İstediğim huzuru elbette okulda bulmam da mümkün değildi. Nasıl olsundu? Moda programlarından fırlamış gibi duran kızlarla, spor programlarında birbirine baston fırlatan yorumcu havalarındaki erkeklerin işgal ettiği ortamda nefes alabilmek bile bir lüks.
Zira bahçeden adımımı atar atmaz gösteri başlıyor:
– Aysel sana kaç defa dedim şu eteğini biraz kısalt diye. Olmuyor böyle tatlım, ne kadar rüküş görünüyor.
Konuşan Ezgisu. Aslında Ezgi ama Su katınca daha havalı olduğunu düşündüğünden – sadece cıvık oluyor- kendisine böyle hitap edilmesini istedi. Onun gibi düşünen diğer ikonalarda hemen kabullenip nüfus dairesi de neymiş dercesine uyum sağladılar. Ben onaylamadım elbette, hele ki Ezgi dediğim vakit tel tel ayırdığı kahküllerinin havaya dikildiğini fark ettikten sonra kesinlikle geri adım atmadım. İşte yine o an gelip çattı, önce gülümsedim sonra cevabımı verdim:
– Ben dün senin ayakkabına basmamış mıydım? Hani şu marka diye övündüğün, kirlenmesin diye okula taksiyle geldiğin ayakkabına! Ne ara tatlın oldum, Ezgi?
Asabiyetini kıvrılan dudaklarından, kahküllerinin yer yer isyan bayrağı açıp bağımsızlıklarını ilan etmelerinden anlıyorum. O ise bir şey yokmuş gibi davranarak, tarzından ödün vermemekte kararlı.
“Beyhude canım, tüylerinin diken diken olduğunu bu mesafeden ayırt edebiliyorum.”
– Ne dedin? Her neyse, seninle vaktimi ziyan edemem. Arkadaşın olarak ikaz etmek istedim. Hepsi bu.
– İşine bak Ezgi, ben senin yanındaki dalkavuklara benzemem.
Kulaklarından çıkan dumanları görüyorum. O kadar sinirleniyor ki kımıldayan dudaklarından tek bir kelime dökülemiyor. Adeta kendi kendine konuşuyor ve sonunda pes ediyor.
Arkasını dönmesini dört gözle bekliyorum. Ardından derslerin arka arkaya geçip gitmesini ve okuldan ayrılma zamanının gelmesini iple çekiyorum. Evdeki durumlar ziyadesiyle tatsız olduğundan yolum yine sahil kahvesine, Ahmet amcanın yanına doğru akıyor. Daha doğrusu adımlarım beni o yöne sürüklüyor. Candan sohbeti, her daim demli ve sıcak çayı ile ailemin yanında tadamadığım sükuneti bu kahvede buluyorum. Deniz kenarı, pötikareli masa örtülerinin üzerinde ince belli bardakta çay ve martıların bitmek bilmeyen sevimli çığlıkları… Bazen rahatsız ettikleri de olmuyor değil, hele ki migrenim tutmuşsa küp şekerleri fırlatıp “Susun!” diye bağırmak istiyorum. Fakat dayanamayıp yelkenleri indirdiğimi, çantamda sakladığım bir parça simidi onlarla paylaştığımı da itiraf etmeliyim.
İşte orada. Müşterilerinden biriyle koyu bir sohbete dalmış. Tatlı, gevrek kahkahalarının sıcaklığını sokağın başından hissedebiliyorum. Kahveden adımımı attığımda beni fark etmesi uzun sürmüyor. Babacan gülümsemesini takınıp başıyla selamlıyor. Her zamanki yerime geçip denizi seyre koyuluyorum. Garson çayımı bırakıp gidiyor. Ben sipariş vermiyorum, onlar da benim ne istediğimi biliyor. Birbirimizi yormuyoruz.
Az sonra bulunduğu masadan sesleniyor, yanlarına gitmemi istiyor. Heyecanımı belli etmemeye çalışarak bardağımı alıp kalkıyorum. Ahmet amcanın karşısındaki bey oldukça şık. Kırlaşmış saçlarına beyaz sakallar çok yakışmış. Yuvarlak çerçeveli gözlüklerini düzelterek beni karşılıyor. Ahmet amca çay bardağını kenara çekerek bana yer açıyor:
– Hoşgeldin kızım, buyur.
Ardından da tanıştırma faslına geçiyor:
– Dostum Refik bey, bu hanım kızımız da Aysel. Sizi tanıştırmak istedim, sohbetlerimiz senin de ilgini çekecektir Aysel. Hoşuna gideceğini düşünerek böyle bir adım attım, umarım rahatsız olmazsın.
– Hiç olur mu Ahmet amca? Senin gibi değerli bir insanın dostum dediği kişiyle tanışmak benim için şereftir.
– Estağfirullah kızım, bendeniz Refik Altınok eskiden roman yazarıydım. İki romanım, bir de öykü kitabım var. Lakin sağlığım daha fazlasına müsaade etmedi. Hastane köşelerinde sürünmekten yazmaya vakit bulamadım. Kendimi bir parça iyi hissettiğim günler soluğu burada alıyorum. Ahmet’le hasbihal etmek iyi geliyor.
Kendisini öyle güzel tanıtıyor ki, karşılık vermeyi unutuyorum. Ahmet amca benim yerime konuşuyor:
– Refik beyin kitaplarını okumalısın Aysel. Zamanının çok ötesinde yazmıştı fakat anlaşılmadı. Hak ettiği değeri senden bulacağına eminim.
– En kısa zamanda edinip okuyacağım.
Refik bey az evvel konuştukları konu hakkında bana malumat vermeyi ihmal etmiyor:
– İlimden bahsediyorduk Ahmet bey ile. Nasıl bir deryada olduğumuzdan, buna karşılık ilgisizliğimizden yakınıyorduk. Kalplerimiz şu içtiğimiz çayın şekeri gibi. Kainat da tefekkür hazinesi. Biz ise nefsin çöplüğünde gönlümüzü eritiyoruz.
– Hepimiz bir şeylerin farkındayız. Kalbin feraha ermesinin yolunu da biliyoruz. Ayeti kerime de şöyle buyrulmuyor mu? “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” Biz ne yapıyoruz? Dünyevi arzuların peşine takılıp gözümüze hoş gelen her şeyi başımıza tac ediyoruz. Yani bir nevi dışarıdan görünmeyen ama nehrin içine girdiğinde insanı dibe çeken bataklığa talip oluyoruz.
Refik bey, dostunun konuşmasına hadis-i şerif’le eşlik etti:
– “Dünya bir leştir. Ona talip olanlar da köpeklerdir.”
– Çok doğru Refik bey. Ne güzel söylediniz. Efendimiz (s.a.v) yolu göstermiş, biz ise kaybolmakta ısrarcıyız.
Suskun kalmaktan ilk defa şikayetçi değilim. Saatler ilerlemesin, güneş batmasın, hep burada bu iki güzel adamın muhabbetini dinleyeyim istiyorum. Lakin isteğim gerçekleşmeyecek ve ben birazdan evin yolunu tutacağım.
– Çayını tazelesinler mi kızım?
– Ziyadesiyle içtim Ahmet amca. Artık kalkmam gerek, evden beklerler.
– Doğru ya, vakit epey ilerlemiş. Peki Aysel, yolun açık olsun. Yine beklerim.
Gülümseyerek masadan kalkıyorum. Sokaktan çıkıp ana caddeye geçerken sabahki hallerimi düşünüyorum: Mutsuz, aksi, yalnız. Annesinden bile arzu ettiği yakınlığı bulamayan, gitgide kendi dünyasına gömülen bir kız. Kendime bir de şimdi bakıyorum: Huzurlu, sakin, dopdolu. Duyduklarından son derece hoşnut, boşluktan kurtulabileceğini hisseden ve bunun için yapabileceği bir şeyler olduğunu fark eden bir kız. Bu vaziyetin değişmemesi için dua ederken önünden geçtiğim dükkanın tabelası gözüme çarpıyor “Sultan Kitabevi.” İçeriye girip şansımı deniyorum:
– Refik Altınok’un kitapları var mı acaba?