Kün FM‘e konuk ettiğimiz Senai Demirci’den hanemize kalan güzellikleri yazdık. O, kocaman yüreğiyle iyi bir tabip, güçlü kalemiyle naif bir yazar ve fikir adamı olmasının yanı sıra, onu seven bütün gençlerin “Senai Ağabey”idir.
Daha çok yazarlık marifetine aşina olduğumuz Senai ağabeyin esas mesleğini, hekimliğini soruyoruz evvela..
Hocam, asıl mesleğinizin hekimlik olduğunu biliyoruz. Bugün de hekimlik yapmaya devam ediyor musunuz?
Hekimliği nasıl tarif ettiğinize bağlı. Eğer hekimlik, her derde deva olmaksa tabii ki devam ediyorum, derde deva işler yaptığımı düşünüyorum. Ama dar bir tarif yaparsan, bir hastanede veya sağlık kuruluşunda mesai yapmıyorum yani hasta muayene etmiyorum.
Beklediğimiz ‘Senai Demirci’ cevabını alıyoruz kendisinden.
İkinci olarak da kendisini Senai Demirci yapan hususiyetlerden ikincisini yani yazarlığını sormak istiyoruz..
Bilhassa gençlik yıllarınızda etkilendiğiniz bir yazar yahut şair oldu mu?
Hala gençlik yıllarımdayım ve hala şair ve yazarlardan etkileniyorum. Kalemin güçlü olmasından yana değilim, kalemin titrek olması lazım, zayıf olması lazım, kırılgan olması lazım. Güçlü kalem deyince yazıya hakim kalem anlıyoruz. Oysa kalemin, yazıya mahkum olması lazım. Bu yüzden gençlik yıllarımda etkilendiğim en ‘şair ve yazar’ sıfatındaki isim de hakikaten en başta Said-i Nursî’dir. Onunla beraber, hiç şüphesiz, onun açtığı pencerede gördüklerim.. Mevlanâ’yı, Gazâlî’yi, Rabbânî’yi, Feridüddin-i Attâr’ı ve yine çağdaş, dost yazar ve şairlerin inceliğini, onun açtığı Kur’an penceresinden keşfedebildim.
İsmini anmışken soralım; Said-i Nursî ile tanışmanız ne zaman ve nasıl oldu?
Orta üçüncü sınıfta, din bilgisi öğretmenimiz diğer din bilgisi öğretmenlerinden farklı şeyler anlatınca.. Ki diğerleri bize sadece ‘dinin bilgisini’ anlatıyordu, şunun farzları, sünnetleri nelerdir gibi. Bu, esasında din değil. Bu müfredat “Din Kültürü” müfredatı. Dinin kendisini anlatan biriyle karşılaştık ilk defa. Dinin kültürünü değil, dinin bilgisini değil, dinin magazinini değil, dinin kendisini anlatan bir hocayla karşılaşınca kaynağını merak ettim. Zaten o da bu kaynağı sunmak için gönüllüymüş. Müteşekkirim, bir ömür boyu müteşekkirim. Çünkü Şemsettin Çakır lise-1’de, lise-2’de, lise-3’de din bilgisi öğretmenimizdi ama din bilgisi dersi onun için bir bahaneydi. O, dinin kendisini anlatıyordu ve müfredata asla sadık değildi. Müfredata sadık bir öğretmenden de ürkerim, korkarım, daha doğrusu çok da fazla bir şey beklemem. Şunu görüyoruz burada; hoca olduğu için yapmıyor bunu, adam olduğu için, mesleğini sevdiği için mesleğinin beklentisinden daha fazlasını ortaya koyuyor. Onun için hangi mesleği yaparsan yap, o mesleğin kalıplarını yırtmak üzere yap! O mesleğin gömleğini aşmak üzere..
İnsan, eşref-i mahluk yani yaratılmışların en üstünü ve şereflisi. Hâl böyle iken insan nasıl bu kadar cahil ve zalim olabiliyor?
Bu sorunun kaynağı olan ayet-i kerime -“İnsan emaneti kabul ettiği zaman çok zalim, çok cahil olur.” diye meallendirilir- kanaatimce yanlış anlaşılıyor. İnsan “ben” deme emanetini aldığı zaman, özgür irade emanetini, borcunu üzerine kabul ediyor. Dağlar kabul etmiyor. Gökyüzü kabul etmiyor bu riski. Risk, ne riskidir? “Ben” deme yetkisi sadece Allah’a aittir. Yaratılan her şey sahiplidir. Ama “Kendime yeterim.” diyebilmektir, ben. “Ben, bana yeterim.” diyebilmektir. Bu emanet bir duygudur. Bu, Yaratıcı’dan emanettir. Bu borcu alır almaz, kendi gerçekliğini inkar etme riskini de alıyor insan. Yani kendini olmaması gereken bir yere koyma riski başlıyor, zalim olabilme ihtimalini kabul ediyor. Cahil olabilme riskini de kabul ediyor. Kendi konumu ve durumu hakkında yanılma riskini de kabul ediyor. Bu yüzden emaneti kabul etmek insanı çok cahil ve çok zalim yapmıyor.
“Ben” deme emanetini kabul etmek insanı, çok cahil ve zalim olabilme ihtimaline razı ediyor. Artık insan cahil ve zalim olabilirliği göze alıyor. Çünkü uçmayı kabul ediyor. Uçmayı kabul eden, düşmeyi de kabul eder. Dolayısıyla insanın çok cahil ve zalim olabileceği gerçeği, onun yeryüzünün halifesi olmasıyla taban tabana zıt değil. Tam tersi bunun bir sonucudur. Çünkü yetki alıyor. Yetkiyi alan, hata yapma riskini de alıyor. Bakın konuşuyoruz. Belki konuşmakla cahillik ediyorum, zulm ediyorum. Eğer sussaydım bana kimse bir şey demezdi. Konuşmak, eleştiriyi göze almaktır.
Halifelik bu işte. Halife olmak “ben” diye yeryüzünde sınanmayı kabul etmektir. Sınananlar, kaybetmeyi de göze alıyor. Sınavlarda da öyle değil mi? Kalabilme ihtimalini göze alacaksın. Girdin, terleyeceksin! Bu sınavdan birileri sıfır alabilecekse, senin 100 alman anlamlı oluyor.
Bugün insan, merhameti özellikle İslam coğrafyasında bir kenara bırakmış gibi, diye ekliyoruz.
Bu, maalesef sadece bu dönemin sorunu değil. Dini, sadece “yap-yapma” şeklinde algılayan, muhakeme-i akliyede noksan yani aklını vahye, vahyi de aklına vurmayanların din algısı sathidir. Onlar her şeyi kelle kesmeden ibaret zanneder. Zahir bile bunun yanında asil kalır. Yüzeyselliktir çünkü bu. Batını gözeten şey zahirdir. Bunlarınki tam cahillik, tam zalimlik.
Hocam, günümüzde çok farklı inançlar var. Bir de bu inançları külliyen inkar edenler var. O insanlar akıl sahibi oldukları halde niçin Allah’ın varlığını kavrayamıyor?
İnsanların, bugün dini inkar edenlerin hemen hepsini, dini inkar ediyor diye kategorilendirmek doğru değil. Çünkü insanlar dini inkar ederken, aslında din diye gördüklerini, din diye temsil edileni inkar ediyorlar. Yani mesela benim hiçbir ön tanışmam olmasaydı dinin kendisiyle, vahyle.. Açtım gözlerimi, hakikati arıyorum. Geldim Türkiye’ye, bir baktım, birileri ha bire din anlatıyor. Ne anlatıyor? Mesela “Hocam sakız çiğnemek orucu bozar mı?” diyor. Bu türden, böyle iç gıcıklayıcı sorulardan ibaret bir şey var ortada. Yahut dini anlatan adam bana Yasin suresini anlatacak. Tamam, diyorum, bu kez öğreneceğim galiba. Diyor ki, kim bu sureyi okursa zayıfsa şişmanlar, şişmansa zayıflar. Din diye bunu görüyorum. Din buysa ben bunu inkar ediyorum deme hakkım var, değil mi? Ateist olan insanların hepsi Allah’ı inkar etmiyor, aslında özlediği Allah’ı arıyor. Yahu, diyor fıtratı, Allah olsa böyle yapmazdı. Bu, çünkü uydurulan din. Varsa yoksa hurafelerin, kafa kesmelerin anlatıldığı din, din değil ki. İnsanlara din diye ne anlatılıyor? Hocalar birbirlerinin verdiği fetvayı çürütmeye çalışıyor. Bir başkası geliyor, bize orucun ruhunu anlatmak yerine bir Ramazan boyu nasıl iftar edeceğimizle bizi meşgul ediyor. Bu mudur din arkadaşlar? Allah, bütün yetkiler elindeyken, sözünün üçte ikisini Mekke’de harcıyor, çoğunu anlatıyor yani. Bugün bizim konuştuğumuz hiçbir şey o üçte ikilik kısımda yok.
İnsan kendisinin nerede durduğunu anlamadan, kendi değerini fark etmeden, kendi var oluş gerekçesini kendisi görmeden, insana ne secde et deme hakkın var, ne abdest al deme ne de kıbleye dön deme hakkın var. Çünkü Allah, sözünün üçte ikisini Mekke’de harcıyor deyim yerindeyse, Kâbe orada Efendimiz’in dizinin dibinde olduğu halde, dön şuraya demiyor. Kıbleyi düzeltmiyor. Şarabı yasak etmiyor. Medine’de ancak şarap yasağı tedricen, derece derece geliyor. Biz olsak “İkra!” derdik, arkasından “Camiiye yardım.” diye cami yapmaya başlardık.
“Bak kardeşim, sen yeryüzünde bir varlık sahibisin ama bu varlık sana borç. Bak, hiç kimselerin arayıp sormadığı, yolunu gözlemediği, hasretini çekmediği bir adam bile değildin sen. Farkında mısın, şimdi buradasın? Var edilmişsin, üstüne hayat sahibi kılınmışsın. Bununla yetinilmemiş sana şuur, akıl verilmiş. Seni Yaratan, seni sözünün muhatabı seçmiş.Üzerine bir de seni sonsuzluğa aday eylemiş. Bunun farkında mısın?” Sırf bu duru mesajı söylemek için Allah, Allah iken, sözünün üçte ikisini buna harcıyor. Biz ne yapıyoruz? Herkesi zaten iman etmiş sayıyoruz. İman etmek ne demek? İmanın şartlarını ezbere biliyor olmayı, iman etmek sayıyoruz.
Sizin “Namaz ve Fatiha” isimli bir konuşmanız vardı. Siz orada ‘Namazla hayatın arasındaki bağı kuramıyoruz.’ demiştiniz. Hocam, hayatı namaza, namazı da hayata katmak için ne yapmak gerekir?
Namaz neden var, önce onu bir sormak lazım. Bize namazın sadece zarfı öğretiliyor. Oysa zarfın bir de mazrufu vardır, öyle değil mi? Zarfın içinde asıl, zarfa değer katan cevher vardır. Bize namaz nasıl öğretiliyor? İşte şu on rekat, bu dört rekat, şurası farz vesaire diye öğretiliyor. Ama Rabbimiz bize namazı böyle öğretmiyor. Önce zarfına, şekline baktırmıyor. Gerekçesini defalarca söylüyor: “Sen farkında değil misin? Bak! Yeryüzünde, gökyüzünde senin için, senin aklının alamayacağı ihtişamda işler dönmekte. Sen hiç zahmet etmeden ufkuna güneş doğrulmakta. Sen hiç sarsılmadan ayaklarının altındaki yer, kendi ekseni etrafında ve merkez yıldız Güneş etrafında döndürülmekte. Ve sen farkında mısın, senin bedeninde yüz trilyon hücrede, her birinde saniyede değil ânın içinde en az on bin, yirmi bin operasyon olmakta? Sen bu kadar ihtişama hayret etmeyecek misin?”
Yaratıcı’nın insandan beklediği iki temel şey var; güzellik karşısında hayret etmek ve bütün bu hayret edilesi şeyin kendisi için sunulduğunu görüp minnet etmek. İnsanın gördüğü güzellik karşısında hayret etmesi için Kur’an kursuna gitmesi gerekmiyor, Arapça bilmesi gerekmiyor, ilahiyatta doktora yapması gerekmiyor. İnsanın temel refleksi, gördüğü güzellik karşısında hayret etmek. Bunun yanı sıra bütün bu güzelliklerin hepsini Allah bize sansürsüz iyilik olarak sunmakta. İnsanın tam da ihtiyacı olduğu anda ve sürekli aldığı, üstelik karşılığını veremediği iyilik karşısında yüzü kızarmaz mı? Mahcup olmaz mı? “Nasıl teşekkür etsem?” deme istiyacı hissetmez mi? Demek ki insanın teşekkür edebilmesi için de Kur’an kursuna gitmesi, Arapça bilmesi, kelâm profesörü olması gerekmiyor.
Rabbimiz bize namazı anlatırken, Rum Suresi 17. ve 18. ayetlerinde: “Gökyüzünde ve yeryüzünde, sabah olduğunda ve akşam olduğunda hiç olmazsa görün. Semalarda ve gökte, öğle vakti, olmadı geceleyin fark edin. Sizin hayretinizi gerektiren olağanüstü, muhteşem işler olmakta. Ve sizin hamd etmenizi, şükretmenizi gerektiren eşsiz iyilikler görmektesiniz.” Peki ya bunu görmek için din dersi mi almak gerekiyor? Adam olmak yetiyor değil mi? O zaman adam olan der ki: “Ben bu hayretimi nasıl ifade etmeliyim? Ben bu minnetimi kime, nasıl söylemeliyim?” O zaman kalkarsın kıyama, gövdeni dikersin bayrak gibi, ellerini bağlar kıbleye dönersin. Şimdi namazın zarfına geldik, asıl cevheri anladıktan sonra. Subhaneke’yi biliyoruz değil mi? “Subhaneke Allahümme” demek: “Allah’ım ne kadar güzel işler yapıyorsun! Ben etrafımda gördüğüm bu muhteşem işleri senin yaptığının farkındayım. Sana hayretimi, hayranlığımı ifade etmeye geldim. Aradım bulamadım doğru ifadeyi ama Resul’ün vasıtasıyla öğrendiğim ifadeyi buldum. Bu kadar ihtişamlı şeyleri isteseydin bana tattırmazdın bile. Ama hepsini iyilik olarak sunduğunu da görüyorum. Ben iyilik karşısında teşekkür etmesini bilmeyen nankörün teki değilim. Onun için teşekkür etmeye geldim sana.” “Ve bi hamdik”
Kim ona yapılan iyiliklere teşekkür etmeyen nankör bir adam imajına razıysa, namaza kalkmasın. Namaz bir sonuçtur. Bunları yapmayan insan kendisini israf eder. Kendisini israf edenin kendisini koyduğu yere biz cehennem diyoruz. Allah kimseyi cehenneme atmaz. Herkes kendi cehennemini kendisi inşa eder.
Namaz meselesinden Kur’an-ı Kerim’e ince bir geçiş yapıyoruz..
Kur’an-ı Kerim’in iki kısma, Mekkî ve Medenî ayetler olarak ayrıldığını biliyoruz. Mekkî ayetler ile Medenî ayetler arasında ne gibi farklar var?
Bu biraz uzmanlık sorusu ama Kur’an amatörlere hitap eder, ben de bu konuda amatörüm. Mekkî ayetler, kısa, vurucu, sarsıcı, insanı insana tarif eden, insanın var oluş kumaşını yeniden diken, insana kendi varlığının Allah için ümit olduğunu hatırlatan ayetler. Medenî ayetler ise bu temelin üzerine yükseliyor. Ve “Madem ki böyle, öyleyse senden şu beklenir.” diye hükümlere ve amellere bizi yönlendiriyor. İman temeli olmaksızın, insanlardan amel talep etmek Kur’anın üslubunu inkar etmek demektir. Kur’an’ın üçte ikisi Mekkî, üçte biri Medenî. Kur’an insandan hangi fiili isterse istesin, onu muhakkak iman gerekçesine dayandırır. Mesela tesettür ayetlerine bakın, “Mümin erkeklere söyle” yahut “Mümin kadınlara söyle” diyor. Demek ki iman edenlere tesettür emrediyor. Çünkü mümin, kendi teninin, kendi bakışının değerli olduğunu bilendir. Tesettür gibi bir amelde de imanı gerekçe gösteriyor Allah. İnsanın karşısında böyle bir gerekçe koyduysa: “Ben senin gönüllüce secde edeceğine eminim.” buyuruyor esasında.
Günümüzde İslam, radikal, modern, ılımlı vesair sınıflamalarla ayrılıyor. Sizce İslam’ın bu şekilde ayrışması doğru mu?
Benim bildiğim bir tane İslam var. Ona modern diyorlarsa, modernim, ılımlı diyorlarsa ılımlıyım, şayet o İslam radikalse de radikalim. Fakat ılımlı İslam adı altında bir proje yürütülüyor, bunun farkındayım. Batı, İslam’ın ince taraflarını “sufizm” paketiyle sunuyor. Sufiler yalnız bu kadar ince, bu kadar hanımefendi ve beyefendidirler gibi bir algı var burada. Peki müslümanlar? Sufi dediğiniz kimseler o inceliği imandan alıyor. Dolayısıyla özne, sufi değil, özne mümindir. Ama sen bütün incelik ve güzellikleri sufizm sepetine atınca, İslam’ın sepetini boş bırakıyorsun. Ne kalıyor İslam’a? IŞİD vahşeti, Hizbullah kabalığı, Vehhabi zahirciliği, Taliban hoyratlığı kalıyor. Bu, bir proje. İnternette araştıralım. Rûmî yazdığımızda karşımıza çıkan tanım “sufi şair” oluyor. Fakat Üsame bin Ladin diye aradığımızda “müslüman terörist” ibaresi çıkıyor. Şair sufi, fakat terörist müslüman, öyle mi? Ne demek istiyorsunuz siz?
Zaten bizim diyanet dilimiz korkunç. Biz hala oryantalistlerin diliyle konuşuyoruz. “Yüce dinimize göre..” yahut “Kur’an-ı Kerim’e göre..” Başka bir “göre”n mi var hocam? “Bu işin dini tarafı.” Başka bir taraf mı var?
Bütün konuştuklarımızı özetleyecek olan, kilit noktaya geliyoruz..
Hocam, Senai Demirci kul olmayı nasıl tanımlar?
Bizim bütün yapacağımız şey, kendimizi kul-Rab eksenine koymaktır. Bütün faaliyetlerimiz “Ben Allah’ın kuluyum, O da benim Rabb’im.” ekseninde. Kul kelimesi “abd” kelimesini tam olarak karşılamıyor. İngilizce’de de aynı problem var, ‘slave’ diyorlar, tutsak, esir anlamında. Hayır, kul olmak özgür olmaktır. Allah’dan başkasına minnet etmemektir. Zaten bu manifesto, Fatiha’nın tam göbeğinde durur. “Yalnız Sana kulluk ederiz, yalnız Senden yardım dileriz.” Allah kul olmanın tarifini burada yapıyor. Diyor ki: “Kime ‘Yalnız sana kulluk ederiz.’ diyorsanız, yine ona ‘Yalnız senden yardım dileriz.’ deyin. Sizi kendisinden başkasının kapısına yorana, sizi kendisinden başkasına muhtaç edene, sizi başkalarına dilenci edene kulluk etmeyin. Ben sizi Ben’den başkasına muhtaç etmeyecek bir özgürlüğe çağırıyorum.” Hiçbir efendi, kölesinin özgürlüğü için çaba sarf etmez. İlla Allah! Allah kulunun hür olması için çaba gösterir. Kur’an baştan sona kulu özgürlüğe çağırır. İki kısımdır özgürlük. Bir, kula kulluk etmemek; iki, kulları kul edinmemek.
Ve son sorumuzda Nuri Pakdil’i de yâd ediyoruz: “Gökten bir dua düşse de alıp gönlüme koysam..” Hocamızdan da küçük bir dua talep ediyoruz, sohbetimize noktayı koysun diye..
Ey Rabb’imiz! Biz sende ne umduysak bulduk, Sen de bizde ne umduysan bul, bulundur. Âmin..