‘’Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, uzak diyarların birinde bir velî yaşarmış. Bu velî, Allah aşkıyla öyle yanıp tutuşurmuş ki, kimse onun boş bir dünya kelamı konuştuğunu duymazmış. Kalkar Allah’ı anlatırmış, gezer Allah’ı anlatırmış, yatar Allah’ı anarmış. Sonra günlerden bir gün şehrin bir yerinde tesbihini kalbinin hizasına toplayıp, kendi zikrine dalmış. Kapalı gözlerinin yanı sıra, gülerken kıvrılan dudakları ve yumuşayan hatları, herkes tarafından fark edilebiliyormuş. Ama bir anda etrafındakilerin panikle ona doğru geldiğini anlayınca gözlerini açmış ve tesbihin imamesinin tutuştuğunu görmüş. Sol elinin iki parmağıyla imameyi sıkıştırıp öylece söndürüvermiş. Etraftakiler sormuş, ‘’Ey velî, nedir bu tutuşan imamenin hikmeti?’’ Çünkü, demiş o velî, “Allah zikrini dilim değil kalbim çekti.’’

9 yaşında bir yaz okulunda duyduğum bu kıssayı yıllar sonra böyle bir yazıda anlatacağımı bilseydim şayet, hocamızın devamında anlattıklarını da dinlerdim. Fakat o sırada bunlarla değil de, eve gidince sokağa çıkmak için nasıl izin alacağımla ilgileniyordum. Bu yüzden yazının devamında size kendi araştırmalarımla harmanladığım birkaç bilgiden bahsedeceğimi şimdiden üzülerek belirtmek isterim.

Allah kelimesinin herhangi bir kökten türemiş mi yoksa kök halinde bir kelime mi olduğu konusunda bir fikir birliği olmasa da, İslam bilginlerinin çoğuna göre Arapça özel bir isim olan bu kelime, herhangi bir kökten türememiştir. Dil kuralları açısından tevin kabul etmez yani ikili ve çoğulu yoktur. O halde Allah deyince aklımıza gelmesi gereken tanımı naçizane şöyle açıklayalım: Evreni yaratıp yöneten, bütün övgü ve yüceliklere layık, isimleri ve sıfatlarında dengi olmayan, ibadet edilececek yegane zatın, en özel ve en kapsamlı ismi. Bu yüzden “Allah” ism-i şerifi, Allah’ın diğer isim ve sıfatlarından farklıdır. Esma’ül Hüsnâ içerisindeki bütün isimler onu niteler ve O, bütün isimleri içinde barındırır. Aynı zamanda “Allah” ismine “lafza-i celâl” denir. Yani diğer bütün isimler lafza-i celâl’e sıfat olur, fakat o hiçbir isme sıfat olmaz. Örnekle; Allah Rahman’dır, Allah Kerim’dir, Allah Vedüd’dür. Fakat bu cümleleri tersten kurmak ne kadar abes ise Allah’ı bu isimlerden birinin içinde aramak da o kadar abes olacaktır. Şimdi bu satırları uzatıp, size sayfalarca Allah ismini açıklamaya çalışmaya devam edebilirim. Fakat buraya ne yazarsam yazayım, hiçbiri Esma’ül Hüsnâ kadar açıklayıcı olmayacaktır. Çünkü O’nu anlamanın yolu Esma’ül Hüsnâ’yı anlamaktan geçiyor. Çünkü bu isimler O’nu tanımayı, O’nu anlamayı bize öğretiyor. Şüphesiz Rabbimizin mahiyeti idrak edilemez, ancak Esma’ül Hüsnâ sayesinde O’nun hüviyeti hakkında fikir sahibi olabiliriz. Bu sebeple, Allah ismini hakkıyla idrak edebilmek ancak O’nun diğer isimlerini anlamakla mümkün olacaktır. Demek ki, bu isimlerin Kur’an-ı Kerim’de tekrar edilmesinin ve bize ulaşmasının bir sebebi var. Demek ki, her isim bizim için bir mesaj niteliğinde ve bu isimlerin bizden bir beklentisi var. Muhtemelen, buraya kadar okuduğunuz bilgileri esas alarak, bu beklentinin ‘’Rabb’i tanımak’’ olduğunu düşünmeye başladınız. Fakat aslında tam olarak öyle değil. Nasılmış, ona da bir bakalım.

İslam bilginleri Esma’ül Hüsnâ’yı bir merdivene benzetir. Onun içerisindeki her isim bu merdivende bir basamaktır. Biz her isimi öğrenir, anlar, idrak eder, tatbik eder ve daha sonra bir diğerini anlamak yoluna gideriz. Böylelikle bir basamak geride kalır ve yeni bir basamağa adım atarız. Yeni basamakta yeni bir ismi daha hayatımıza katar ve O’na bir adım daha yaklaşırız. Demek ki bizden beklenilen şey isimler yoluyla Allah’a ulaşmamızdır. İsimleri bir basamak, Esma’ül Hüsnâ’yı da bir uzun merdiven görüp, sonunda O’na ulaşma hevesiyle bu yolda ilerlemektir. Tüm bu isimler ve sıfatlar O’na giden yolda bir aracıdır. İnşaallah, onlar vasıtasıyla yolumuzu bulacak ve böylelikle ibadet ettiğimiz o tek olan Rabb’e ulaşacağız. Böylelikle kime ibadet ettiğini bilme şuuru kazanacak ve hep o arzu ettiğimiz huşuyu, merak ettiğimiz takvayı ve hasret kaldığımız iman hakikatlerini bir bir yaşamaya başlayacağız. Sadece birkaç harf, birkaç hece ve tek bir kelime ile bize vaadedilen güzelliğin farkına vardığımız an, tüm isimlerin sırrına mazhar olabileceğiz. Bunun için biraz fedakarlık, biraz çaba, biraz samimiyet ve bolca dua gerekecek. Ve belki bu serinin sonunda “Gerçek müminler yanlarında Allah zikredilince kalpleri ürperenlerdir.’’ ayetinin muhattabı olabileceğiz. Bu ürperme hemen olmaz, bugün olmaz, bir kere söylemek ile olmaz, bin kere zikretmek ile olmaz, belki serinin sonunda bile olmaz. Ama biz sebat edeceğiz, samimiyetimizi O’na göstereceğiz, hâl ve tavır ile ‘’Rabbim biz bu yoldayız, sen idrak ettirene kadar da buradayız, idrak ettirdikten sonra da buradayız.’’ diyeceğiz. Rabbim merhametlidir, Rabbim ilim ve kerem sahibidir. Rabbim kullarının ilim ile donanmasını isteyendir. Bu yüzden siz bu ilmi hakettiğinizde, Rabbim kalbinize o ürpermeyi verecektir. Böylelikle, yazının başında bahsettiğimiz o velî gibi, tek bir Allah lafzı ile yanıp tutuşmak nasip olacaktır. Bu velî kıssası gerçek midir yahut abartı mıdır bilmiyorum, basit bir çocukluk anısı olarak hafızamda tutuyorum. Ama aynı zamanda, bu zikirlerin tesbih değilse bile yürek tutuşturabileceğine inanıyorum.

Velhasıl kelam, Allah diyen bir kul, bütün ilâhî sıfatları ve bütün Esma-i Hüsnâ’yı birden zikrettiğini bilerek, kendisini ilâhî isimlerin en parlak tecellisi ve ilâhî sıfatlardan haber veren bir hilkat mucizesi olarak yaratan Rabb’ine sonsuz hamd ve senâ eder.

Rabbim tüm güzel isimlerinin hakkı için hepimize merhamet etsin ve günahlarımıza rağmen bize bu ilmi anlamayı/anlatmayı nasip etsin.

Sadakallahulazim.