“Meşgaleye tutunmak, tutunarak düşmekti, bildim.”
diyor Şule Gürbüz. Okurken, uçsuz bucaksız yeşilliği bir oraya bir buraya savuran rüzgârı hissettiğim kitabında. Yeşillik çünkü üslup çok tatlı, rüzgâr çünkü aslında tatlı olmayacak kadar da sert mizaçlı. Bu cümlesini dolaştırıyorum birkaç gündür aklımın ucunda, her yaptığımı bu cümleyle ölçüp tartıyorum. Meşguliyetimi acaba düşerken tutunduğum bir dal olarak mı belliyorum?
Kaygılar, istekler, kendimizden beklediklerimiz, bizden beklenilenler, yapılacaklar listeleri, yapılmayacaklar, o niye öyle dedi şimdiler, ne zamana yetişecekler, aman geç kalmayayımlar, ya beğenmezlerseler, yanlış mı yaptımlar, ama o da hak ettiler bir teneke kutu gibi aklımın ucunda tıngırdayıp duruyor. Neyin var(?) diye sorulunca elle tutulur bir yanıtı olmayanlar için el-cevap bugünlerde biraz yoğundum, oluyor. Omuzlarımızın mahiyetini tam olarak bilmediğimiz yüklerden ağırlaşmasını, yüzlerimizin durağanlaşmasını, aklımızın binlerce parçaya bölünmüş olmasını tarif edebilecek şık şıkıdım bir kelime aramışız da en işgal altında olanımız çıkıp meşguliyet deyivermiş gibi.
Meşgul ve işgal aynı kökten filizlenen iki kelime. Daha çok işgal altındaymış gibi davrandığımızı fark edene kadar meşgul olduğumuzu iddia edişimiz de buradan türüyor. Çünkü çok defa meşgul olmak, boş adam olmamakla aynı anlama geliyor. Meşgul olan, gidelim denilince gelemeyendir, e haliyle kıymetlidir, nadir bulunur, bulunduğunda sevinilir. Diğerleri hep oradadır, bilinir. Gidelim denilince gitmeyi isteyen ama meşguliyet denizinde boğulanlar da genelde yuvarlanıp gidenlerdir.
Günlerdir sayfa sayfa yapılacaklar listeleri okuyorum, çoğu benzer maddeleri içeriyor. Bir kişi binlerce takipçisine resmen aynı şeylerle meşgul olmalarını söyleme cüretinde bulunuyor. Bir kişi kendisinde, başkasına ne yapması gerektiğini söyleme hakkını buluyor hatta. Kimse çıkıp ne yapacağınızı da biz mi söyleyelim, demiyor. Kimse çıkıp ne yapacağımızı sana mı soracağız da demiyor. Böylece listelere tik atmak için yaşıyor, fasit dairede olduğundan habersiz bir süs faresi gibi bilâhedef koşuyoruz. Kendi listemizi oluşturacak kadar bile kendimizi dinlemeye tahammül edemeyince mevcut listelerden şifa umuyor, gördüğümüzü yapasımız geliyor, böylece meşgul hissediyoruz. Bulaşık makinesi; yerleştirildi, tik. Kitap; okundu, tik. Ekmek; fırında, tik. Tikler hiç bitmiyor, şöyle oh be(!) diye oturacak olsak zihnimiz durmuyor, kalkıp mevcut listeden tik atılacak başka şeyler buluyoruz, aslında kendimizi eyliyoruz. Neyse. Resim, hem de yağlı boya; yapıldı, tik.
Meşguliyetlerimiz bizi nereye ulaştırıyor? Pusulası olmayan bir geminin denizdeki seyri, hedefine ulaşacağı anlamına gelmiyor. Bir gemi, o kadar uzun yolu, rotasında olmayan bir kıyıya varmak için de gitmiyor. Bir şeylerden kaçmak için birçok şeyle meşgul oluyor, yapılması gerekenleri gereklilikleriyle baş başa bırakıyoruz. Durulamıyoruz, doymayan obur bir çocuk edasıyla meşguliyet tüketiyor, yoruluyor, yoruyoruz. Hiçbir şey yapmamanın güzelliğinden dem vuracak olsak listelerimizden utanıyor, Allah boş kalma diyorlarımızı anlamsız meşguliyetlerimize kılıf yapıyoruz. Allı pullu kılıf; yapıldı, tik.
Oysa gecenin bir vakti karanlık bir odada gözlerimizi tavana dikip yapılması gerekenlerden uzak bir düşünme fırsatı bulduğumuzda tüm bunların işte tam olarak bu hali engellemek için uydurduğumuz şeyler olduğunu görüyoruz. Düşünmüyoruz çünkü düşünmeye başladığımızda aradığımız şey, meşguliyet değil birazcık boşluk oluyor. Ferağ istiyoruz, tüm sorumluluklardan ve yapılması gerekenlerden hali birkaç dakika, saat, belki günler ve haftalar. İnsan bazen istikametini belirleyebilmek için es verme hakkını kendinde bulabilmelidir. Müstakim kişi, sürekli meşgul olan değil, onu istikamete ulaştıracak şeylerle meşgul olana denir. Kılıflarımız, minaremize uymuyor olabilir, şeytan bizi meşguliyetlerimizden vuruyor olabilir çünkü kendisi bizi her şekilde sınamaya yemin etmiştir. Sürekli meşgul olup hiçbir şey yapamayışlarımız, koşup da yetişemeyişlerimiz, dolup taşamayışlarımız, söyleyip duyamayışlarımız, kalıp gidemeyişlerimiz belki de bu yüzdendir.
Belki de düşerken tutunacağımız bir meşgale edinmek yerine, bizi düşürmeyecek meşgalelerin peşine düşmeliyizdir.