Mahalleye adımımı atıyorum. İçimde yine melun bir his. Denize de uzağım. Rahatlama egzersizi iyi gelir diye düşünüp yavaşca nefes alıp veriyorum. Mecburen yolum eve çıkıyor çünkü. Dış kapıdan içeriye girdiğimde, holde hizmetçiyi elinde tepsiyle boş kadehleri taşırken buluyorum.
“Yine mi konken zımbırtısı?” diye söyleniyorum, kimse duymuyor.
Bu arada salondan şuh kahkahalar yükseliyor. Nefret ettiğim bayağı parfüm kokuları burnumu adeta intihara sürüklerken annemin sesini duyuyorum:
– Ah Şerife hanımcığım, ne hoş, ne donanımlı kadınsınız. Bayıldım vallahi size.
– Teşekkür ederim Seniha, diyor kendini üstün gördüğü her halinden belli olan ses. Anneme kızıyorum yine, kim olduğunu bilmediğim sosyete mensubunu bu derece yükselttiği için.
İşte karşımdalar. Camın önündeki ikili koltuk biri orta, biri ileri yaşta iki hanımı ağırlıyor. Ellerinde kadehler, bakışları hafiften kaymaya müsait. Kırmızı tayyörüyle uyumlu kırmızı ruju ve kulağından sarkan zümrüt yeşili iri küpeleriyle orta yaşlı kadın beni ilk buyur eden oluyor:
– Demek Aysel kızımız bu. Pek de alımlı imiş. Gel bakalım, otur şöyle.
Cılız, titrek aleviyle odanın bir köşesini çat pat aydınlatan mumların tarafına yöneliyorum. Kahverengi kanepenin kapıya yakın yeri boş.
“Darlanırsam şöyle kıyıdan kıyıdan kaçarım.”
– Ne dedin evladım, duyamadım.
– Bakınıyordum sadece hanım teyzeciğim.
Kulağımın dibinde öyle tiz bir kahkaha patlıyor ki, önce gözlerim yuvalarından istifa etmeye yelteniyor sonra da kalbim son yüz metreyi beş saniyede koşmaya niyetleniyor. Bir de samimiyetsiz olması, üstüne tuz biber ekiyor. Sessiz kaldığımı gören süslü hanımefendi, kenarları kilosundan kat kat olmuş dar pembe gömleğiyle, boynundan kucağına kadar inen siyah elmasvari takısını şıkırdatarak bana doğru dönüyor:
– Pek bir nüktedan buldum bu küçük hanımı. İyi, hoş, yaşına uygun fakat evlilik için uygun mu bilemedim.
Ağzımın kocaman açıldığını gören annem benden evvel lafa karışıyor:
– Olur mu hiç Pakize hanım. Bakmayın siz onun bu hallerine. Hepsi heyecandan dolayı. Yoksa pek naif, pek görgülüdür. Kendim yetiştirdim diye demiyorum, civârın en olgun kızlarındandır. Aysel, geçen gün aldığımız mor tuvâletini giyip öyle gelmek istemez misin? Ne çok beğenmistin. Sana yardım edeyim. Haydi kızım.
Yine kızım dedi. Bu işte bir iş var. Sen aklıma mukayyet ol Allah’ım. Evlilik dediler, uygun mu dediler, olgun dediler. Neler oluyor?
Ben bunları düşünürken çoktan odamın kapısına varmıştık bile. İçeriye girer girmez annem yine konuşmama fırsat vermedi:
– Biliyorum cazgırlığın tutacak ama önce beni dinle. Pakize ve Seniha hanımın eşleri konsoloslukta müdür. Aileden zenginler ve elit bir çevreleri var. Pakize hanımın yeni askerden gelen oğlu geçen gün seni aşağı mahallede ki kafede görmüş, çok beğenmiş. Annesi biraz mırın kırın ediyor ama belli, oğluna bir şey diyemiyor. Sözün özü bu fırsat kaçmaz. Gel he de, senin de geleceğini kurtaralım.
Hayatımı kurtarmaktan bahsediyoruz. Bunu bir evlilik sağlayacak öyle mi? Hem de gençliğimin baharında. Üst tabakadan biriyle yapacağım bu izdivaç aynı zamanda beni elit mekanların aranan ismi haline getirecek. En nihayetinde, henüz yirmili yaşlarımın başında kocamış olacağım. Annem hâlâ anlatıyor. Ama benim kulaklarım sağır, dilim lâl bu dakikalarda. Halbuki daha bir saat evvel bambaşka bir dünyadaydım. Yüzlerce fikrin arasında dans ediyordu kalbim ve ben, tam o sırada üniversite hayallerimi kuruyordum. Aylardır kafa yorup bulamadığım, tercih etmem gereken bölümü sonunda seçmiştim. Belki annem de paylaşırdı bu sevincimi. Belki’lere umut bağlamıştım ve yeniden yenilmiştim gerçeklere. Kırılmıştı kalbim bir kez daha. Hep böyle mi olacak peki? Hayat denilen çizgi sürekli zikzaklarla mı bölünecek? Ne vakit bir şeyi arzu etsek, onun karşısına birileri set mi kuracak? Kalıplardan kurtulmak istiyorum ben. Henüz çok genç olmama rağmen bunu istiyorum. Marjinal bir yaşam değil beklediğim, sadece rüyalarım kabusa dönüşmesin, içine karışacağım satırlara engel olunmasın kafi. Aslında aradığım ne biliyor musunuz? Eski mahalleme ayak bastığımda, bir zamanlar içinde olduğumu sandığım şey. Otlu böreğin nefis kokusu, ince belliden kıvrılarak havaya karışan çayın dumanı, akşam ezanından sonra ısrarla eve çağıran annenin sesi. Her şey bu kadar basit aslında, insanoğlu zorlaştırıyor olanı biteni. Her şey, komşu çocuğunun serçesi öldü diye taziyeye giden, üzüm salkımının altını yiyerek üst tarafını misafir gelirse diye saklayan, hediye edilen şeyi doya doya kullanmadan bir başkasına hediye eden güzeller güzeli Peygamberin kalbi kadar berrak. Ruhumuzu buzdan karanlıklara sarıp, başı sonu bilinmeyen tünellerde çıkış kapısı arayanlar biziz. Aydınlıktan feragat edip, siyaha köle olan yine biziz. Neden bu kadar direniyoruz, inat ediyoruz diye kendime sormak üzereyken cama çarpan iri bir yağmur damlası düşüncelerimden sıyrılmamı sağlıyor. Başımı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum, o da dolmuş belli ki, ağladı ağlayacak. Oturduğum yerden elimin uzandığı ilk kitabı alıyorum, rastgele bir sayfasını açıyorum. Son söz niyetine şöyle yazıyor:
“Ben size yetmez miyim?”
“De ki Allah bana yeter!”
İçten, çok içten bir şekilde mırıldanıyorum:
‘O bana yeter…’