Hukukçu, divan şiiri üstadı, yüzünde her daim en güzel tebessümüyle güzel yürekli bir ağabey; Hayati İnanç’la pek keyifli bir sohbet gerçekleştirdik..

Esasında hukukçu olduğunuzu biliyoruz, bir müddet avukatlık yaptığınızı da. Avukatlığı bırakıp edebiyata yönelmenizdeki sebep neydi? Neden divan edebiyatı?

Bir toplumu dönüştürmek, başka bir hale sokmak, serbestçe ifade edelim canına okumak istendiyse, bunun en kestirme yolu lisanını bozmaktır. Kelime kadrosunu, dil alışkanlıklarını, yüzlerce yıldan beri kendisini ifade ettiği aracı elinden almaktır. Toplumumuza bu yapılmıştır, çok acımasızca uygulanmıştır. Neticede karşısındakine içindekini rahat rahat anlatamayan, çok konuşsa da meramını ifade etmekte zorlanan anlatamadığı için de gerginleşen, gerilen, üzülen dolayısıyla sevgisizlik yaşamaya başlayan bir toplum bir topluluk çıkıyor karşımıza. Her zaman verdiğim bir örnek vardı: Bundan tam on sene önce TRT, beni bir program konuğu olarak çağırdı. TRT Int diye bir kanal vardı. O kanalda da “Merhaba Dünya”  diye güzelce bir program vardı. İki saat kırk dakika sürecekti program. Bir taraftan da müzik icra etmek üzere de biri gelmişti, albüm çıkarmış. O da ticaret yapacak tabii. Hanımefendi ünlü bir sunucu, o yıllara kadar hep ünlüleri sunmuş, meşhur Halit Kıvanç’ı sunan bir sunucu. Fakat bizim anlattıklarımıza çok yabancı. Bilmiyor, kendisi de bunu kabul ediyor. Ve o gün Sultan Fatih hakkında bir gazel okudum. Yedi beyit, on dört mısra. Çok yakışıklı bir şiirdir, merhum Sultan Fatih aşkın kanununu yazmış:

“Ağlasa âşık belâ-yı hecr ile nâlân olup
Gözlerinden akan anun yaş yerine kan olup

Her ne denlû görse vefâlar eylese
Her ne denlû gülseler hâline ol giryân olup

Geh cefâ kûh-ı gubârından urunsa kisveti
Geh belâ vadisinde geşt eylese üryân olup

Râz-ı aşkı âşikâr etmeğe takat bulmasa
Sînesinde nâvek-i dil-dûzlar pinhân olup

Gam beyâbânına eylese her gün seyr ü sefer
Her gece mihnet-serâ-yı firkate mihmân olup

Dilberinden rahm eğer olmazsa ol dil-hasteye
Kimseler derdine dermân edemez imkân olup

Verseler mülk-i cihânın tac u taht-ı devletin
Avnî kûyun terkin etmez başına sultân olup”

Sultan Fatih’ten bu gazeli okuduk sonra açıkladık. Şeyh Galip merhumdan bir başka gazel okuduk, onu açıkladık:

“Yine zevrâk-ı derûnum kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı şîşedir bu reh-i seng-sâre düştü” diye devam ediyor.

Sunucumuz şöyle bir soru sordu. Canlı yayındayız, TRT Int’deyiz, Merhaba Dünya programındayız. Sultan Fatih ve Şeyh Galip’ten birer gazel okumuşuz. Gerçi o gazelleri okumadan önce zemini biraz hazırlamak için iki başka şiir daha okudum yenilerden; biri Osman Yüksel Serdengeçti merhumun bir aşk şiiri, diğeri Necip Fazıl Kısakürek merhumun yine bir aşk şiiri. Hadi onları da bir gözden geçirelim. Osman Yüksel Serdengeçti’nin okuduğum şiiri:

“Artık olan oldu bize
Gelsen de bir gelmesen de
Gelemeyiz biz yüz yüze
Gelsen de bir gelmesen de

Hep kendini çektin naza
Yok bahara yahut yaza
Bıktım gayrı yaza yaza
Gelsen de bir gelmesen de

Bir candır bu bir andır bu
Giden gelmez bir handır bu
Dağ taş değil insandır bu
Gelsen de bir gelmesen de

Bulacağın bir boş kafes
Kalmış ceset çıkmış nefes
Nerde o can nerde o ses
Gelsen de bir gelmesen de”

Bir şiir daha okuyacağım, Necip Fazıl Kısakürek’ten bir aşk şiiri:

“Elimde sükutun nabzını dinle,
Dinle de gönlümü alıver gitsin
Saçlarımdan tutup kor gözlerinle,
Yaşlı gözlerime dalıver gitsin.

Yürü gölgen seni uğurlamakta,
Küçülüp küçülüp kaybol ırakta,
Yolu tam dönerken arkana bak da,
Köşede bir lahza kalıver gitsin.

Ümidim yılların seline düştü,
Saçının en titrek teline düştü,
Kuru yaprak gibi eline düştü,
İstersen rüzgara salıver gitsin!”

Üç defa ölümcül vaziyet yaşadım son üç senede, 2012’de bir kazayla gidiyordum neredeyse, zor döndüm. Hastanede doktorların ödü patladı. Amasya’ya gittik, program yapacağız. TRT gelmiş. Yediğim bir şey tıkandı, nefesimi kesti. Doktor da tanıdı bizi. Gözünde korkuyu hissettim. Sağ çıkınca çok sevindi. Kalp krizi geçirdim 2013’te. Stent taktılar. 2014’te de öyle bir trafik kazası yaptım ki, arabayı ben tanıyamadım, öyle bir hale gelmiş. İçinden çıktık sağ. Sonra doktora sordum: “Kalp de var, KOAH da var. Ne olacak bu işin sonu?” Doktor da dedi: “Merak etmeyin, tıp ilerledi. Ölene kadar yaşarsınız.” Endişeye mahal yok. Dert etmeye lüzum yok. Ecelin sebebi yok, vakti var. Geldiği zaman gidilir. Dünyam altüst olacak diye telaş etme, diyor Şems-i Tebrizî Hz. Belki altı üstünden iyidir.

Sunucu sana soruyor “Hayati bey siz eski kelimeleri özellikle mi kullanıyorsunuz?” Anlayamadım, dedim. Hani dedi eski kelimeleri, Arapça, Farsça kökenli kelimeleri özellikle mi kullanıyorsunuz?  Bu sunucuların hastalığıdır. Konuğu zora sokmak, köşeye sıkıştırmak, keyif etmek bir adettir. Sunucu olduğum için biliyorum, eğlenceli  bir şeydir. Kimseye yapmadım ama öyle bir durumdur. “Anlayamadım, ben gündelik kelimelerle konuşmaya çalışıyorum. Eski ve anlaşılması zor kelimeleri konuşma içine koymuyorum. Ama Sultan Fatih’ten şiir okudum. Rahmetli 550 yıl öncesinin Türkçesini söylüyor haliyle. Şeyh Galip’ten okudum 210 yıl oldu öleli, haliyle o günün Türkçesiyle söylemiş. Eğer bunları kast ettiyseniz hakikaten haksızlık ediyorsunuz. Arkasından izah ettim, açıkladım, anlaşılmadı mı?” dedim. Anlaşıldı, dedi. O zaman dedim soruya gerek yok. Onlar milenyumda konuşacağımız Türkçeyi  hesap etmediler diye onlara kızacak değiliz, olur mu öyle şey.

Madem sorunuz gereksiz kaldı, buna şimdi cevap vermek doğru olmaz ama hak etmiyor cevabı. Ben dedim kaçmayacağım şimdi. Siz dedim biraz önce stres dediniz, öyle değil mi dedim. Evet, dedi. Yeri geldi stres kelimesini kullandı. Ben ise orada başka kelime kullanıyorum. İnkisar diyorum, ızdırap diyorum gam diyorum, gussa diyorum.. Siz Fransızcadan ya da batı dillerinden Türkçeye gelmiş stres kelimesiyle idare etmeye razısınız, beni de oraya çağırıyorsunuz.  Stres varken eski kelimeleri kullanma diyorsunuz. Eski kelimelere bir göz atalım da ne kadar haklı olduğunuzu siz görün. Izdırap, keder, tasa, gam, gussa, kasvet, melal, hüzün, kahır, yeis, inkisar, efkar, elem, dert, mihnet. On beş kelime varken, bunları kullanma imkanımız varken, anamızın ak sütü gibi helal ve bize ait iken ne demeye hepsini silip de yerine stres deyip bununla yetinmeye çalışalım? Siz beni strese sokmak mı istiyorsunuz, ben o strese girmeyeceğim dedim. Durumu size anlatayım. Günümüz insanının problemine bakınız. Annesinin cenazesi var, stresli; yağmur yağmış pikniğe gidemiyor, stresli; sevgilisi terk etmiş, stresli… Bu kadar farklı duygular aynı kelimeyle nasıl ifade edilir? Bu haksızlık değil mi? İnsanlar böylelikle yoksullaşıyor, fakirleşiyor ama bunun farkına varılmıyor. İnsanoğlunun üç türlü açlığı vardır. Biri midesi acıkır, ekmek, çorba iyi geliyor, diğeri kafa acıkır, bilgi istiyor. Bilgi ise kelime demek. Gönlü acıkıyor aşk istiyor, muhabbet, iman, sevgi istiyor. Ancak onunla doyar. O da kelimelerin anlamı demek. Yani siz kelimelerle açtığınız zaman hem kafa hem kalp aç kalıyor. Yürüyen ölü gibi geziyor insanlar. Aslında manen, fikren, duygu itibariyle ölmüş oluyor. Dünyanın en görkemli en yakışıklı en zengin lisanlarından biridir Türkçemiz, fakat son birkaç yılda garip kalmış, ilgisiz kalmıştır.

Eski bir şair şöyle söyler:
“Fârisî vü ‘Arabî’den iki şehbâl olmalı
Tâ ki pervâz-ı bülend eyleye Ankâ-yı sühan”
Manası şu: Farsçadan ve Arapçadan beslenen güçlü bir Türkçeyle ancak mana yüceliklerine uçan bir kartal olabilirsin. Bizim lisanımızın özelliği budur. Büyük bir devlet, onlarca bayrağı altında toplayan muazzam bir devlet olmanın şartı da esaslı bir dildir. O dil bozulursa yapamazsınız. Öyle bir dil ki Arapçanın, Farsçanın ve Türkçenin bütün imkanlarını kullanıyor. Üç dilin birleştiği yerdedir  Osmanlıca.

Divan şiiri, aruzlu şiir okunurken manasını bilmek şart değil. Bülbül öterken ne dediğini anlıyor musun? Anlamak istemezsin, ne güzel ötüyor, susmasın istersin.

hayatiinanc2

Sizi programlarda da başka yerlerde de güler yüzünüzle hatırlıyoruz hocam, bu kadar pozitif olmanın bir sırrı var mı?

İmam-ı Rabbanî mektûbatı. Günde bir mektup okurum en az. Bu, o Allah dostunun bir ihsanı, Cenab-ı Hakk’ın ona verdiği bir keramet. Saadet-i Ebediyye isimli bir temel dini bilgiler kitabı var belki biliyorsunuzdur, Saadet-i Ebediyye ve Mektûbat tercümesi benim hayatımın düsturu olan iki kitaptır. Hayatımı onun üzerine inşa ettiğimden, moralim hep Allah’ın izniyle üzüntülü hallerde de yüksek olur.

Maşallah hocam, Allah daim etsin.

Şiir onun bahanesidir. Şiiri de o çerçeveden izah ettiğim için insanlar dinlemekten zevk alıyorlar. Yoksa hakikaten divan şiiri kolay bir şiir değil. Ama oradaki hususları, şairlerin oraya yerleştirdikleri şifreleri Mektûbat, Saadet-i Ebediyye sayesinde ortak dillerini bildiğim için daha rahat anlama fırsatı buluyorum. Ne kast ettiğini anlıyorum. Bunu da anlatınca herkese hoş geliyor tabii.

Hocam bizim kadim şiirimize değinmeden evvel İslam edebiyatının temelinden sormak istiyoruz. Biliyoruz ki bütün hatipleri diz çöktürecek kadar üstün belagate sahip olan Kur’an-ı Kerim, şiirin ve belagatin çok önemli olduğu bir dönemde indirilmişti. Böyle bir mucizeden Müslümanlar nasıl faydalanmış ve bunun İslam edebiyatına ne gibi etkileri olmuştur?

Bizdeki yansımasının adı divan edebiyatıdır. Divan edebiyatı adıyla altı asır parlayan bir güneş olarak varlığını sürdürmüş. Hep İslam diniyle müşerref olmakla edindikleri malumat, kıssalar, menkıbeler, esaslar, şiirin merkezinde yer almış. Biz bu üslubu ağırlıklı olarak İran’dan aldık. Aruzu, Arap ve İran edebiyatından elbette çok yoğun bir şekilde etkilenerek yaptık bu şiiri, ama ayıptır söylemesi onları geçtik. Bizde İran şairleriyle rahat rahat boy ölçüşecek çok şair yetişti.

Onaltıncı yüzyıl Osmanlı Devleti’nin tavana vurduğu zamanlar, ikbal zamanı. Kanuni merhum zamanı, öncesinde Yavuz var. O dönemde ve hemen onu takip eden dönemde saymakla bitmeyen üstün nitelikli şair görüyoruz. Tabii bu altyapının büyük katkısı var. Marifet iltifata tabidir. Osmanlı Devleti çok ciddi tutmuş bu işi, iltifatını esirgememiştir. Onları üst düzey devlet yetkililerinden bile daha itibarlı bir mevkide tutmuştur. Sırtını sıvazlamış, muhannete muhtaç etmemiş, bizzat devlet onlara sponsor olmuş. Bunun da meyvelerini bugüne kadar yansıyan şekilde bol bol toplamışız Allah’ın izniyle.

Bugün klasik şiirimizin pek fazla ilgi görmediğini ve bunun da çoğu kez “anlaşılmamasından” ileri geldiğini biliyoruz. Bu duruma sebep nedir? Hakikaten “Osmanlıca” olarak adlandırdığımız dil, Arapça ve Farsçayla karışmış, kimsenin anlamadığı bir “havas” dili midir?

On bin civarında divan şairimiz var. Bunların içinde sarayla irtibatı olanlar beş yüzü geçmez. Yani son derece yaygın, dağ köylerine kadar yayılmış, herkesin vakıf olduğu bir dildir. Basit bir örnek vereyim. Bırakınız Osmanlı Devleti berhayat iken olup biteni, yıkılışından sonra bile veya son dönemlerinde bile İstanbul’u görmemiş iki şair divan şiirinin 20. yüzyıldaki en önemli iki temsilcisidir. Biri Yozgatlı Fennî, 1918’de vefat etti, br diğeri Konyalı Veysel Öksüz, o da 1993’te göçtü. Merhum Fennî Osmanlıyla birlikte yaşadı. İkisi de aynı tarihte öldü, Mondros mütarekesi 1918, Fennî’nin vefatı da 1918. Buna rağmen İstanbul’a gitmedi, orayı hiç görmedi, Yozgat-Ankara arasında kaldı. Orada da vefat etti, kabri Ankara’dadır. O son dönemde divan şiirinin en esaslı temsilcilerinden biri. Veysel Öksüz’de durum daha da ilginç. 1993’te öldü, doğduğunda bile Osmanlı Devleti yoktu.

Bu biraz kolaycı bir izah tarzı. Havas edebiyatı, seçkinlerin edebiyatı, aristokrasi filan deyince herhalde zihnen kurtuluyorlar. Bu işlerine geliyor. Am hakikat böyle değil. Bizim tabii eğitim metodu hakkında da düşünmeye çok ihtiyacımız var. Biz bugün eğitim deyince şunu anlıyoruz: Bir çocuğun önceden tayin edilmiş, okuma süreleri tespit edilmiş okullara girip çok zeki ya da vasat ise de aynı yıl orada kalması ve sonunda diploma edinmesine eğitim diyoruz. Hâlbuki benim mesela on iki yılda edindiğim bilgi birikimini, kazandığım vasfı bir yılda kazanacak deha sahibi bir çocuk varsa ona yazık değil mi? Benimle birlikte on iki sene o da aynı süreçlerden geçmek zorunda kalıyor. Klasik eğitim tarzında böyle bir şey yok. Girersiniz, geçerseniz geçersiniz. Senin akranın burada, bekle beraber gideceksiniz denmez. Hemen sevk edilir. Enderun’a gider, özel eğitime alınır. Yani herkes kabiliyeti nispetinde eğitim alır.

Bir de tabii biz başka bir modern algı kırılmasıyla okuma yazma oranının yükselmesini de bir şey zannettik. Hiçbir kıymeti yoktur. Yani eğitimin kalitesinin artışıyla bir ilgisi yoktur. Yüzde doksan olmuş, Yahya Kemâl’i, Orhan Kemal’i, Kemal Tahir’i, Peyami Safa’yı okuyan yok. Okuma yazma çokmuş! Biz her sahada olduğu gibi keyfiyeti değil de kemmiyeti öne alan bir anlayışa ram olmuş durumdayız. Bu bize çok şey kaybettiriyor. Buna niceliğin egemenliği diyoruz. Ne kadar diploman var, kaç kişi okudu, ne kadar okulun var, hep sayıya bakıyoruz. Nicelik ve nitelik ters şeylerdir. Maalesef biri arttıkça öbürü azalır. Bizim böyle yabancılaşmamızın iki temel sebebini de 20. yüzyılda görüyoruz. Yirmili yıllardaki harf değişmesi, kırklı yıllarda dil devrimi. Dil devrimi sonuçları itibariyle daha etkili. Tasfiyecilik; Arapça’dan, Farsça’dan gelen kelimeleri atalım dediler. Kartacayı yıkalım dediler. Kendi elimizle yıkım faaliyetinin içinde bulunduk. Fakat sizin gibi çalışmalar gösteriyor ki bundan bir rahatsızlık var. Acaba kendimizi nasıl toparlayabiliriz, miras sandığını nasıl açar, kurcalamaya başlarız gibi bir endişe doğmuş ki, siz varsınız. Allah işinizi kolay getirsin.

İnşaallah hocam. Hakikaten üniversitedeki derslerde de Osmanlı eğitim tarihini anlatırken; yüzde onu bile bulmayan okuma-yazma oranı vardı, halk cahildi diye bir algı oluşturuluyor.

Yüzde beş okuma oranı bile olsa topluma yeter. Yüzde bir-iki toplumu idare eder. Amerikan toplumu hakkında duymuşsunuzdur, şehir efsaneleri eksik değildir. Toplum geneli, kafaları çalışmaz, pratik düşünemezler. Altı lira para ödeyeceksin, on bir lira ver, beş lira para üstü versin de kolaylık olsun desen; adamın eli ayağı dolaşır, öyle bir şeyi kavrayamaz, pratik düşünemez. Ama genel böyledir. Bir ‘yüzde bir’ vardır, dünyaya ferman dinleten, dünyaya çeki düzen veren bir yönetici, elit kadrodur. Bu düpedüz Enderun’dur. Bizim böyle bir şeye ihtiyacımız var. Vasatı çok yaygınlaştırıyoruz. Sefalette eşitliğe talip hale geliyoruz. Örnek vermem gerekirse ben hukuk talebesiyken üç fakülte vardı. Üçüncüsü biraz horlanırdı. İstanbul, Ankara’dır. Bir de Ege’de açmışlar diye onu biraz küçümserlerdi. Bugün yüz hukuk fakültesi var, mezunları telefon görüşmesi yaparken eli ayağı titriyor. Bırakınız esaslı bir dava savunmayı, bir tez müdafaa edecek birikimi ve hiç kabahati yok çocuğun. Bulunduğu vilayette işi fazla olmayan avukat arkadaşlar hocalık yapar hale gelmişler. Biz doçent girince üzülürdük, profesör varken doçentle ders mi olur diye. Önemli olan nitelik ama biz niceliğe çok fena kaptırdık, sayıya baktık. Bu kadar çok sayıda hukukçuya ihtiyacımız yok. Bir de tabii hukukçu yetiştirmiyoruz, en iyisi de yetiştirdiklerimiz hukuk teknisyeni. İşin tarihi birikimine sahip, hukukun raconunu, kanununu yazan bir Ahmed Cevdet Paşa görmeyeli yüz yıl oldu. Yetiştirmiyoruz. Arazi kanununu o hazırladı, hala kullanıyoruz. Ondan sonra iki tane meşrutiyet, bir de cumhuriyet ilan edildi ama yok işte temel yetmiyor. Adam hukuk dehası. Hukukun hikmetine nüfuz etmiş bir adam. Şairdir de aynı zamanda, Ahmed Cevdet Paşa’nın şiirlerini başka bir gün fırsatımız olursa konu edebiliriz.

hayatiinanc

İslam şeriatına vakıf olduğunu bildiğimiz bir medeniyetin ve bu dönemde yetişmiş Osmanlı şairlerinin torunlarıyız. Bu şairler nasıl oluyor da şiirlerinde mey, sâki, içki meclisi gibi şeyleri kullanabiliyor? Bu ifadeler hangi manalarda kullanıyor?

Temel bir kaide, divan şiirindeki kelime ve kavramların tamamına yakını lügatte alışageldiğimiz mana ile kullanılmazlar. Alternatif bir dildir. Ayrı bir evrendir. Hatta o kadar ki gündelik hayattan ödünç aldığı kelimeyi mana bakımından zenginleştirip hayata iade eder. Yani divan şiiri bizim sosyal laboratuarımızdır. Oradaki şarabın şarap olmadığını herkes bilir, unutan birkaç kişi varsa da siz hatırlatın.

Hocam bugün aruzla eser ortaya koyan pek fazla şair olduğunu söyleyemeyiz. Hatta Yahya Kemâl merhum için “son divan şairi” yakıştırması yapılır kimi zaman. Aruz kalıbının geçmişte kaldığını ve artık günümüz diliyle bu kalıpta eser ortaya koymanın mümkün olmadığını düşünmek doğru mudur?

Doğru olabilir. Yani bunu tartışmanın ne manası var? Buna biz doğru desek ne olacak, değil desek ne olacak? Aruzla şiir yazabilecek birisi varsa onu yasaklayan bir kanun yok, buyursun yazsın. Birisi de heceyle yazacaksa yazsın, böyle bir sorun yok. Ben zaten bugün aruzla yazan insanlar da yetişsin, bol bol onları görmek istiyorum hevesinde de değilim. Günümüz insanının problemi yazmak değil, okumak. Ben okumaktan yazmaya fırsat bulamıyorum mesela. Çok da şaşırıyorum benim bir şeyler yazmam gerektiğini söyleyenler olunca, acaba gerçekten öyle mi? Kitapta bir eksik mi var ki, mevcutlar okundu da yazılacaklar mı kaldı? Çok zorlandığım için, şu elinizdeki kitabı (Can Veren Pervaneler) utana sıkıla piyasaya sürdüm ama çok iyi biliyorum, bizim okuma eksiğimiz var. Noksanımız o. Yazılacaklar yazıldı, söylenecekler söylendi. Buna rağmen bir kişinin aruzla şiir söyleme kabiliyeti varsa benim açımdan hiçbir mahzuru yok. Buyursun. Günümüz Türkçesi çok fazla yetmiyor. Kullandığımız kelimeler içerisinde uzun-kısa heceler, açık-kapalı heceler, bir renklilik, zenginlik yok. Gündelik hayatı kurtaramıyoruz, ne şiiri! Maalesef acınacak derecede yoksul.

Son olarak çok fazla anlamasa bile kadim edebiyatımıza muhabbet ve ilgi besleyen bu gençlere ne gibi tavsiyeleriniz olur?

Çok genç bazı dostlarımızın aruzla eserler verdiğine çok sık olmasa da şahit oluyoruz. Allah iilerle karşılaştırsın. “Cihanda cennetü’l-me’vâ muvâfık yârla hem-demdir / Muhâlif şahsa yâr düşmek bu âlemde cehennemdir” Türkçeden Türkçeye karşılığı: “Cennetin dünyadaki izdüşümü, güzel insanlarla beraberlik fırsatıdır. Cehennemin dünyaya düşmüş hali de kötülerle dostluk etmektir.” Kaynaklarımız bellidir, büyüklerimiz bellidir. Size adını açık açık verdiğim üç eser fazla fazla entelektüel faaliyetlerinizde yol gösterici olarak yetecektir. Zaten oradan yola çıkıldıktan sonra o önünüzdeki kitabı okumaya ihtiyacınız olmayacaktır. Duada unutmayın. Allah iyilikler versin.

Biz de bu güzel duaya “Amin” diyerek Hayati Hoca’mıza teşekkür ediyor ve en yakın zamanda kendisiyle yine bir araya gelmeyi, huzurlu sohbetlerinde yeniden bulunmayı ümit ediyoruz.