Kelimeler en sadık dostlarımdır benim. Özenle oturup bir bir rengine, şekline, sevgisine, sesine göre oturup huzurla harfleri yan yana getiririm. Çoğu zaman oyun oynayan çocukların saati unuttuğu hali gibiyim, yazarken hep neşelenirim. Hele çat kapı gelen bir hikâyeye minik bir çocuğa sarılır gibi sarılır kışın yorgan niyetine üstüme sererim. Ardı ardına sıralanan, ferahlığa bulanan, aklımın ücra köşelerindeki hisleri havalara uçuran cümleleri severim en çok. Ama bugün üzerimde huzursuz bir yorgunluk var, ağzımın tadına eklenen büyük bir hapı yutamayıp gün boyu boğazımda kalan bir acılık var. Aklıma gelen bin bir türlü kelimelerin, belirsiz konuların bir türlü ucunu tutamıyorum. Toparlasam sayfalar yetersizliğini hissettirip göz kırpıyor gibi, ama sonra arkasına bile bakmadan kaçıp gidiyor harfler, elime kalemi alınca sanki. Kapıya bakıp canlanan kelimelerim yüz kilometre hızla giden bir araca bakışım gibi hızlanıp bir kâğıt kaleme ulaşamadan geçip gidiyor. Tam başlıyorum.
“Kapılar nasıl da insanı dünyadan sınırlar. Kapılar ardında nice hayatları saklar. Kahkahalar, ağlamalar hepsi kapılar arkasında kalırlar.”
Sonra k p l r a e
Kalıyor öylece harfler.
Neyse diyorum birazdan döneceğim o yazıya. Kâğıdı özenle geri döneceğime söz vererek yeniden ulaşabileceğim en yakın yere bırakıyorum. Kelimelerin beni böyle öksüz bırakmasına şaşırarak daha ilk satırda düşüp dizlerimi kanatmışçasına acıyor içim ama olsun diyorum çocukluğum misali. Hüzün kapıyı ufaktan aralasa da gardırobun üst rafındaki mor kutumdan bir tutam neşeyi çıkarıyorum ama nafile. Arta kalan biriktirdiğim hislerimden birden kapılar ardındaki yalnızlığım aklıma geliyor. Koşup ilk bulduğum defteri kapıyorum, bilmediğim bir ara sayfasına eklediğim kelimeler:
“Kimse duymuyor yalnızlığımı, insanların dünyaya kulakları tıkalı, kalabalık kuru gürültü hepsi boş lakırdı…”
h y k a ı d…
Çatlamak üzereyim. Hücrelerimde hissediyorum yalnızlığımı içime dokunuyor ama ifade etmek istediklerim kuş olup uçuveriyor. Anlam veremediğim bir öfke sararken benliğimi hiç böyle olmaz, su gibi akıp birikir hatta taşardı diyerek kendimi teselli ediyorum.
Bir çay alayım düzelir belki diyorum. Kalkıp mutfağa gidiyorum. Sabahtan kalan çayı ısıtmak istemiyorum. Sallama çay fikri de bu kadar efkâra yakışmaz diyorum. Ağlamak üzereyim çünkü. Kelimeler bana ciddi bir oyun oynuyor. Tamam, sobe diyerek kendimi ele verdiğimi duyuruyorum etrafa. Kendimi çaydan sonra toparlayabileceğime inanarak mutfakta yapılması gereken şeyleri bir törenmişçesine yapıyorum. Çayın olmasını beklerken elim hafiften sıcak ocağa değiyor, yanıyor. Acısı suyun akılcılığında daha derinden hissedilirken içimdeki yangın geliyor aklıma, ‘keşke’ler de böyle su altından akıp kendi yoluna baksa derken elimi falan unutup en yakın bir peçeteye sarılıyorum. Ürkütmek istemiyorum.
“Ah içim. Nasıl da yangından kalma korların ev sahibisin. Bir ufak rüzgârda alevlenip yeniden yak/n/acak gibisin. Damarlarımda kaynayan kan gibi baştan aşağı her bir hücremi yakıp geçersin…”
k y d h e f ö…
Ah yeter artık ama. Boş sayfalar görmek istemiyorum. Her şey bambaşka bir cümle sunsa da önceden durduramadığım kalemim şimdi neden paslanmış makineler gibi eksik kalıyor. Yarım kalmışlığı ifade ediyor. Anlamıyorum. Sinirlenmekten kendimi men ediyorum çünkü kalan yarılarını da buruşturup atmaktan korkuyorum. Çay da bir güzel taşıyor. Bahane arıyordum evet talihli çaydanlık oldu. Ama şu anda sıcak oluşu kendimi geri çekmeme neden oluyor. Bardağıma çay alıp diğer odaya geçiyorum. Kendimi doğuma ramak kalmış sancılı bir gebe gibi hissediyorum. Her bir sancı yeni bir heves verip doğum olacakmışçasına umut getiriyor ama hafifleyip acısına biraz ara veriyor. Tam nefes almaya başladım dediğimde yeni bir sancı daha bu defa da nefesimi kesiyor.
Yine cümleler, yine kelimeler çıkın aklımdan diye kavga ediyorum artık harflerle. Utanmasam bir çöp torbasına koyup kapının önüne bırakacağım ne kadar zor bir süreç bu.
Neyse kâğıt ve kalemimi alıp diğer odaya geçiyorum. Bu oda evimin arka tarafında kalan pencereleri açınca içeriye hanımeli kokusu sızan bir oda. Her zaman girmeye kıyamam buraya. Sevdanın sindiği bir oda oluşuyla minik aşk kokulu eşyalar kelebekler getiriyor içeriye. Hafiften bir serinlik gibi geliyor içeri sevgi ve tozpembe bir tebessüm getiriyor. Sancı biraz diner gibi oluyor. Çayımı yudumlayıp sakince oturuyorum. Kalemi almıyorum bu defa kâğıdı da. Pencereden sesleniyorum karşı komşuya.
“Aşk”
A, ş, k.
Yazın diyorum, asırlara uzanan sevdaları, tebessüm rengindeki kalbin atışlarını, mis gibi kokan begonyaları, bahar sevincine sarınan havaları ve kelimelerin kısır kaldığı aşkı siz yazın.
Bahriye Eldemir