Araştırmacı, yazar, tarihi sevdiren adam daima samimiyetiyle yediden yetmişe insanların gönlünde taht kuran; Yavuz Bahadıroğlu’yla keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Osmanlı’daki adalet sistemiyle günümüzdeki adalet sistemi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Hz. Ömer (r.a) buyurduğu gibi,  “Nil kıyısında kuzuyu kurt kapsa hesabını Ömer’den sorarlar.” Osmanlı hukukçuları kul hakkı çerçevesinden hareket ediyorlar ve geciken adalet kabul edilemez anlayışı hâkimdir. Kanuni Sultan Süleyman bir seferden dönerken, yaşlı bir kadının feryatlarını duyuyor. Bunun üzerine Sultan’ın merakını çekiyor, çünkü orada bir kargaşa var. Bunun üzerine görevliler Sultan’ın huzuruna gelerek, “Efendim, yaşlı bir kadın sizi görmek istiyor.” Diyorlar. Bu kadına, daha öncesinde sadrazamla, şeyhülislamla görüşmesi teklif ediliyor ama kabul etmiyor. Sultan Süleyman’da, yaşlı kadının getirilmesini emrediyor. Sultan Süleyman’ın huzurundaki kadına ne olduğunu soruyor. Yaşlı kadın evinin soyulduğunu söylüyor. Sultan, kadı efendiye göndermeyi teklif ediyor ama kadın gene kabul etmiyor. Yaşlı kadın, “Dip taraf koktu da, baş taraf koktu mu? diye, aslında seni görmek istemiştim” diyerek niyetini açık ediyor. Yaşlı kadın evinin niye soyulmasının sebebini padişah soruyor, yani padişaha hesap soruyor. Sultan Süleyman, evi soyulurken kadının nerede olduğunu soruyor. Kadın da, uyuduğunu söylüyor. Sultan Süleyman, bunun üzerine nasıl bir uyku olduğunu söyleyerek şaşkınlığını ifade ediyor. Yaşlı kadının verdiği cevaba bakın, “Ben uyuyordum ama senin uyanık olduğunu sanıyordum, bundan kelle artık uyumam.”

Şimdi padişahtan hesap sorabilen sıradan bir vatandaşa örnektir ve bu durum adalet konusunun içinde değerlendirilir. Başka bir konu olsaydı muhtemelen kabul etmeyecekti ama adalet söz konusu olduğunda akan suları durdurmuşlar. Kanuni’den bir örnek daha verecek olursak, ağaçları saran karınca öldüreceğini Şeyhülislam efendiden (Cemali Efendi) bir fetva ile cevaz vermesini istiyor. Bu hikâyecik çok yaygındır, internette bulabilirsiniz. Şeyh efendi de, gene bir beyitle Sultan’a cevap veriyor, karıncaları öldürerek ağaçları kurtarabilirsin ama karınca mutlaka ahirette Süleyman’dan hakkını alır. Sadece insan hakları üzerine değil, hayvanların, ağaçların hakkı, çevreyi kirletmeme hakkı. Bir gezgin diyor ki, “Bu insanlar yere tükürmezler. Sürekli olarak tükürükleri yuttukları için mikrop alırlar ve zamanla yüzlerine, gözlerine hararet ateş geliyor, kılları dökülür.” Bu adam herhalde saç kıran birisine denk gelmiş. Fransız bir gezgin Brayer, 9 sene İstanbul’da kalmış ve tüm Anadolu’yu da gezmiştir. Brayer diyor ki, “Yazın kuraklıkta ağaçlar kurumasın diye ulu çınarları sulayan kaçık Türkler görürseniz İstanbul’da yadırgamayın.”  Brayer, ağacı sulayanın malı mı olduğunu soruyor. Çünkü Batı’da mülkiyet vardır, menfaat kaygısı vardır. Brayer de mülkiyete dayanan bir durum olmadığını söyleyen adama, tekrardan niye suladığını soruyor. Adam da, malın ve canın Allah’ın olduğunu ve daima varlıkların, Allah’ı tespih edeceğini söylüyor. Brayer, böyle bir şeyi hiç duymadığını söyleyince de adam, rüzgârda hışırdayan yaprakların musikisinden de mi zevk almadığını soruyor. Bizim insanımız sevap ve keyif alma duygusuyla hareket eder. Zaten hayattan aldığınız lezzet ölçüsünde sevap kazanırsınız. Çünkü ibadetin içinde de lezzet vardır. Binaenaleyh o lezzet yoksa ibadette kuru hale dönüşür. O bakımından Türkiye’deki teravihler diğer İslam coğrafyalarında rastlanmayacak şekilde merasimlidir, musikidir bir tarafıyla. Hayata müzik katan bir anlayışın çocuklarıyız ama şiiri de hayatımızdan kovduk. O zaman hayatımız tortuya dönüştü, bir de olumlu olanları da görmeden yaşıyoruz. Bunları görmediğimiz için de şükür etme gereği duymuyoruz. Şükür edebilmek için güzeli idrak etmek lazımdır. Efendimiz Muhammed (SAV), bir köpek leşinin dişlerine dikkat çekip, çok güzel olduklarını buyurmuştur. Yani kötülüğün içindeki güzelliği içinden görerek hayat güzel olur. Bir hayatta güzelliği görmeden yaşadığınız zaman tamamen donuk olur, insan kadavraya dönüşür. İnsanı insan kılan şey, güzellikleri fark etmesidir. Diğer taraftan güzeli fark etmeyen insan bitkisel ya da hayvansal yaşama mahkûmdur. Tarihte de olumlu ve olumsuz şeyler vardır. Olumsuz şeyler o kadar tekrarlandı ki artık, tarih bir karalamaca haline dönüştür. Ben de, olumlu şeylerin varlığından bahsediyorum. Bu seferde taraf olduğumu iddia ediyorlar. Tarafsızlık ne demek? John ile Mehmet arasındaki tarafımı elbette ki, Mehmed ’den yana kullanacağım. Tarih, dedelerimiz ve ninelerimizdir. Çaldıran Savaşı’nda İsmail’i tutacak kadar gafil değilim. “Efendim, Şah İsmail Türkçe şiir yazmıştır” diyorlar. Şah İsmail Türkçe ne yazmıştı, gene Türklere sövmüştü. Yavuz Selim Farsça ne yazdı? İslam’ı ululaştırdı, Peygamber Efendimize naat yazdı, kendi yüreğindeki diriliş öyküsünü anlattı. Allah’ın bütün dilleri anlayacak kudrettedir, çünkü o yaratmıştır. Farsça veya Türkçe yazmak önemli değildir. Kişinin ne yazdığı önemlidir. Ben Lazca dua ediyorum da Allah kabul ediyor.

Yavuz Bahadıroğlu’na bir diğer sorumuzu yöneltiyoruz:
Son zamanlarda gündeme “modern dindarlık” diye bir kavram atıldı. Bu kavram, hakkında ne düşünüyorsunuz? Dediğimiz andan itibaren Yavuz Bahadıroğlu’nun tepkisi çok netti;

“Lanet olsun” dedim. “Modern dindarlık”, “Kürt/Türk Müslümanlığı” hepsine lanet olsun. Bir tek Müslümanlık vardır, o da Muhammedi. İslam’a başka bir mantık yamamaya kimse kalkışmasın. Bu din yeni nazil olmadı. 1400 sene önce geldi, yaşandı, içeriği belirlendiği, dizayn edildi –Peygamberlerin böyle bir görevi var. Namaz emri vardır ama kaç rekât kılacağınız belli değildir.-  Namaz söz konusu oluyor kısaltma yoluna gidiliyor. Tesettür söz konusu oluyor şekli değiştiriliyor. Size “Örtününüz!” Dendiğinde, baştan omuza kadar inecek anlamındadır. Bunu Peygamber Efendimiz (SAV) hanımları, kızları, ashabı uyguladı. O uygulamaya bakacaksınız. İşte Peygamberler, bu iş için gönderiliyor. Dinlerin belli muallak noktalarını aydınlığa çıkarmak.  Peygamberi çekerseniz bir kenara, kim “Modern İslam”, kimi “Kürt İslam” der. Yok böyle bir şey? Modern İslamlık nedir? Din süreçler içerisinde değişmiyor ki, Kur’an-ı Kerim indiği zamandaki gibidir. Bu dine tabi olursunuz veya olmazsınız.

Her şey O’nun emrindedir, çünkü O yarattı. Allah çok merhametlidir. İnsanları cennete ve cehennemi seçme özgürlüğü tanımıştır. Hiçbir zorlama olmadan, inkâr etme özgürlüğü tanımıştır. Bu yüzden kimseyi zorla cennete götürmeye kalkışmayın, çünkü insanların cehenneme gitme özgürlükleri var. “Modern Müslümanlık”, “5 yıldızlı Müslümanlık”  öyle bir modaya kaptırdık ki kendimizi, -moda dergileri çıkarıyor Müslümanlar- kefen modası çıkarsa şaşırmayın. Kadınlarda pembe, erkeklerde mavi… Bir de kefene cep diksinler, dünyalıklarını götürürler, yandan da yırtmaçlı olsun. Böyle bir mantık olabilir mi? Biz, Allah’ın indirdiğiyle amel etmeyi “angarya” olarak görmeye başladığımızdan beri, kendi İslam’ımızı uydurduk. Bundan sonra ki iş, kendi uydurduğumuza isim bulmaktı. “Modern Müslümanlık” diye bir kavram yok. Müslüman nasıl olur? Müslüman temiz olur, ahlaklı olur, Allah nasıl emrediyorsa, O’nun emrettiği gibi dosdoğru olur.

Kirli İsabel, “Hayatımda iki kere yıkandım” diyor. Endülüs Emevi Devleti’ni yıkan kraliçedir, I. Isabel olarak da bilinir. Bu kadın, kokuyor ve hayatında sadece iki defa yıkanmış. Bu kadın, “Vaftiz suyunun üzerine bir defa su değdirdim, o da gerdek gecesinde” diyor. Şimdi, Kanuni döneminde ise, İstanbul’da 15 hamam var. O dönemin gezginleri, Türklerin suyu çok fazla israf ettiğini söylüyor. Çünkü temizlik imandadır. Bu temizlik sadece insana ait değil, çevrenin temizliği, evin temizliği, her şey içindedir. Ruh ve yürek temizliği bununla bağlantılı olarak gelişiyor. Pis bir çevrenin insanın ruhu temiz olamaz. Onun için, Araplara çok kızdım. Mekke baya bir kirli ve temizlenmesi için biraz konuştum. Bunun içinde Yavuz Bahadıroğlu’na, Mekke’ye giriş yasağı koydular. Bende zaten gitmeyecektim ki…

Bir Acayip Blog ekibi ve sevgili hocamızın tebessümleri arasında diğer sorumuza geçiyoruz:
Ayasofya’nın ibadete açılması hakkındaki gözlemleriniz nelerdir? Fatih Sultan Mehmed ’in Ayasofya ile ilgili bir vasiyetnamesi var mıdır?

Ayasofya, Fatih’in üzerine tapuludur, mülküdür. Çünkü bir şey mülkün dâhilinde değilse bağışlayamazsın. Bu tapunun varlığını biliyorduk, birkaç sene önce ortaya çıktı.  Biz zaten Fatih’in üzerine tapulu olduğunu biliyorduk ama ispat edemiyorduk. Çünkü arşivler darmadağındı, düzenlemeler yapıldı ve tapuda ortaya çıktı. Fatih’in üzerine tapulu olduğunu cümle âlem gördü. Bir, tapuyu delemezsin, vakıfla oynamazsınız. Türkiye’de vakıflar talan edilmiştir. Bu kimliksizlikle Ayasofya’yı daha fazla tutamazsınsınız. Ayasofya kilise veya camii olsun! Bu mabet 1000 sene kilise olarak hizmet vermiş, Hıristiyanlığa hizmet için inşa edilmiş. İstanbul’un fethinden sonra 481 sene camii hizmet vermiş. Şuanda kimliksiz abidesi! Nedir Ayasofya? Hiçbir şey değildir. Eski mabet aynı zamanda müzedir, bu durum dünyanın her yerinde aynıdır. Köln Katedrali böyledir ama diğer tarafta ibadet ediyorlar. Bu yerde saygı içerisinde turistler geziyor. Ayasofya’nın bir yerinde ibadetimizi edelim, diğer tarafta turistler gezsin. Sultanahmet’te böyle olmuyor mu? Bu düzeni uygulamak için dinimiz ve toplumsal yapımızda gayet uygun. Ayasofya’nın Camii yapılmasıyla ne olacak? Bu bir vakıf, vakıfla oynanılmaz. Onun için bağırıyorum, “Ayasofya Camii yapılsın” diye. Her boş bulduğumuz arsaya camii inşa ederek, bu sorumluluğumuzdan kurtulamayız. Bu dönemde yapılan camiiler estetikten yoksun. Bir Mimar Sinan’ın olmaması, Türkiye’nin en büyük eksiliklerinden biridir. Sinan’ı geçmeği kimse göze alamıyor. Bunu geçmiş zamanlarda Diyanet reisimiz, “Mimar camiye küskün” diyor. Hayır! Cami, mimara küskün, çünkü kimse Sedefkârla, Sinan’la yarışmayı göze alamıyor. Yeni mimarlar karbon kâğıdıyla çoğaltılmış gibi yapılar ortaya koyuyor. Yeni mimar ihtiyaç camileri yapıyorlar. Osmanlı’nın, Selçuklunun camileri ihtiyaç cami değil. Hem ihtiyacı gideriyor, hem de estetik zevkleri doyum noktasına ulaştırmaya çalışıyor.  Süleymaniye, Şehzade ve diğer Sinan eseri olan camilere dönüp dönüp bakma gereği duyarsınız. Kocatepe Camii’ne baksanız, bir an önce işimi bitirip gitmek istersiniz, çünkü insana ruhuna doyumluk hissi vermiyor.

Batı’da resimler çerçevelidir. Bir yerden alıp, başka bir yere asabilirsiniz çerçeveyi. Sinan öyle bir adamdır ki, onun resimleri duvardandır ve olması gereken yerdir. O duvarı oradan alıp da, başka bir yere asamazsınız. Ayrıca Sinan, mermeri ağlatan, güldüren adamdır. Süleymaniye de, Selimiye de devletin büyüklüğünü hissedersiniz. Şehzade Camii’nde ise, insanı inceden hüzün sarar insanı. Çünkü Kanuni’nin, genç yaşta vefat eden Şehzade Mehmed için yaptırdı o camii. Hürrem Sultan’ın, Sinan’a yaptırdığı Cihangir Camii’ne bakın. Şehzade Cihangir’den dolayı inşa edilmiştir. Orada da, sizi ağlama hissi kaplar. Bir Alman arkadaşım vardı, Mihrimah Sultan Camii’ne gitmek istedi. Bizde gittik, arkadaşım önce kubbeleri saydı, “Kubbelerin çökmüş olması gerekir, çünkü çok fazla pencere var,” dedi, ben de, “Çökmedi işte, orada duruyor,” dedim.  Kendisi de, “Burada müthiş bir bilim ve teknoloji var, siz aynı millet değil misiniz? Sizin genlerinizde Sinan’ın genleri yok mu? Niye onun yaptığı eserler yüzlerce yıla karşı koyuyor? Sizin modern mimarlarını, modern teknolojiyi kullanarak yapılarını kaliteli inşa edemiyor?” Dedi. Bir cevabımın olduğunu söyledim ama bu işin, bir cevabı olacağını kabul etmedi. Bende inatla var olduğunu iddia ettim, “Eski mimarlarımız, mühendislerimiz harca besmele katıyordu, yenilerimiz hile, hurda katıyor,” dedim. Biz hile, hurda katan konuma nasıl geldik? Hadi, “Modern Müslümanlık” safsatasını bir kenara bırakın. Biz, bu hale nasıl getirildik? İmanımızın üzerinden tanklar geçti, fikrimizin, zikrimizin ve tefekkürümüz üzerinde ağır askeri araçlar geçirildi. Binaenaleyh, bu gün yüzleştiğimiz terör olayları, dün atılan tohumlardır.

Biraz soluklanmak isteyen hocamız, ikram edilen çaylardan yudumladı. Hocamızın tekrardan isteği üzerine bir diğer sorumuzu yönelttik:
Osmanlı padişahları arasında II. Abdülhamid’in önemli bir yeri var. Abdülhamid’in, gençlere örnek teşkil edecek özelliklerin bahsedebilir misiniz?

Abdülhamid Han anlaşılmamıştır. Ne yazık ki, II. Abdülhamid ifrat ve tefrid arasında kalmıştır. Sultanın diktatör olarak lanse ediliyor, ya da “Kızıl Sultan” diye Ermeni, Yahudi ve İngilizlerin ortaklaşa bir damga vurmuşlardır. Bizlerde tüm bu safsataları benimsemişiz. Avrupa, Türkiye’ye “Hasta Adam” demiş, benimsemişiz. Avrupa’nın krallarına da, “Aslan yürekli, korkusuz, büyük” gibi sıfatları layık görüyoruz. Önce kendi atalarınıza doğru bir şekilde yaklaşacaksınız. Binaenaleyh II. Abdülhamid, imparatorluğunun dağılmasını tahtını kaybetme pahasına 33 sene geciktirmiş. Abdülhamid bir projeye kurban gitmiştir, bu projenin özünde de İngilizler var. İki petrol haritası çarpışmıştır. Biri Sultan Abdülhamid’in kasasında, diğeri İngiltere kraliyet ailesinde. Bu iki harita, aynı noktaları işaret etmesiyle İngiltere 150 sene süren bir proje geliştirdi ve uyguladı. Bu projenin en önemli ayağı ise, Abdülhamid Han’ı ortadan kaldırmaktı. Bu projeyi uygulamak için Çanakkale’ye geldi, sonra antlaşmalarla istenilenler tek tek elde edildi. Bu süreci anlamak için koruma kanunuyla saklanan belgeler, koruma kaldırdıktan sonra ortaya çıkması gerekiyor. Türkiye Cumhuriyet’inin vatandaşı, tarihçisinin belgelere ulaşmak veya gerçeği öğrenmek gibi bir hakkı yok. Halen birileri, bizden bir şeyler saklıyor. O zaman güzel bir şeyse saklanmaması gerekir, ama hiçbir şey kıyamete kadar gizli kalmaz. Koruma Kanunu çok ayıp bir şeydir, koruyanların tartışması gerekir. Fatih Sultan Mehmed ‘in koruma kanunu yok, herkes kafasına göre konuşuyor diye Fatih’e bir şey olduğu yok. Bırakacaksınız, belgeler ortaya çıkacak, herkes doğruyu öğrenecek. Sert ifadeler ve hareketler kullanan da, TCK kanunlarınca cezasını çeker. İskilipli Atıf Hoca için herkes bir rivayet ortaya koyuyor. İstiklal Mahkemelerine ait belgeler açıklandı diyor ama sadece asker kaçaklarına ait olanlar açıklandı. Latife Hanım’ın hatıralarını okuyamıyoruz, Atatürk’ün eşidir. Cumhuriyet tarihi açısından Latife Hanım ilk kaynaktır. Biz, kime bakarak yakın tarihi öğreneceğiz? Nutuk’a! Kardeşim, tarihçi diyor ki, “Hatıra savunmadır, belge değildir.” Tarihsiz ve talihsiz hale getirdiler bizi! Anladınız? Siz, onu anladınız. Binaenaleyh, II. Abdülhamit’i tekrardan yazıyoruz. Sultan zaman zaman baskı ve şiddete başvursa bile devletin bekasını düşündü. Cumhuriyet tarihinde şiddet olmadı mı, hem de devletin bekası için? Birini karalayacaksınız da, diğerini niye temize çıkaracaksınız. Ya ikisi doğru, ya da ikisi yanlıştır. II. Abdülhamid’in bazı uygulamaları aydınlara zor geliyor, çünkü aydın adam fikrini özgürce ortaya koymak ister. Mehmet Akif, Süleyman Nazif, Beddiüzzaman da karşı çıkmıştır. Bu insanların karşı çıktıları ise, özgürlüklerin kısıtlanmasıdır. Akif’ler, Said’ler kendi duruşlarında haklıdır ama Sultan Abdülhamid’de kendi duruşunda haklıdır. “İki taraf haklı olmaz” demesin kimse, olabilir. İki tarafı da kınamamak gerekir. Abdülhamid son derece büyük bir insandı, dünyada yazılmaya başlandı. Müslüman gençler, fani kişileri örnek olarak göstermem. Tüm ümmetin örneği, Hz. Muhammed (SAV), ashabtır. Hz. Ebubekir’in doğruluğunu, Hz. Ömer’in adaletini, Hz. Osman’ın yumuşak başlılığını, Hz. Ali’nin ilmini, Hz. Hamza’nın öfkesini (r.a) örnek alacaksınız. Bunları aldığınız zaman Osmanlı örneğininde olduğu gibi kıble yürekli insanlara dönüşüyorsun. Şimdi ise, kadınlarımızın önderi bilmem ne sanatçısı, erkelerin önderi bilmem ne sanatçısı. 

Sohbetin bu kısmından sonra Yavuz Bahadıroğlu hocamız kendine has üslubunda bizlere ve sizlere daha nice güzel nasihatler sıraladı.
İstanbul, Hıristiyan âleminin en önemli kalelerinden biriydi. Fatih Sultan Mehmed ‘in, bu hayalini gerçekleştirdikten sonra ki hedefi var mıydı?

Fatih’in ilk hedefi dinidir, i’lâ-yı kelimetullah. İkinci hedefi millidir, kızıl elması. Kızıl elması ise, Doğu Roma’dır. Doğu Roma fethini gerçekleştirdikten sonra da, gayri ihtiyari hedef Batı Roma’nı kapısı açılır. Hıristiyan dünyasının kalbine girecektir ve Katolik dünyasını da, Ortodoksları kontrol ettiği gibi etmeyi isteyecektir. Şurası çok önemli, elinde bulundurduğu toprakların hiçbir karışından zulüm yok.  Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra yayınladığı ilk fermanında şunlar vardı; inançlarında, ibadetlerinde, kıyafetinizde, ticaretinizde, seyahatinizde özgürsünüz. Biz halen bu hakların varlığını tartışıyoruz, dünya, bu haklarlar daha 70 sene önce tanıştı. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi falan filan.

Yavuz Bahadıroğlu’nun yazar kimliğinin yanında, bir de şair kimliği var. Yavuz Bahadıroğlu’nun etkisinde olduğu şair veya şairler kimlerdir?

Kanuni’nin, Fuzuli’nin şiirlerini seviyorum. Fuzuli’nin,

“Dost bivefa, felek bî-rahm, devran bî-sükûn, Derd çoh, hem-derd yoh, düşmen kavî, tâli’ zebûn.” O günde bile, kimse elimizden tutmuyor diye şikâyet ediyor Fuzuli. Kanuni’nin, Hürrem Sultan’a yazdığı ilginç şiirler vardır, Peygamber efendimize yazdığı çok önemli naatlar vardır. Eli kalem tutabilen, şiir yazabilen Osmanlı padişahlarının tamamı ilahi ve naat yazmıştır. Mesela I. Ahmed, Peygamber Efendimize (SAV) diyor ki,

“İftirâkınla efendim bende tâkat kalmadı
Yahpâre oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı.
Şol kadar ağlattı ben biçâreyi hukm-i kazâ,
Gireydin hiç Hazret-i Yâkûb’a nevbet kalmadı.” 

Peygamber Efendimiz ’in (SAV)  ayak izini resmetmiş, kavuğunun secdeye giden tarafında ömür boyu taşımıştır I. Ahmed Han. Osmanlı padişahlarının “sorguç” isimlendirilen, sarığın ön tarafında asılı tüy, Kâbe’yi süpüren süpürgeden üretilmiştir. Yavuz’un ifadesiyle “hadimu’l-harameyn”,  iki tarafın hizmetçisiyiz. Bir de Kanuni’den bir divan okuyalım,

“Celîs-i halvetim, varım, habîbim mâh-ı tâbânım
Enîsim, mahremim, varım, güzeller şâhı sultanım
Hayatım, hâsılım, ömrüm, şarab-ı kevserim, adnim,
Bahârım, behçetim, rûzum, nigârım, verd-î handânım” diye devam ediyor ve Hürrem Sultan’da enfes bir cevap veriyor. TV kanallarında “Süleyman, Süleyman…” diye peşinen dolanan kadın, böyle bir cevap veremez.

O dönemin şairleri Baki, Fuzuli, Taşlıcalı Yahya ve Kanuni. O dönem, dev bir dönemdir ve Hürrem Sultan’da şiirleriyle bu dev kadroya girebilecek yetkinliğe sahiptir. Bu nasıl oldu peki? Harem’deki eğitim sayesinde, TV’deki dizilerdeki gibi işleseydi Harem, hiçbir şey olmazdı.

Yavuz Bahadıroğlu’nun ağzına sağlık dedikten sonra, hangi tarzda müziklerden hoşlandığını da sormadan edemezdik.

Doğu’dan ve Batı’dan klasik dinlemekten hoşlanırım. Dambur dumburlu şeyler hoşuma gitmiyor. Milli enstrümanlarımızdan hoşlanıyorum. Mesela, piyona ve org sesinden rahatsız olurum. Çünkü insan sesini bastırırlar. Bizim, geleneksel musikimizde insan sesinin hâkimiyeti var, çünkü her şey insan içindir. Hayatın öznesi, yüreği insandır. O yüzden Osman Gazi’ye Şeyh Edebali’nin vasiyetinde, “insanı yaşat ki, devlet yaşasın!” İnsansız devlet olmaz. Batı’da ise, alet ve teknik önceliklidir. Elektrogitar, piyona ve benzerleri gibi. İnsan sesine en yakın ses, ney sesidir. İnsanın ruhuna inşirah verir. Ben yazarken sözsüz tercih ediyorum, ruhu dinlendirir ve ilhamınızı artırır.

“Yeşil pop” ve “yeşil olamayan pop” dedikleri şeylerden zerre kadar haz etmiyorum. Çünkü sözleri çok kötüdür. Bunları icra edenlerin çoğu arkadaşımdır ama kusura bakmasınlar, hepsini de çok seviyorum. Bu tarzları dinlemeği tercih etmiyorum. Mimariden, resimden, sanattan biraz anlıyorsanız, musikinizde ona göre şekillenir.

Sohbetimizin sonuna gelmiştik ama Bir Acayip Blog ekibinden Mehmet Karagöz’ün yıllardır merak ettiği soruyu sormak için Yavuz hocadan izin aldı:
Yavuz Bahadıroğlu’nun eserlerinden “Sunguroğlu” serisinin hiç birinde kahramanımız ölmüyor. Peki, Sunguroğlu nasıl ölüyor?

Sunguroğlu ’nu öldürmedik, gene yazarız diye. Sunguroğlu öldü ama kitapta ölmediği için insanları inandıramıyoruz. -15-18 yaş arası özellikle- Sunguroğlu’nun varlığa arkadaşlarımda inanmadılar, iyi uydurduğumu söylediler. Bende arkadaşlarımı Söğüt’e götürdüm ve mezarını gösterdim. Tarihim o kadar zengin ki, olmayan şeyi uydurma gayretine girmememize fırsat kalmıyor. Bu kişiler hakkında dağınık bilgiler var, hayatlarına dair çok ayrıntıya da sahip değiliz. O nokta artık romancılığınız devreye girecek. Bana göre Sunguroğlu çok acemice yazılmış bir roman.  O dönemde, böyle eserlerden mahrum olduğumuz için insanların talebi oldu. Bir diğer ilginç olan da, en iyi romanım Cem Sultan diyorum ama o kitapta satmıyor.

Ben kitaplarında aşkı öne çıkarmadan okutabilmiş bir adamım. Bizim millette aşk görmek istiyor. Şimdilerin yeni akımı da, iki minare arasında aşk, haremdeki aşk. Bunlara gerek yok. Hikâye çok güzel, olay örgüsü, edebi açıdan ama tek kusuru var, o da yalan. İnsanlara iftira attığına utanmıyor musunuz? Yavuz Sultan Selim’i yazıyorlar, aşktan geçilmiyor. Yavuz’un hayatın böyle bir örnek göster dediğinde de, roman yazdığını iddia ediyor. İnsanlara olmayan şeyleri yakıştırmak hiçte güzel bir şey değil. Siyasetçiden âlim olmaz ama bana göre, evliyalık insanlar vardır Osmanlı hanedanın içinde. Sen, bu adamın karısına, kendisine iftira atabilir misin?

Biz de hocamıza katılıyoruz, Yavuz hocamıza teşekkür ediyor ve en yakın zamanda kendisiyle gene bir araya gelmeyi, güzel sohbetlerinde bulunmayı ümit ediyoruz.