Bugün hafta sonuydu. Okul tatildi. Fakat köylü için bugünün veya diğer günlerin hafta içi veya hafta sonu olması pek bir anlam ifade etmiyordu. Zaman içerisinde dikkat ettim ki burada insanlar, gündelik değil üç aylık, altı aylık planlar yapıyorlardı. Bu uzun süreler içerisinde günün hiçbir değeri yoktu burada.

Muhtar her zamanki gibi kahvehanenin dışarıya bakan tarafında sandalyesine kurulmuş, çayını yudumlarken bir yandan da lapa lapa yağan karı seyrediyordu. Yanına vardığımda beni görmedi. Varlığımı hissettirebilmek için karşısında oturduğum sandalyeyi hareket ettirerek ses çıkardım. O vakit, uykusundan yeni uyanan bir insan gibi gözlerini benden tarafa doğru çevirdi. Kendisine gelmesine biraz imkân vererek sordum:
“Günaydın muhtar efendi, nasılsın?”
“İyiliktir öğretmen bey, sen nasılsın? Dün şehre gitmişsin, öyle duydum. Açıkçası senin için endişelendim bu karda kıyamette buradan şehre gitmek ve dönmek epey zahmetlidir.”
“Evet muhtar efendi. Dün gittim, şükür ki sağ salim geri döndüm. Kardeşim bir mektup göndermiş, onu almak için postaneye gitmiştim. Oradan da maarif müdürlüğüne uğradım.”
“Çok güzel, iyi eyledin.”

Bahsedeceğim konuya nasıl gireceğimi düşünüyordum. Yanlış bir şeyler söylemekten çekiniyordum. Oturduğum sandalyedeki duruşumu değiştirerek tane tane konuşmaya başladım:
“Sana bir sualim var izninle muhtar efendi. Bilirsin ki okula gelmesi gereken ama gelmeyen öğrenci sayısı gelenden daha fazla. Maarif müdürlüğünden bir duyum duydum ki tüylerim diken diken oldu. İki sene evvelinde bir öğrenci okula giderken yol üzerinde donarak ölmüş. Acaba doğru mudur? O zamanlar okul köyün biraz uzağındaymış sanırım. Köylüler o olayın tesiriyle öğrencilerini okula göndermek istemiyorlarmış.”

Muhtar, derin bir nefes aldı. Gözlerini tekrar camdan tarafa çevirdi. Bu sefer kar yağışını değil daha ötelerde bir şey seyrediyordu sanki. Kısa bir zaman öylece kaldı. Kendine geldiğinde iç çektikten sonra masanın üzerindeki çay bardağının dibindeki çayı içerek bana doğru eğildi. 
“Duyduğun doğrudur.” dedi.
Çay bardağını tablaya koyduktan sonra anlatmaya başladı:

“Bizim mescidin hemen berisinde şimdi içerisinde cinlerin top oynadığı bir ev vardır, bilmem bilir misin. Bir zamanlar o evde oturanlar benim uzaktan akrabamdır. Zaten bu köyde herkes herkesle akrabadır. Neyse işte o evde bizim şehirle irtibatımızı kuran Hasan otururdu. Şehirden bir şey mi alınacak, yoksa şehirde bir şey mi satılacak önce ona başvurulurdu. Gençliğinde epeyce şehirde vakit geçirmişti. Eşi vakti zamanında elim bir hastalıktan hakkın rahmete kavuştu. Ortada bir çocukla bir başına kaldı. Azmetti, bir daha evlenmedi, çocuğu kendi büyüttü.

Bizim buralarda fark ettiysen durumlar nicedir. Herkes bugün boğazımdan ekmek girecek mi diye düşünür. Sırf çocukları okula kayıt ettirirken fotoğraf isteniyor diye çocuklarını okula veremeyenler haneler var burada. Parasızlık evladım, kötü şey. Sağ olsun senden evvelki öğretmen bir şekilde çocukları fotoğrafsız okula kayıt ettirdi. O zaman çocuklar koşarak gitmeye başladılar okula. Fakat çocuklar ne kadar hevesli olsa da kar varken okula gitmek pek zordu. O zaman okul köyün dışındaydı. Zaten bazı aileler çocuklarını göndermiyordu kışın okula. Öyle eğitimden bir hayır gelmez değil mi? Çocuk okula gitmezse düzenli ne öğrenecek.

İşte Hasan, tüm zor şartlara rağmen çocuğunu okula götürürdü. At üzerinde veya sırtında, bir şekilde götürürdü çocuğunu. Bir zaman Hasan evde hasta yattı. Çocuğuna da tembih etmiş okuluna git diye, bir şeyim yok. Akılsızlık işte. Çocuk o gün tek başına gitmiş okula. Aslında gidememiş, çünkü o karla on üç yaşında bir veledin didişmesi iyi değildir. Üzerinde üst, baş yok. Biliyorsun bizim öğrencileri anlatmaya gerek var mı? Çocuk soğuktan yolda kalmış, o günde kar çok hızlı ve sık yağıyordu ya. Çocukcağızı kar içerisinde ancak ertesi sabah bulduk. Yapacak bir şey yoktu. Ecel, demek düşer bize. O vakit nerden duydularsa ve nasıl yaptılarsa birkaç haberci geldi buraya. Gazetelere bu olayı basacaklarmış. Çocuğun bir fotoğrafını istediler. Burada hiçbir çocuğun fotoğrafı yoktur. Çünkü masraftır. O zaman ki öğretmen habercilere çocuğun durumunu anlattı. Ben bir habercinin gözünden akan yaşı gördüm. Sonra bir haberci gitti çocuğun ölü halini çekti. Kötü vaziyet.”

Muhtar, vücudundan kendisini rahatsız eden bir şeyi atmış gibi rahatlamış görünüyordu. Ben, sabah öğrendiğim mutluluğun üzerine serilen bu acı olayın derin üzüntüsü içerisindeydim. 

Kahvehaneden ayrıldıktan sonra hızlıca eve gittim. Kendimi pek iyi hissettiğim söylenemezdi. Bir çocuk olmak, okula gitmek ve donarak ölmek… Ne hazindi. Kendimi hızlıca yorganın içerisine attım. Üşüyordum. Dakikalarca yorganın içerisinde titrer vaziyette durdum. Muhtardan çocuğun mezarını ve babasının akıbetini sormamıştım, olayı dinledikten sonra hemen oradan ayrılmıştım. Bu yüzden kendime kızdım.

Ellerimi yorganın içerisinde ovuşturup sıcaklaştırmaya çalışırken yeğenimin zarfın içerisine koymayı unuttuğum bir fotoğrafı elime takıldı. El kadar bir bebeğin bir misketten daha ufak gözleri kapalıydı. Annesinin yanında sıcacık yatağında uyuyordu. Peki karda uyuyan çocuktan ne farkı vardı? Henüz gün ışığı görmemiş, annesinin ve babasının gözlerine bakmamış gözleri flaşla tanışmıştı. Oysa karlar üzerindeki çocuğun flaşla tanıştığı an gözlerinin ilelebet kapandığı andı.

***

Güneş özlenen yüzünü göstermeye başladı. Kar hükmünü güneşin meydana çıkmasıyla yitiriyordu. Kardeşime bir aydır mektup yazamadım.

Bugün şehre gideceğim. Bir ay öncesinde kardeşimin yolladığı mektubu dün tekrar okudum. İlk mektubuna cevap olarak yazdığım ikinci mektubuydu. Kardeşime gönderilmek üzere yazdığım mektubu çantamın ön gözünden çıkarıp masanın üzerine koydum.

Hastalığımı da üzerimden attım. Kendimi doğan güneşle birlikte daha diri hissediyorum. Kahvehaneden ayrıldığım günün gecesinde beliren hastalık beni bu vakte kadar zapt etmişti. Okula da doğru dürüst gidemedim, esasında öğrenciler de pek gelmedi. Bu geçen vakti bir dinlenme arası saydım. Güneş gülümseyen yüzüyle ortalığı ısıta dursun ben son kez cebimdeki yazdığım son mektubu gözden geçireceğim:

“Sevgili kardeşim,
Mektubunu aldım, diyorsun ki öyle şey mi olur, inanılmaz. Hayat dediğimiz bu kuyuda daha neler oluyor bir bilsen. Bir sarkaç gibi bir oraya bir buraya sallanıyor bedenlerimiz ve buna yaşamak diyoruz. Bunu buraya gelince anladım. Benden olay hakkında teferruat istiyorsun. Anlatacağım, fakat nasıl? Düşünüyorum fakat düşündükçe… Derler ki ölen bir insanın her saat vücudu bir derece soğur. Acaba öldüm mü diye düşünüyorum.
O günden beri vücut ısım hiç otuz yedi derece olmadı, buna eminim. Sanırım uzun süre yataktan çıkamamamın sebebi bu. Öğrencilerim için üzgünüm. Öğretmensiz bir sene geçirdiler. Fotoğrafsız geçen seneler var değil mi? Daha üzücü.
Sevgili kardeşim,
Sen neden yeğenimin fotoğrafını çekmekten vazgeçesin ki? Hafızamız yaşlandıkça bize oyun oynuyor bizde mecbur fotoğraflara sarılacağız. Sen bana bol bol yeğenimin fotoğraflarını gönder. Uyurken, uyanıkken, ağlarken, gülerken, yemek yerken, yemeği üstüne dökerken, emeklerken, yürürken, konuşurken… Hepsinin ayrı ayrı fotoğraflarını istiyorum. Fakat benim fotoğraflarımın hepsini yak. Ben üzerimde bulunanların hepsini yaktım. İçim bir nebze ısınıyor böylece. İnsan böyle delirmez kardeşim, insan böyle ancak insan olduğunu anlayabilir.
Canım kardeşim,
Düşünüyorum, burada insanın düşünmek dışında yapacak bir uğraşısı pek olmuyor çünkü.
Sevgili kardeşim,
Hayatı fotoğraflarla arşivlerken, fotoğrafların iz süremediği duygularımızı nereye koyup muhafaza edeceğiz
Elimize tutuşturduğumuz kağıtlar ne zaman hatıra olacak?
Canım kardeşim,
Ölümümüzün ardından bir mirasçı fotoğraflar mı bırakıyoruz yoksa.
Sevgili kardeşim,
Vücut ısım hala otuz yedi değil.”

Faruk Akhan