Merhaba dünya.

Merhaba rutin görünen ama aksiyonu eksik olmayan hayat. Gün çoktan aydı. Sabah serinliği de yerini yavaş yavaş çöl sıcaklarına bıraktı. Odanın içine dolan ışıklar nefes almayı bile zorlaştırıyor. Havada uçan toz zerreciklerini görmek mümkün. Bu gibi saçma detayların peşine düşsem de kaçıp durduğum mevzu beni ensemin kökünden yakalıyor. Başlamaktan korktuğum bir gün daha, işte tam orada yatak ucumda bekliyor. Korku demeyelim de isteksizlik olabilir. Galiba yataktan ne kadar geç adımımı atarsam o kadar erteleyeceğimi sanıyorum olacakları. Akrep ile yelkovan o derece dinler beni de, yerlerinde sayarlar. Böylece ne ben o sevgisiz sofraya oturmak zorunda kalırım, ne de rituel haline gelmis kavgalara şahit olmak zorunda. Mesele sevgi de değil aslında, mesele bu evde herkesin fazla hür olması. Aile fertlerinin ne ile ilgilendiği umurlarında olmadığı gibi, kendi işlerine çomak sokulduğu vakit isyanı patlatıveriyorlar. Tıpkı dün akşamki gibi. Odamdan şahit olduğum kadarıyla mevzu evde kokteyl vermek üzerine yaşanan anlaşmazlık ile başlayıp, konu komşuya yeterince nispet yapamamak ile devam etti. Elbette tartışma kısık sesle yapılmadı, hatta bir ara kırılan vazoların sesini, can havliyle atılan çığlıkları koltuğumda ürpererek dinledim.
En nihayetinde gece yarısına doğru sesler kesildi de bir nebze olsun rahatlayabildim. Kalbim gümbür gümbür atarken uykuya nasıl daldığımı hala bilmiyorum. Tam da bu sebepten ötürü kalkasım yok. Olabildiğince yorgana sarınıp kendimi güvende hissetmeye çalışıyorum. Bir aralık gözüm saate kayıyor. Yedi on. Hazırlanmalıyım. İçimde zıt kutupların savaşı var. Hiçbir şey yapmamak ile bir şeyler yaparak kafa dağıtmak arasında gidip geliyorum. En sonunda “Saçmalama kızım!” diyorum kendi kendime. “Sonsuza kadar böyle yaşayamazsın. Bir yerden tutmalısın hayatı. Hem nedir yani? Onlar mı karar verecekler senin ne hissedeceğine. Sinende taşıdığın kalp onların mı? Kendine gel!”
Son kısmı biraz sesli söylemiş olacağım ki kardeşim odanın kapısını çalıyor. Ürkek ama meraklı şekilde minicik bir kafa uzanıyor içeriye doğru.
– Abla kahvaltı hazır.
“Ne güzel. İşte beklediğim haber. Sabah olsa da; ailenin bir araya gelerek saadet zinciri kurduğu, lezzetli sohbetlerle tatlanmış o masaya otursam diye bekliyorum zaten.”
– Ne dedin abla, duyamadım?
– Yok bir şey. Üzerimi giyinip geliyorum.
Tabii ki onu başımdan savdım. Yoksa karnım bando takımına rakip olacak kadar gürültülü konserler verse de ağzıma lokma koymayacağım. Kararlıyım!
Merdivenleri indiğimde herkesi, üzerlerinde “Ne kadar gösterişliyiz değil mi?” diye bağıran sabahlıkları ile çaylarını yudumlarken buluyorum. Sanki bir gece evvel kıyamet kopmamış, dağlar yerinden oynamamış, birbirlerinin saçını başını yolmamışlar gibi rahatça çiğniyorlar lokmalarını.
“Boğazınızda kalsın!”
– Ne dedin kızım?
Kızım? En son bana ne zaman kızım demişti? Ah evet hatırladım. Sosyetik hanımlar evimize konken midir nedir o zımbırtıyı oynamaya geldiklerinde, zoraki gülümseyerek tanıtmıştı beni.
-Kızım Aysel, demişti.
Meraklı ama bir o kadar da tiksindirici bakışlar arasında köşedeki sandalyeye ilişivermiştim. Bakışlarımı yerden kaldırmak istemiyordum. Zira dudaklarından manalı sözler yerine renk renk bayağı rujlar dükülen kadınlarla göz göze gelmek adeta ölümdü. Bir şey soracaklar da ters cevap vereceğim diye annemin oturduğu yerde huzursuzlanması görülmeye değerdi ama. Halbuki ben…
– Daldın yine, nen var?
– Yok bir şey. Okula geç kaldım, çıkıyorum.
– Yeseydin biraz….
Cümlenin sonunu dinlenedim elbette. Eski samimiyetinin yerinde yeller esen annemin gösteriş kokan mecburi ebeveynliğine ihtiyacım yok. Hele bu zengin bebelerine, hiç! Zengin bebeleri derken üvey babamı ve sülalesini kastediyorum. Purosu ve gazetesiyle her sabah vakur gösterisini yapan, sonra da şoförünün açtığı kapıdan bir çalımla arabasına binip şirkete giden adam. Tüm bu şatafatlı yaşamı kaybetme korkusuyla her türlü tavizi veren annemin evlendiği üst tabakaya mensup erkek.
Ama biz zengin değildik, sosyete de olmadık asla. Bizim mahallemiz, içinde gürültülü ama candan insanları barındıran bir yerdi. Tamam çok fazla içli dışlı değildik. Hatta çoğunluğu sürekli bir açık peşinde koşan, sorgu memuresi tadında dolaşan hanım teyzelerin oluşturduğu, her kapıdan meraklı bakışların uzandığı bir semtte oturuyorduk. Şimdi düşündüm de tekrar. Abartmayayım. Hiç de öyle içten insanlar değildi komşularımız. Bir kaçı müstesna. Galiba buradakileri görünce hüsnü zannın dozunu kaçırıp melek yaptım gözümde. Mesela o Ayşe teyze yok muydu. Ne vakit evlerinin önünden geçsem bağırırdı bed sesiyle:
– Kız Aysel! Akşam baban yine ne karıştırıyordu öyle? Ay kulaklarım patlayacak sandım kavganızdan gürültünüzden.
“Orta yerinden çatlasan da biz de kurtulsak!”
– Sana diyorum kız, cevap versene.
Diyaloğa girmekten imtina ederek yürüyüp gitsem de arkamdan söylediklerini işitirdim:
– Terbiyesiz anacığım bunlar. İki çift laf etse çenesi kopacak sanki.
Sen hayattan kopsan nasıl olur Ayşe teyze? Bak geldin altmış beş yaşına. İki koca eskittin. Çoluk çocuğun başını bağladın. İki de torun gördün Allah uzun ömür versin. Yetmez mi? Artık tasını tarağını toplayıp gitsen öte tarafa. Sana buradan dedikodu çıkmaz bundan böyle, bir anlasan!
Ah Allah’ım ne ara oradan çıkıp bunların arasına düştüm ben? Al birini vur ötekine.

İstediğim sadece bir parça huzur halbuki…