“İnsan, dünyanın en geç olgunlaşan meyvesidir.”
Peyami Safa

“Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.”
Ahmet Hamdi Tanpınar

Eyvah! Ey insanoğlu; her şeyi araştırmaya muktedir iken bir de bakmışsın kendinin yabancısı oluvermişsin, bozulmuşsun, kendini unutup gayya kuyularına sürüklenmişsin, yetmemiş sürüklemişsin. Sonsuz uzaya bakan ve âlemi araştıran gözlerin bir an olmuş, bir gün gelmiş kendi ruhuna mercek tutması gerektiğini fark edemez olmuş. Kendi huzursuzluğunu huzur belleyen yüreğin, ruhunu buruşturup bir kenara fırlatıvermiş. Ey on sekiz bin âlemi topladığımızda ortaya çıkan sonuç, Âdem, yani insan, sen “Eşref-i Mahlûkât” olduğunu ne çabuk unutursun da yüreğini tozlu raflara kaldırırsın!

İnsan uzayı, sanatı, doğayı, teknolojiyi gerekli gereksiz her şeyi araştırıyor ama ne yazık ki kendi ruhundan ve varlığından bîhaber… Hâl böyle iken ve insan tüm kâinatın makrodan mikroya indirgenmiş şekli; bir zerre iken, âlemi temsil eden tasviri iken, neden kendisini araştırmaktan beri duruyor, neden başka yollara sapıyor? Çetrefilli sorunun zor cevabı pek tabii insanoğlunun zihnindedir. Bu yüzden, yani bu terazi bu kadar sıkleti çekmeyeceğinden, benim amacım da bunu cevaplamak olmayacak.

Huzursuzluk Hali

“Huzursuzluğuna gerçek teşhis konulmayan, (zira doktorlar da derman aranan dostlar da ellerindeki maddi paket demetleriyle çare arıyorlar) yalnızlaşan insan, kaçacak delik arıyor ve onu da eğlenmede buluyor. Huzursuzluğunu kısacak maçlar, anarşik dalgalanmalar, festivaller, filmler ve meyhaneler buluyor ve oralara sığınıyor. “
Cahit Zarifoğlu – Bir Değirmendir Bu Dünya

 

Her şey hiç şüphesiz huzurumuzu kaybetmeye ve huzursuzluğu huzur saymaya boyun eğmekle başladı. Sonra insan kalabalıklar içerisinde bîçare yalnızlığın esiri haline geldi. İnsan; uzaklaşmak istedi, buna şüphe yok, sonra tuğlaları üst üste koydu istifledi, göğe uzanmak kaçıp kurtulmak için gökdelenler inşa etti. Tabii bu durum da huzursuzluğu huzur sayan insan için yetmedi, zerreden kürreye, yararlı yararsız, zararlı zararsız demeden her şeyi araştırır hale geldi. Araştırmalar yetmedi elbet ve insan sloganlar atar oldu. Ağlamak ve gülmek yerine sloganlar atmak… Hislenmek ve hissetmek yerine bağırmak… Düşünmek, idrak etmek yerine kaçmak ve huzursuzluğu huzur saymak.. Modern ve huzursuz insanın çilesi; hızla akıp geçen zaman içerisinde bir köşede oturup kendi içerisine, kendi karanlığına ışık tutmamaktır. Yapılması gereken ise zor gibi görünen basit.. İnsan, kalabalıktan, kalabalıklar içerisindeki yalnızlığından ve kendi huzursuzluğundan sıyrılmayı şiar edinecek, kendi içerisine, ruhuna, en önemlisi ise yüreğine bir ayna tutmayı bilecek.. Zaten gerisi çorap söküğü misali.. Bunu yapan, bir köşede insanlığına eğilen, insan kalmayı başarabilen insan elbette kazanacak. Zira en zoru insanken insan kalabilmek ve insanlığımızı unutmamak olacaktır!

Eşref-i Mahlûkât

İnsan, eşref-i mahlûkâttır. Peki bu ne demek? Eşref-i mahlûkât; Arapça bir tabir olup “yaratılmış olanların en şereflisi” anlamına gelir. Bu yüzden insanların insanca yaşaması, insanken insanlıktan çıkmaması, bozulmaması gerektiği savunulur. İnsan fiziki, biyolojik özellikleriyle diğer yaratılmış olanlardan ayrılmakla beraber düşünce, yetenek, konuşma, akıl gibi ihsanlarla da diğer tüm mahlûkâttan ayrılır. İnsan ruhu, duygu ve düşünceleri şu kâinattaki her şey içinde en mükemmel olanlardır. Aşk da, sevgi de, şiir de her şey gibi insan içindir. Fakat insan kimi vakitlerde içerisine girdiği cendereden, çamurlu, puslu yollardan gözlerine inen perdeyi görmez de kendisine sunulanlardan habersiz yaşar ve bu dünyadan göçüp gider. İşte bu vakitler; insanın kendini güçsüz, umutsuz, yılgın, huzursuz hissettiği vakitlerdir. Bu vakitlerde insan kendini kuvvetsiz hisseder, insan dışı bir varlık olarak görür ve virane olur, yıkıntılar içerisinde kalmış, hatta kendini talan edilmiş bir yapı olarak bile adlandırabilir. Fakat bu durumlarda yapılması gereken, insanın, özellikle modern zaman insanının yapması gereken kendi enerjisini hissetmek ve kendi insanlığına yönelmektir. Bu yöneliş insanı bir yıkılıştan kurtaracaktır. Zira insan, kendini viran bile hissetse hazinenin ta kendisidir. Çünkü ‘hazineye mâlik viraneler vardır.’. Ah ne acıdır aşık olmadan, hissetmeden; bir şiir okumadan, bir müzik dinlemeden, akıl etmeden, idrak etmeden, viranelikten kurtulmadan, kendine yönelmeden, kendi içerisindeki hazineyi bulamadan ölüp gitmek.. Ne acıdır eşref-i mahlûkât olarak yaratılmışken ve âlemin özü iken, eşşek-i mahlûkât olarak göçüp gitmek… Ey âdem, ne acıdır!

Zübde-i Âlem

“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.”

Şeyh Galib’in bu beyitini tercüme edecek olursak “Kendine iyi bak çünkü âlemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan insanoğlusun sen” manası çıkmaktadır. Bu şiirde geçen “zübde-i âlem” kelimesi “alemin özü” gibi bir anlama gelmektedir. Bu bölümde Şeyh Galib’in bir şiirini ele almamız ise tesadüf değildir. Şeyh Galib, klasik edebiyat içerisinde insanın yaratılışı üzerine çok düşünmüş şairlerimizden birisidir. İnsan tüm kâinatın özüdür, zira her şey onun emrine verilmek için yaratılmış, onun hizmetine sunulmuştur.
Ey İnsan! Sen âlemin gözbebeği, kâinatın özü ve yaratılmışların en şereflisisin. Sarsıl! Ruhuna ve en önemlisi yüreğine yönel. Çünkü yürek seni yanıltmaz. Ve en zoru başar. En zoru, şüphesiz insanken insan kalabilmektir.