yakup Kadri, Bektaşileri eleştirdiği Nur Baba eserini yazmadan önce Bektaşi tekkesine ihvan olarak katılıyor. Bu kitabı ortaya koyduktan sonra, Bektaşilerin tepkisini üstüne çekiyor. Bu eserin çoğu yalan dolan şeylerdir ve bunların içinde küçük grupların yapmış oldukları hatalar da ballandıra ballandıra anlatılmıştır. Bu eser daha sonra beyazperdeye gidiyor. 1921-22 yıllarında İstanbul’da İngiliz valisi söz sahibi, çünkü İstanbul işgal altındaydı. Nur Baba filminin dış çekimlerinin bir kısmı Eyüp Sultan Camii’nde yapılıyor. Bektaşiler seti basıyorlar ve başrol oyuncularını dövmeye çalışıyor hatta bir tanesi kaçınca adamı baya bi’ kovalıyorlar. Bu patırtı, İngiliz valisine iletilince filmi yasaklıyor. Bu film daha sonra Cumhuriyet döneminde hiçbir problem olmadan yayınlanıyor. İngiliz’in gösterdiği hassasiyeti, bizim içimizdeki İrlandalılar göstermiyor veya gerek duymuyor.
Sezai Karakoç’un parti kurması farklı bir durumdur. Üstadın kurduğu Diriliş Partisi, Türkiye’deki parti ve siyaset anlayışıyla yan yana gelemez bence. Çünkü Türkiye’deki siyasi parti tanımı, klasik demokratik yapı içerisindeki kısır bir anlayıştır. Sorunun ikinci kısmı aslında üzerinde konuşulacak başlı başına bir konu. Şu mesele de var, resmi ideoloji her zaman Sezai Karakoç’u es geçmiştir, çünkü ideolojinin baskı altına alamayacağı bir düşünce yapısına sahiptir. Resmi ideolojiyi aşan ve üstünde bir fikriyatı vardır Sezai Karakoç’un. Resmi ideolojinin yanında yürümediği ve kol kola girmediği için bugün, yayınevinde tek başına oturuyor. Üstadın kıymeti bilinmiyor, çok değerli bir münevverdir ve özellikle Diriliş Külliyatı çok önemlidir ve es geçilmemesi gerekiyor.
Üstat Sezai Karakoç için ayrı bir sohbet yapmamız gerektiğini düşünerek ve umarak diğer sorumuzu soruyoruz:
“Mücahid Mürşidler” adlı eserinizde her biri çok kıymetli İslam kahramanlarına yer vermişsiniz. Ancak bilhassa Şeyh İzzeddin el-Kassam’ın (k.s) İslam davasına katkılarını nasıl değerlendirirsiniz?
“Mücahid Mürşidler” kitabından birkaç tane amacımız vardı. Birincisi, tasavvufun insanları pasifleştirdiği gibi muazzam bir yalan var. Biz de bu yalanı ortaya çıkarmak için tasavvuf ehli olan güzide insanların hayatlarının nasıl cihatla geçtiğini anlatalım dedik. Bu biyografilerden bir tanesi de İzzeddin el-Kassam’a (k.s) ait. Ahmed es-Senusi (k.s) de Anadolu’ya geliyor ve Milli mücadeleye katılıyor. El-Kassam’ın ayrıca Senusi tarikatıyla bağlantısı var. Şeyh Şamil ne kadar önemliyse, el-Kassam’da o kadar önemlidir. Bizde Şeyh Şamil (k.s) daha çok yazılıyor, çiziliyor ama İzzeddin el-Kassam biraz geri planda kalıyor. Hatta o yüzden İzzeddin el-Kassam’ı yazdık ve hayatından bazı anekdotları da koyduk kitaba. Çünkü kişiliği ve karakteriyle ilgili ipuçlarına ulaşıyoruz bu anekdotlardan. İzzeddin el-Kassam’ın merkezinde Filistin davası var, o coğrafyanın ve o toprakların önemini anlatmaya çalışıyor. Çünkü tehlikeyi görüyor, resmi bir terör devleti kurulacağını görüyor. Belki modern anlamda ilk terör devletidir İsrail, modern anlamda işgal üzerine bina edilmiş ilk terör devletidir. İzzeddin el- Kassam, bu tehlike için savaşıyor, çareler arıyor ve sonucunda da şehit düşünüyor. Kassam (k.s) bunları yaparken, diğer taraftan tasavvufî yönde mürit yetiştirmekten ve ilmi çalışmadan vazgeçmiyor. Eğer pasiflik buysa, ben, tüm insanlığa tasavvufun pasifliğini tavsiye ediyorum. Bugünkü Kassam Tugayları daha sonradan kuruluyor ve el-Kassam’ın (k.s) ismini alıyor.
Davut Bayraklı’nın sözünü kesiyoruz ve bugünde halen Kassam Tugayları ilmi vazifeden de geri durmadıklarını hafız ve üniversite mezunlarından oluştuğunu hatırlatıyoruz ve sözü tekrardan kendisine bırakıyoruz:
Bu konuda çok konuşulacak şeyler var. Mevzunun özü şu, biz bir işe giriştiğimiz zaman zafere odaklanırsak Hakkın rızasından saparız. Müslümanın gayesi zafer kazanmak değildir. Biz bunu “Mücahid Mürşidler” kitabında yazmıştık. Libya’da İtalyan hâkim, Ömer Muhtar’a (k.s) soruyor;
-Siz, bizi bu kadar güçle yenebileceğinizi mi düşünüyordunuz?
Ömer Muhtar cevap veriyor:
-Hayır!
İtalyan hâkimi neden savaştığını soruyor ve Ömer Muhtar büyük bir vakarla cevaplıyor
-Ben savaşmakla vazifelendirildim, galibiyet Allah’ın işidir.
Bugün Müslümanların yaşadıkları sıkıntı, modernizme teslim olmakla beraber sonuç odaklı çalışması. Bir İslam ümmeti ve küfür ümmeti var. Bugün maalesef Müslümanlar, küfür ümmetine bakıp kendisine çeki düzene veriyorlar. Müslüman âlemi zaten atom bombasını bulamazdı, bulmamalıydı. Nikola Tesla’nın bazı buluşları var, bu buluşlarını daha çalışma aşamasında imha etmiştir, çünkü insanlığa büyük zararını dokunacağını düşünmüştür. Müslümanların, Tesla kadar bilinci olması gerekir. İnsanlara kitleler halinde ölüm ve zulmü getirecek bir şeyi kullanamazdık. Çünkü savaş ahlakında Hz. Peygamber (s.a.v) ağaçlara, çocuklara, yaşlılara ve kadınlara dokunmamamızı emrediyor. Demek ki kullanamayacağımız silahı da icat edemezdik. Şimdi savaşta karşıdaki yapmış ve ne yapacağız? Sen yapman gerekeni yap, hayatını sünnete uydur ve ehl-i sünnete uygun yaşa, zaferin kimin olduğuna bak. Bazen ileri gitmek için birkaç adım geri gelmek gerekir. Eğer yeryüzünde bir grup insan yenilmeyecek olsaydı, o insanlar Uhud’da savaşanlar olurdu. Demek ki, “Hak ve hakikat bizde ve kesinlikle yenilmeyiz” düşüncesi yanlıştır ve bizleri daha da geriye götürür.
Biz burada araya girerek, “Biz Batı’nın kurduğu oyun düzenine tabi oluyoruz ve eğer Batı gibi sonuç almadığımız yerde düşünmeyi ve savaşmayı kenara bırakıyoruz. Bu durumda ümmetin daha da gerilemesine ve zilletle düşmesine neden oluyor.” Burada sözü tekrardan Davut Bayraklı ’ya bırakıyoruz:
İslam ümmetinin hareket noktası, merkezi –söyleyeceklerim hayalî gelebilir- sadece ve sadece Hakkın rızası olması gerekiyor. Hakkın rızasını ararken de, yaşam tarzımız kesinlikle Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnet-i seniyyesine uygun olacak. Hayatü’s-Sahabe eserinde anlatılan sahabenin ve Peygamberimizin (s.a.v) yaşamını görüp, içselleştirip ona göre yaşamamız lazım gelir. Bu düsturdan ayrılmazsak, mutlaka müminlerin hayrına sonuç doğacaktır. Çünkü herkesin hesabı olduğu gibi, Allah’ında bir hesabı var ve bu hesap müminlerin hayrınadır.
Son sorumuzu soruyoruz ve bitmesini istemediğimiz sohbetin sonlarına geliyoruz:
Malcolm X’in hayatını hac öncesi ve hac sonrası olarak ikiye ayırırsak, bu iki dönem hakkında neler söylersiniz? Malcolm’un günümüzdeki ABD’ye ne gibi etkileri olmuştur?
Malcolm en çok konuştuğum, anlattığım ve yazdığım İslam münevverlerindendir. Belki sadece Malcolm üzerinden konuşsak, ayrı bir sohbet çıkar. Kısaca özetlemeye çalışayım ve soruya tek kalemde cevap vermiş olayım.
17.yüzyılda ABD keşfedildikten sonra büyük toprak zenginleri ortaya çıkıyor. Büyük ve verimli geniş toprak alanları vardı ancak bu toprakları işleyecek insan gücü yoktu. Kıtanın yeni sahipleri bu sorunu, Afrika’ya açılarak siyahi insanları köleleştirmek suretiyle çözme yoluna gittiler. Bir hayvana bile gösterilmeyecek muameleyle siyahîleri pamuk tarlalarında çalıştırarak yeni kıtayı inşa ettiler. Seyyid Ahmed Arvasi’nin güzel bir sözü vardır, İslam topluluğunu anlatırken şöyle söyler; “Kendi geleceğini ve mutluluğunu hiçbir toplumun kan ve gözyaşı üzerine kurmamış medeniyettir.” Bugünkü Batı medeniyeti, kendi halkına sunduğu imkânlarını, kendinden daha zayıf olan halkların kan ve gözyaşı üzerine bina etmiştir. O gökdelenlerin temeli kuru kafalar üzerindedir. Bu süreç 1930’lu yıllara kadar böyle geldi, 1930’lu yıllar ABD’de iki tane değişik adam ortaya çıktı. Bir tanesi Malcolm X’in babasını da etkileyen Marcus Garvey idi. Bu ekol, siyahilerin anavatanın Afrika olduğunu, oraya tekrardan dönmesini gerektiğine inanıyordu. Malcolm ‘un babası da, bu fikre inanıyordu. Bu inancı yüzünden bir gece beyazlar tarafından dövülerek öldürüldü, trenin altına atıldı. Malcolm o zaman 6 yaşındadır. Bu dönemde gene Elijah Muhammed diye birisi ortaya çıktı. Elijah da, Tanrı’nın siyah bir insan suretinde Amerika’ya indiğini, kendisiyle görüştüğünü ve elçi olarak seçtiğini, daha sonra siyah insan suretinden çıkıp göğe çekildiğini anlatıyordu. Bu anlatıma baktığımız zaman, Amerika’daki Hristiyanların dini anlayışının, siyahî versiyonudur diyebiliriz Elijah Muhammed’in anlayışına. Elijah’nın İslam’ı tepkiseldir, beyazlar var ve bu beyazların bir dini var. Bu dinin adı da Hristiyanlık, o zaman biz de siyahız ve bizimde bir dinimiz olacak. Nedir bu? İslam’dır, çünkü beyazlar İslam’dan korkuyorlar ve sevmiyorlar. Malcolm böyle bir zaman içerisinde dünyaya geldi, ABD’de halen siyahlara uygulanan orantısız bir güç var. Halen Amerika’nın belli bölgelerinde siyahlar arabalarını önüne oturamaz, belli bölgelere beyazlar giremiyor. ABD siyah-beyaz meselesini çözmüş değil, ama güçlü olduğu için problemlerinin üstünü kapatabiliyor. Malcolm da gençliğinde beyaz özentisiyle yaşıyor, saçını kızıllaştırmaya çalışıyor, Detroit ve Harlem arasında ilginç bir yaşamı var. Daha sonradan cezaevine giriyor, Malcolm’a cezaevinde, kardeşi bir Kur’an hediye ediyor, Elijah’ın fikirlerinden bahsediyorlar. “Beyaz adamın şeytan olduğunu” söylüyor ve bu düşünce Malcolm’a çok cazip geliyor. Hayatının tamamına bir göz atıyor, tanıdığı tüm beyazlar kendisine haksızlık yapmış, ahlaksızca davranmıştı. Cezaevinden çıktığında Elijah’a katılıyor ve 1960’a kadar süreç böyle geliyor. 1963’te karısı Betty Şahbaz’ın uyarılarıyla, cemaat içerisinde bir takım bozukluklarının olduğunu fark ediyor. Malcolm, bu problemlerin Elijah’dan değil de, cemaat içerisindeki bir takım kimselerden kaynakladığını ispatlamak için harekete geçiyor ama sonuçta kanaat getiriyor ki karısı az bile söylemiş. Hatta Elijah’dan neden ayrıldığını soranlara şöyle cevap veriyor: “Ben yeryüzünde en ahlaklı olduğuna inandığım bir insanın, ahlaksızlığını görünce ondan ayrıldım.” Bir cümlesi daha var gene Elijah ile ilgili: “O (Elijah), Resul Muhammed’den daha büyük peygamberim dediği zaman haddini aşmıştı zaten.” Elijah ekolü halen devam ediyor yanılmıyorsam. Malcolm, J. F. Kennedy suikastı hakkındaki konuşmasından dolayı cemaatten 90 gün uzaklaştırma cezası alıyor. Bu süreyi hacca giderek değerlendiriyor. Hacda, Elijah’ın anlattıkların birçoğunun yalan olduğunu görüyor. Bunlar nelerdi; birincisi, Mekke kutsal topraklardır ve beyazların girmesi yasaktır. İkincisi, beyaz insanın şeytan olmadığını görüyor. Çünkü Betty’e yazdığı mektuplarda “gözleri maviden daha mavi, teni beyazdan daha beyaz insanlarla aynı kaptan yemek yedim, aynı tastan su içtim, bana kardeş gibi davrandılar” diyor. Malcolm, hacdan sonra ülkeye döndüğünde havaalanında ilk iş olarak, Elijah’ı bıraktığını ve artık Sünni bir Müslüman olduğunu ilan ediyor. Burası çok önemlidir.
Malcolm‘un bazı konuşmaları kitaplaştırıldı. Bu konuşmalarda da görürsünüz, muazzam bir hitabeti vardır ve metinleri fikriyat açısında hacimlidir. (Malcolm‘un kendi yazdığı bir eseri yoktur ama Alex Haley hayatını yazıyor. İnsan yayınları geçen sene bu eserin yeni baskısını yaptı.) Malcolm’un konuşmaları kitleleri etkiliyor. “Yakışıklı, uzun boylu ve sportif bir yapısı vardı; siyahilerin içerisindeki yakışıklılardan birisiydi” diyor onun için Alex Haley. Malcolm ortaokulda eğitim hayatına son veriyor ama muazzam bir birikimi var. Bu bilgi ve birikimi sağlaması da çok ilginçtir. Malcolm ana noktalardan okumaya başlıyor. İlk önce sözlükleri okuyor, ezberliyor. İki, etimolojiyle çok yakından ilgileniyor ve tarihe yöneliyor. Hatta Malcolm şöyle diyor: “Kendinizi bir zenci olarak kabul edip tarihinizi bu düşünceyle incelediğiniz zaman 17. yüzyıl Amerika’sının pamuk tarlalarında çalışan köleler olarak bulursunuz ve daha da öteye gidemezsiniz. Eğer bir kere zenci değil de siyahî olduğunuzu kabul ederseniz tarihinizin 5 bin yıl geriye gittiğini, pamuk tarlalarında köle olmadığınızı ve bunu size, beyaz adamın yaptığını görürsünüz. Onun dışında buluşlar yaptığınızı, medeniyet kurduğunuzu, medeniyet insanı olduğunuzu da görürsünüz.”
Malcolm, halkını tarihi ile yüzleştirmiştir. Malcolm‘un bir analizi vardır: Ev faresi ve Tarla faresi. Ev faresi, beyazın evindedir ve beyaz efendisidir. Beyaz adamın evi yandığı zaman, ona şöyle haber verir, “Efendim, evimiz yanıyor” çünkü kendisi de ev de onundur. Tarla faresi, beyaz adamın değildir ve kaçar gider. Tarla faresinin ev ile bir bağ yoktur. Burada “siyahî” kelimesi ve “zenci” kelimesi kullanılması noktasında bir problem vardır. Biz metinlerimizde özellikle “zenci” kelimesini kullanmayız. Çünkü zenci, siyahîlere bir hakarettir ve Malcolm‘un dediği gibi, pamuk tarlalarında işçidir sadece. “Zenci” sanal bir kelimedir ve karşılığı yoktur. Zenci kelimesinin direk olarak verdiği anlam siyah değildir ve siyahî olan insanların durumunu karşılamamaktadır. Bu mücadele Amerika’daki belli bir grubun gözlerini açmıştır, şuandaki durumu tam olarak bilmiyorum. ABD’de gözüken o ki, siyahî meselesi nüksediyor ve nüksedecektir. Bu noktada, Malcolm‘un düşünceleri çok önemli oluyor.
Davut Bayraklı, “Malcolm X” bahsi üzerinde bir kitap yazma hayalini de, bizlerle paylaşıyor. Burada keyifli sohbetimizin sonuna geldik, bir daha buluşmak dileği ve duayla…