“Hayattan aldığımız her zevki ona muadil bir ıstırapla ödediğimizi bildiğim için, hiçbir şeyden yüzde yüz saadet ümit etmiyor ve yüzde yüz felaketten korkmuyordum. Bunun ikisi de imkansızdır. Çünkü ruhî varlığımız hazla kederin muvazenesine istinat eder, işte en büyük adalet ve müsavat! İnsan, çektiği ıstırap nisbetinde zevk duyar: Ne kadar acıkırsa yemekten, ne kadar yorulursa dinlenmekten, ne kadar ararsa bulmaktan o derece zevk alır. İhtiyaç ve ıstırapla muvaffakiyet ve saadet arasındaki bu riyazî tenasüp, bütün insanlar arasında tam ve ezelî bir müsavat temin etmiştir. Eğer bir adamın hayatında duyduğu haz ve keder yekûnları hesap edilecek olursa görülecektir ki hiç kimse kimseden daha fazla ne mesut ne de bedbahttır. Hepimiz kahkahalarımızı gözyaşlarımızla ödüyoruz ve bu hususta bir dilenci bir milyarderden farksızdır.”
İşte başlıyoruz, yıllar sonra yeniden elimde bir Peyami Safa romanı var. Biraz çekingen, biraz isteksiz, biraz meraklı bir şekilde, daha çok tavsiye üzerine alıveriyorum kitabı. Peyami Safa’yla tanışmamız lise kütüphanesinde nöbetçi kalışıma tekabül ediyor. Raflardan çekip çıkardığım Yalnızız’ı bitirmeye gönlümün elvermediğini hatırlıyorum. Aynı üslup, aynı buhranları yıllar sonra elimdeki kitapta tekrar buluyorum. Zamanda yolculuk gibi bir şey oluyor benim için. Konular farklı olsa da, o üslup nerede olsa tanırım cinsinden bir üslup olarak zihnime kazınmış vaziyette sanıyorum.
Bir Tereddüdün Romanı’na adına yakışır bir tereddütle başlıyorum anlayacağınız. Sayfaları araladığımda karşıma ilk olarak Muallâ hanım ve tavsiye üzerine okumaya başladığı romandan kesitler çıkıyor. Roman içinde roman, kulağa ilginç geliyor ve kitabı okumak için itici bir kuvvet oluşturuyor daha başta. Bundan sonra karşılaşacağımız ruha hayli ağır gelen psikolojik ve fizyolojik tahlillere de göz yummamıza sebep oluyor. Sayfalar ilerledikçe Muallâ hanımın hissettiklerini hissediyorsunuz. Elinizden kitabı bıraksanız da, aklınız kitapta kalıyor bir müddet. Tasvirler zihninizde sizle beraber geliyor. Merak peşinizi bırakmıyor. Aksi gibi kitaba devam edecek vaktiniz de yoksa, dönüp dolaşıp kitabın etrafında buluveriyorsunuz kendinizi.
Daha sonra muharrirle tanışıyoruz, kitabın sonuna kadar kendisinden muharrir diye bahsedilmesi aklımızın bir köşesini kurcalıyor. Muallâ bir arkadaşı vasıtasıyla okuduğu enteresan romanın yazarıyla tanışıyor ve içini karartan romanın kahramanının ölmediğini görünce yazarla arasında garip bir bağ da kurulmuş oluyor.
“Memnun oldum, dedi, hayattasınız, yirmi sahife okuduğum halde ölümden kurtulup kurtulmadığınızı anlamamıştım.
– Ne iyi. Sizi tanıdıktan sonra, hep karanlıkta kalan ve benim için meçhul binlerce kari arasından bir tanesinin daha yüzü aydınlandı. Ben yazı yazarken, nereye ve kime göndereceğimi bilmediğim, adresi meçhul bir mektup yazar gibi oluyorum. Kim okuyor, kim okuyacak bunu? Ve içinden ne cevap verecek? Her ne olursa olsun ben bu cevabı asla öğrenemeyeceğim.”
Muharrirle Muallâ hanımın hikayesi zaman içinde daha garip bir hâl alıyor, roman boyunca tereddüt sadece muharrire isnat edilmiyor olsa da okuyucu en çok muharririn tereddüdünde takılıp kalıyor. Onca zaman evliliği aklına getirmemiş olan yazar, okuyucusu olan Muallâ hanıma evlilik teklifinde bulununca, bir bakıma hikayelerini de bitirmiş oluyor.
“Bana şimdi cevap vermeyiniz, dedim, düşününüz.
– Evet, dedi, şüphesiz.. Fakat konuşalım biraz. Sizi böyle anî bir karara sevk eden nedir? Beni pek az tanıyorsunuz değil mi?
– Bir insanı tamamıyla tanımak için bazen asırlar bile yetişmez; kâfi derecede tanımak için bazen bir an bile yetişir. Bana lazım olduğu kadar sizi tanıyorum.”
Bundan sonrası biz Vildan’la tanışana değin Muallâ hanımın tereddütlerinden ibaret oluyor. Muharririn yaşam tarzına, etrafın tepkisine ve kendisine ait tereddütlerden yine aynı ince tasvir işçiliğiyle bahsediyor Peyami Safa.
Kitabın diğer bölümü muharririn yaşam tarzından öyle derinlemesine bahsediyor ki, burada sizi romana bağlayacak tek şey yine Peyami Safa’nın üslubu oluyor. Beyoğlu sokaklarında muharrirle dolaşıp, sazlı sözlü eğlencelerinde söyledikleri şarkıları bile dinlemenizi sağlayan o anlatım da kitabın bundan sonrasına devam etmeniz için bir itici güç olmuş oluyor. Konusu ilginizi zerre cezbetmese de Muallâ hanımın okuyuş tarzından bir miktar etkilenerek belki, sadece edebî zevk için bile devam edebiliyorsunuz kitaba.
Vildan hanım ise okuyucunun olaylar arasındaki bağı kurmakta zorlandığı bir anda çıkageliyor. Muharrir’le aralarındaki karmaşık ilişki boyunca tereddüt yine muharrire değil, Vildan’a yükleniyor.
Muallâ hanıma edilen teklifi duyduktan sonra muharrirle olan mukavelelerinin hâlâ geçerli olup olmadığını öğrenmek istercesine yazarın oteline kadar geliyor, aralarındaki garip ilişkinin sırları buradan itibaren çözülmeye başlıyor. Vildan’ın sırlı davranışlarından yazara olan hislerini ve Muallâ hanım hakkında bunca soru sormasının sebebini de anlamış oluyoruz.
“- Seviyorsun onu.
Elimi ağzına kapadım.
– Sus, dedim, bunu otomobilde de söyledin. Sus, kuzum. Bu kelimeyi sevmiyorum. Alâkalarımızın yüz bin şekline isim bulamıyoruz ve ‘sevmek’ deyip, çıkıyoruz. Onun için ne kadar suistimale uğruyor bu kelime.“
Muharrirle olan o anlaşılmaz ilişkilerini anlatan bu bölümde Vildan’ın kendisini neden İtalya’daki kocasından kaçıp İstanbul’a gelen biri olarak tanıttığını ve sonra muharririn tereddütlerini haklı çıkarırmışcasına neden doğruları söylediğini asla anlayamıyoruz yahut anlamamamız için bilerek böyle bırakılıyor hikaye.
Muharririn ilkini kabul etmediği davetin, ikincisine gidişi, Vildan’la olan muhabbetlerinde bile tereddüt edişi, yine mütereddit bir şekilde Vildan hanımı bırakıp, bir gün sonra tekrar apartmanına gelişi ve onun ‘sır’ olduğunu öğrenişiyle nihayete eriyor roman. Kitap boyunca ilk defa muharririn tereddütü sebebiyle hayatında bir şeyleri başaramamasından bahsedilerek bitirilince sözler, bir nebze tamam olmuş oluyor ama aklımızda kalan sayısız sorulara da engel olacak kuvvette olmuyor.
Peyami Safa okumak için başlangıç olabilecek bir kitap niteliğinde olduğunu düşündüğüm Ötüken Yayınları’ndan iki yüz sayfa olarak çıkmış olan bu romanda, hem hayatımızın mottosu olabilecek hem de kitabın özeti mahiyetindeki cümleyle yazıyı noktalayalım isterim.
“İnsan tereddüt ederse, serçe parmağını bile oynatamaz.”