Tevbeleri kabul eden, rahmeti, ihsânı ve keremi sonsuz olan Rabb-i Teâlâ’ya hamd ile. Allah’ım! Âlemlere rahmet Efendimiz Muhammed Tâhâ’ya (s.a.v.) ve O’nun âline ve ashabına salât ve selâm eyle.
Abdullah b. Esad el-Yâfiî (rah.) “Ravdu’r-Reyâhîn fî Hikâyâti’s-Salihîn” isimli eserinde nakleder ki:
Yûsuf b. Hüseyin rahimehullah şöyle anlatmıştır:
“Bir gün Zünnûn-i Mısrî’nin (k.s.) İsm-i Âzâm’ı öğrendiği haberi ulaştı. Ben de hemen onun yanına gitmek üzere Mekke’den yola çıktım. Mısır’ın bir nahiyesinde ona ulaştım. Yanına gidip selam verdim ve oturdum. Beni fazla önemsememişti. Aradan iki ya da üç gün geçtikten sonra, yanına kelâm âlimlerinden biri geldi. Kelâm ilmi hakkında münazarada bulundular. Münazaranın sonunda adam Zünnûn’a galip geldi. Ben bu duruma üzüldüm. Sonra yanlarına gidip oturdum.
Kelâm âlimi bana bir soru yöneltti. Bunun üzerine ben de onunla tartışmaya başladım ve sonunda delilleri getirerek ona galip geldim. Hatta bununla da yetinmedim, tartıştığımız konuyu inceden inceye anlatmaya başladım. Bir müddet sonra kelâm âlimi anlattıklarımı anlamamaya başladı. Bizim bu münazaramıza şahit olan Zünnûn (k.s.) hayretler içinde kaldı. Çünkü o, muhterem, büyük bir şeyhti, ben ise makam ve maneviyat bakımından ondan daha küçüktüm. Oturduğu yerden kalktı ve gelip önüme oturdu:
– Beni mazur gör! Çünkü senin ilmindeki yerinin böyle olduğunu bilmiyordum. Sen benim yanımda insanların en etkili ve üstün olanısın, dedi.
Gerçekten de o hadiseden sonra beni hep yüceltti ve diğer talebelerinden üstün tuttu. Ben bu hal üzere orada bir sene kaldım. Bir sene sonunda ona:
– Üstâdım! Ben gurbette kalmış biriyim. Ailemi özledim. Bir senedir size hizmet etmekteyim. Bana sizden İsm-i Âzâm’ı öğrenebileceğim söylenmişti. Siz de beni denediniz ve tanıdınız. Şimdi siz de eğer onu biliyorsanız bana öğretin, dedim.
Söylediklerimden sonra Zünnûn-i Mısrî (k.s.) bana cevap vermeyip sustu. Aradan tam altı ay geçti. Bu müddetten sonra bana:
– Ey Yûsuf! Sen bizim Fustat’taki falanca dostumuzu bilir misin, diye sordu. Ben de:
– Evet, dedim. Bunun üzerine bana ağzı mendille bağlanmış bir çömlek vererek:
– O halde bunu Fustat’taki o zâta götür, dedi.
Ben de dediğini yapıp çömleği aldım. Çömlek öylesine hafifti ki sanki içinde bir şey yoktu. Hemen yola koyuldum. Yolu yarıladığımda kendi kendime “Bir buçuk yıldır hizmetindeyim, benim bir dileğimi yerine getirmeyen üstâdım, şimdi beni içi boş bir çömleği falan yerdeki falan kişiye götürmekle vazifelendirdi. Bunun içindekini mutlaka görmeliyim.” dedim ve mendili çözdüm kapağı kaldırdım. Açmamla birlikte çömleğin içinden bir fare fırlayıverdi ve kaçıp gitti. Ben çok kızıp “Zünnûn benimle dalga geçiyor.” dedim. O an üstâdın ne yapmak istediğini anlayamamıştım. Sonra o kızgınlığım ile geri döndüm. Beni gördüğünde acı acı tebessüm etti ve olup biteni şöyle anlattı:
– Ey mecnun! Sana bir fare emanet ettim. Sen ise bir fareye bile sahip çıkamadın ve emanete hıyanet ettin. Şimdi ben sana İsm-i Âzâm’ı nasıl emanet edeyim? Dedi. Bu, hayatımın dersiydi.”