“Satranç oynayan Şah mı, derviş mi belli değil. Dokunduğu anda piyonları vezire çevirdiğine bakılırsa Şah. Şahla göz göze geldiğinde tepeden tırnağa ürperdiğine bakılırsa derviş.
(sayfa 48)

Ali Ural, ortalamanın üzerinde bir kalem işçiliğine sahip bir yazar. Daha doğrusunu söylemek gerekirse aslında bir “şair” ve bu sebepten dokunduğu kelimeleri başka bir hüviyete büründürüyor. Bu üslup alışık olmayanlar için evvelemirde zor gibi duruyor fakat bir de alışmayagör şiirin düzyazı ile, cümleler ile teması tadına doyum olmaz metinleri oluşturuyor.

Yazar, ‘Satranç Oynayan Derviş’ kitabında bizi çeşitli şahısların tablolarıyla karşı karşıya getiriyor. Ve kitabın girişinde okurlara şöyle sesleniyor:  “Ah! Bakılması gereken yere bakmıyor insan. Bir Zen şairinin kelimeleriyle, ‘Kendisini değil, başkalarını kesebilen bir kılıç gibi, ya da bir göz gibi, kendisini değil başkalarını görüyor.’ Bu yüzden duvarlarınıza astığım tablolar, Konfüçyüs’ün, Şems’in, Dante’nin, Fuzuli’nin, Descartes’in, Nasreddin Hoca’nın, Nietzsche’nin, Bişr el-Hafi’nin, Leonardo da Vinci’nin, Hallac-ı Mansur’un, Kafka’nın, Süfyan es- Sevri’nin, Pablo Neruda’nın değil sizin portrelerinizdir.”

Kitap daha önceki baskılarında ‘Doğu ve Batı’dan Portreler’ alt başlığı ile çıkmış. İçinde doğu ve batı medeniyetinden kırk bir portre çizmekte. (Bu sayı özellikle mi seçilmiş, belki de fazla şüpheciyiz. Fakat bu sayı medeniyetimiz için önemli sayılardan birisi olduğu yadsınamaz.) Bu portreler belirli bir düzlemle seçilmiş gibi durmuyor ilk bakışta, fakat ilk nazar elbette yanıltıcı olabiliyor. Keşke kitaba alınan şahısların hangi kriterler doğrultusunda süzgeçten geçirildiğini yazara sorabilseydik, soramadığımıza göre fikir yürütmek elzem duruyor. Peki, hangi doğrultuda birleşebilir bu kırk bir kişi, tam bir tespit elbette zor. Çizilen tablolar için ortak birkaç nokta söylemek gerekirse; felsefe, hikmet, metafizik yön, erdemli olmak üzerine fikir yürütme ve hakikati aramak gibi unsurlar ön plana çıkıyor.

Ali Ural kitaplarının en güzel yönlerinden birisi sanırım içerisinde yazarın kendi kaleminin yanında çok büyük medeniyet pınarlarından besleniyor oluşu. Her kitabında onlarca paragraf ve cümle boyutunda alıntı ile karşılaşıyorsunuz. Ve bu hiç şüphesiz insanın hoşuna giden bir durum, zira her alıntı bir öğüt niteliğinde oluyor. Hatta her alıntı bir kendini bulma hali. Mesela Pablo Neruda öyle bir söz ediyor ki, kitaplar ile ilgili hali pür melalimizi öyle bir ortaya koyuyor ki. Bir insan ömrüne hiçbir zaman istenen kitap miktarı sığmaz, ister yüz yıl yaşa istersen Nuh Nebi gibi bin yıl. Böyle olunca ne çok haklı Neruda. İşte tebessüm ettirip yazarına hak vermemizi sağlayan şu cümleler bizi can evimizden vuruyor: “Ne çok kitap, ne çok kitapçık… Kim okuyabilir ki bütün bunları? Onları yiyebilseydik! Şu açlık dünyasında onlardan salata yapabilseydik. Onları küçük küçük doğrayıp yemek yapabilseydik.” İşte kitaplara karşı hissiyatımız hiç şüphesiz bu.

Kitap pek çok Müslüman derviş, sûfi ve evliyayı da bünyesinde barındırıyor. Ortalama her şahıs hakkında yazılanlar üç sayfayı geçmiyor. Fakat bazı kişiler var ki onları kısa anlatmaya yazarın da gönlü razı olmuyor. Şems-i Tebrizi, Evliya Çelebi…

Kitaptan Alıntılar:

“Düğün davetini kabul edip düğün elbisesi giymeyen kimse düğüne iştirak edemeyeceği gibi, iman eden fakat imanını iyi davranışlarla süslemeyen kimse de ölümsüzlüğü kazanmayacaktı. Her şeyi akılla kavramak isteyenler okyanusu avuçlarına sığdırmaya çalışıyorlardı.”
***
“Sadece susayanlar suyu aramaz / Su da susuzları arar durur.”
***
“Evlatlarım, bunu hep hatırlayın; zorba yönetimler kaplandan daha yırtıcı ve daha korkunçtur!”
***
“Lokman’ın oğlu degilsen de Allah’ın kulusun. Ne bu yeri yaracakmış gibi yürüyüş!
Ne bu çirkin ses yabancı düşen insan ruhuna!”
***
“ – Ya Hünkâr! Duvar yıkılıyor, çekilseniz oradan!Ey duvar! Yerinde dur! Duvar söz dinliyor, insanlar da dinlese..  Âdem sûretindeki herkes âdem olsa keşke! “
***
“Gözün şükrü, hayır gördüğünde açmak, şer gördüğünde örtmekti. Kulağın şükrü, hayır işittiğinde ezberlemek, şer işittiğinde unutmaktı. Ellerin şükrü, onlarla hak olandan başkasını tutmamak, ayakların şükrü, iyilikten başkasına gitmemekti. ‘insanların sırlarını ortaya çıkaracak sorular sorma!’ diyordu Bişr el-Hâfî, ‘settar’ sıfatına sığınıp. Aslan terbiye etmekte ne var! Dil terbiyecisiydi. Konuşmak hoşuna giderse sus, susmak hoşuna giderse konuş.”

 

(Kaynak: Satranç Oynayan Derviş, A.Ali Ural, Aralık 2013, 10.Baskı)