“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, derin bir sapıklığa düşmüş olur.”
(Nisâ Sûresi – 136. Ayet-i kerime)
Bu ayet “Ey iman edenler” diyerek başlıyor ve devamında imanın şartlarını sıralıyor. Şüphesiz bu dahi, iman sahipleri için üzerinde düşünmeleri gereken bir şeydir. Ömer Nasuhi Bilmen Hoca ‘Kur’an-ı Kerimin Türkçe Meal-i Âlisi ve Tefsiri’ isimli eserinde bu ayet-i kerime ile ilgili tefsirinde şunları söylüyor: “Ey bütün müslümanlar! Yahut Ey Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya imân etmiş bulunan ehli kitap! Veyahut ey imân etmiş görünen münafıklar! (Allah Teâlâ’ya) onun varlığına, birliğine, yaratıcılık ve mâbudluğuna ve diğer ilâhî sıfatlarına tam bir şuur ile imân ediniz (ve onun Peygamberine) son peygamber olan Hz. Muhammed’e de hakkiyle imân ediniz (ve) o mübarek (Peygamberine) Cenâb-ı Hak’kın sûre sûre, âyet âyet (indirmiş olduğu kitaba) Kur’an-ı Kerim’e de gerektiği gibi imân ediniz (ve) Hak Teâlâ’nın (daha evvel) diğer peygamberlerine (indirmiş olduğu kitaba) da (imân ediniz) bütün bu semavî kitaplara olan imanınızda sebat eyleyiniz. Bunlara olan imanınızı deliller ve şahitler ile takviye eyleyiniz. Böyle kuvvetli bir imân, bir kulluk vazifesidir, bir saadet vesiledir, (ve) bilâkis (her kim Allah Teâlâ’yı) onun yaratıcılık ve mâbudluğunu inkâr eder (ve meleklerini ve kitaplarını ve Peygamberlerini ve âhiret gününü) de inkâr eder de küfre düşerse (muhakkak ki) o kimse haktan, hidayetten (pek uzak) olan (bir dalâletle sapıklığa düşmüş olur) öyle ki, artık hak yola ve hidâyete dönmesi umulamaz.”
Yeniden inanmak. Yeniden inanmaya inanmak. İman edenler için tekrar bir şehadet ve şuurlu bir iman. Rasim Özdenören, bu kitabı için bu ayeti parola seçmiş olmalı, zira mealen ayet bizlere, imanda şuursuzluk ve zayıflık gösterenlere şöyle sesleniyor: “Ey iman edenler, iman edin!” Şuurlu bir iman, ayet ayet hakikatli bir iman. Bu kitabın muhatabı gayrimüslimler değildir, bu kitabın muhatabı tam olarak bizleriz, Müslüman olanlar, hatta bir adım ötesi bu kitabın muhatabı bizleriz, yani Müslüman doğanlar. Zira Müslüman olmak ile Müslüman doğmak arasında ince bir çizgi vardır. İzah edeyim; dikkat edecek olursak Avrupa’da, Amerika’da, Asya’da, yani tebaası Müslüman olmayan birbirinden farklı nice beldede, yaratılış fıtratı gereği Müslüman olarak doğan fakat aileleri gayrimüslim olduğu için onlar tarafından gayrimüslim olarak yetiştirilen daha sonra ise yine özüne Müslümanlığa dönen nice kardeşlerimiz var. Bu sonradan özüne dönerek gayrimüslim iken Müslüman olan kardeşlerimizle doğuştan aileleri itibariyle Müslüman olanlar arasında temel bir fark var. Sonradan İslâm’a girmiş kişiler, dinin bütün kaidelerine çok sıkı sarılıyor ve onları bütünüyle yapmaya çalışıyor. Fakat doğuda, İslam beldelerinde Müslüman olarak doğanlarda önceden gelmiş gelenekle harmanlanmış bir durum var ve bu durum yaşayışımızda çok fazla belirgin. Umursamaz ve şuursuz bir iman akidesi. Bu kitap, imanımıza tekrar bir dönüp bakmak için yeniden inanmak. Bu kitap iğneyi değil, çuvaldızı kendimize batırmanın kitabı.
“Müslüman olmak kimsenin elinde değildir. Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.” (Yunus Sûresi – 100. Ayet-i kerime)
Amenna ve Saddakna. İnandık ve doğruladık. Kitapta bu ayeti (Yunus Suresi / 100) alıntıladıktan sonra yazar şöyle diyor: “Ama kendilerine Müslümanım diyen insanların, İslâm’ı yaşayabilmesi, kafalarını çağdaş kültürlerin kirinden, pasından arındırarak ona yeni baştan iman etmeleriyle mümkün olur.” Bir formül veriyor yazar; çağdaş kültürlerin kirinden ve pasından arınmak. Çağdaş olmanın kirinden, iman suyu ile yıkanmak ve şuurlu bir iman ile Allah’ın huzuruna varmak.
Yazar kitabına “yanlış bir boyun eğişle başlayan çöküntü” diye başlıyor. Çöküntünün mahiyetini ve bu çöküntüden nasıl kurtulmamız gerektiğini, yüzümüzü kendi helvadan putlarını yiyen batının can çekişen caddelerinden tekrar Asr-ı Saadet’e ve İslam kültürüne döndürmemiz gerektiğini söylüyor. Bu karanlıktan bizi kurtaracak tek şey İslam’ın kalplere tekrar aksetmesidir. Zira “İnsanlık, Allah’tan başkasını sığınak kabul edenlerin bütün sığınaklarını, Allah’ın başlarına çökerttiğini kesintisiz tarih süreci içinde hep görmüştür.”
Yazar, baştan sona insanın kir ve pas yüklü kalp damarlarına kan pompalayarak bizi sarsıyor ve kendimize getirmeye çalışıyor. İtminanın, inanmanın zıddı olan şüpheye çekiyor dikkatleri ve şüphenin “vehmin türevi” olduğunu dile getiriyor. Filozof ve mutasavvıfı beraber ele alarak şüphe-hayret noktasında bir karşılaştırmaya gidiyor. Şüphesinde ısrar eden insana karşı ilahi hikmetin öyle tecellilerle kendini gösterdiğini fakat bu insanın sığınmak istediği her şeyin boş ve abes olduğunu ve arzın ayakları altında nasıl kayıp gittiğini bizlere hissettiriyor.
Yazar kendine özgü bakışı ve iman çerçevesinde kimi vakit şüpheye dikkat çekiyor, kimi vakit ise zulüm üzerine büyük bir tefekkür haline girişiyor. Örneğin köle azat etmenin gerekliliğinden dem vuruyor. Yirmi birinci yüzyılda köle azat etmenin gerekliliği. Bu çağda nasıl köle azat edilir, işte tam da onu öğretiyor bizlere yazar.
Rasim Özdenören’in edebi ve kültürel birikimi pek çok eserinde olduğu gibi bu kitabında da kendini gösteriyor. Kitapta, Sartre’dan Bediüzzaman’a; Malcolm X’ten İmam Gazali’ye; Ashab-ı Güzin’den İmam-ı Azam’a kadar pek çok kişi alıntıları ile kendine yer buluyor. Bu kadar çeşitli ve farklı kültürlerden beslenmesi, kitabın tadına tat katıyor ve yazarın kitaba biraz da kendi penceresinden bakışı ile yorumları, kitabın çekiciliğini bir kat daha arttırıyor.
Kitapta en önemli unsurlardan birisi İslamî bir bilinçlenme ve onun en önemli düsturu olan kelime-i şahadet. İşte bu düşünceler bize şu sözlerle yansıyor: “İslamî bilinçlenmede mesafe kat edilmedikçe mevcut kültürel ortamın isterlerine boyun eğilecek, ona boyun eğildiği sürece de İslamî bilinçlenme düzeyinde ilerleme kaydedilemeyecektir.” , “Bilinçli olmak, şahadet kelimesinin getirdiği bütün sonuçlara katlanmayı ve yükümlülüklerin altına girmeyi de gerektirir.” , ”Meselenin özü çok şey bilmek değil, fakat bildiklerimizin özünü, künhünü, ilkesini kavrayabilme noktasında toplanıyor.”
Boyutuna nazaran bizlere büyük çözümler sunan, kanayan yaralarımıza, çöküntü altında kalmış ruhlarımıza merhem olarak ışık tutan kitapta günümüz insanının yalnızlığı hakkında da çok olgunlaştırıcı yorumlar, bizlere bir ağabey edasıyla kol kanat geriyor. Özdenören, kalabalık ile cemaatin farkını ve cemaatte bulunması gereken özelliklerin sıraladığı son bölümle beraber bizlere toplumun, insanlığın kurtuluşu için bir yol çiziyor.
Ve son bir alıntı:
“İslam dünyası, Müslümanlar, öyle bir berzahtan geçti ki, şimdi gözlerimiz hala ışığa karşı duyarlı halde. Işığa karşı gözlerimizi kırpıştırıyoruz veya büsbütün kapatıyoruz. Berzahın karanlığına alışmış gözler ışıktan rahatsız oluyor. Işığa karşı dayanıklı olamayanlar ışığı reddediyor adeta; bir alıştırma dönemi istiyor. Berzahta el yordamıyla aramaya alışmış olanlar, ışıkta karşılaşacakları gerçekten ürküyor. Çünkü berzahın karanlığında arayıp da bulamamak bir mazeretken, ışık bütün mazeretleri silip götürüyor. Bu bir bakıma, insanın kendinden de ürkmesidir. Karanlıkta ne hale gelmiş olduğunu, nasıl perişanladığını sezinleyenler bu halleriyle ne kendilerini görmek istiyor, ne de başkalarına görünmeye tahammül edebiliyor. Fakat berzahtan çıkılıyor artık. Cesur ve atılgan olmanın, ışığın bize göstereceklerine hazır olmanın, içimize sinmiş ölü ruhu silkip atmaya hazırlanmanın zamanıdır.”
Şimdi; ey iman edenler, girdiğiniz karanlık yollardan berzahlardan çıkın, batının ve çağdaşlaşmanın kirinden pasından arınmanın ve Müslümanlar için örnek alınacak ve yaşatılacak tek tarihi kesit olan Asr-ı saadet’e dönmenin tam vaktidir. Ey iman sahipleri, şahadet getirin ve iman edin! Şuurlu ve hakikatli bir iman.
*Yazıda bahsedilen kitap Rasim Özdenören’in Yeniden İnanmak isimli deneme türündeki eseridir. Yazıda kullanılan alıntılar bu kitaptandır.