Vehhab kelimesi, hibe etmek anlamındaki “Vehebe” kökünden gelmiştir. Buradan yola çıkarak El Vehhab isminin, “Hiçbir karşılık beklemeksizin kullarına bol bol ihsanda bulunan, her türlü nimeti hibe eden”  anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Hibe etmek, kendine ait olan bir şeyi karşılıksız olarak başkasına vermek demektir. Biz, buna aynı zamanda bağış da diyoruz. Eğer hibe/bağış adı altında bir şeyler vermek isterseniz, birincisi verdiğiniz şeyi tamamen karşınızdakinin olacak şekilde vermeniz, ikincisi ise bir teşekkür kadar bile karşılık beklememeniz gerekiyor.

Mesela, ihtiyaç sahibi birine malınızdan bir miktar hibe ettiniz. Dünyevi pencereden bakarsak, gerçekten takdirlik ve teşekkürlük bir iş yaparak kişinin ihtiyacını giderdiniz. Bunu siz yaptınız. Fakat manevi pencereden baktığımızda işin boyutu hayli değişir. Çünkü vermeyi bilen siz, aslında anne babanıza olan bir hibesiniz. Verdiğiniz kişi, ailesine bir hibe. Onun sizin karşınıza çıkarılması bir hibe. Verdiğiniz mal, bir hibe. Ve en önemlisi, karşınıza çıkan o ihtiyaç sahibine verme isteğiniz, size verilmiş en büyük hibe. Eğer siz yaratılmasaydınız ya da o ihtiyaç sahibi insan yaratılmasaydı ya da o mal size verilmemiş olsaydı yahut siz malını esirgeyen bir insan olsaydınız, vermenin verdiği huzuru ve sevabı asla kazanamacayaktınız. Sonuçta Allah vermeyi vermese, kuluna verme isteği vermese, kul nasıl verecek de bu sevaba erişecek? Yani bir verme işinden bile bize binlerce şükür meselesi çıkarken, dünyaya takılıp da karşımızdakilerden teşekkür beklemek hayli boş bir iştir. Kişi önce kendi şükrünü yerine getirmelidir. Beni yaratan Rabbime şükürler olsun. İhtiyaç sahibi insanı karşıma çıkaran Rabbime şükürler olsun. Bana bu malı veren Rabbime şükürler olsun. Bana malımdan cömertçe vermeyi sevdiren Rabbime şükürler olsun. Verdikten sonra şükretmeyi bildiren Rabbime şükürler olsun. Bu böyle uzar gider. Gider gider ama asla verdiğin kişiden teşekkür beklemeye gelmez. Çünkü bu konuya manevi pencereden bakan insan bilir ki, veren asla kendi değildir. O, aslında Allah’ın verdiğini veren bir aracıdır. Onun arkasında Vehhab olan kudretli bir yaratıcı vardır.

Dünya düzeninde, insanlar mal verirken bir karşılık beklemeseler bile sevgi beklerler. Verdikleri oranında bir saygı, bir hatır görmek isterler. Bu anlamda sevilmek ve sayılmak için vermeye muhtaçtırlar. Fakat Allah, vermeye muhtaç olan değildir. O’nun izzeti verdiklerinin şöhretiyle kazanılmış bir izzet değildir. Çünkü o El-Aziz olandır, varlığıyla izzetlidir. Kullarına karşılıksız bir şekilde nimetlerini ikram ediyor olması, onlardan sevgi ve saygı beklediği için değil, kudretini göstermek içindir. Tam burada zihin devreye giriyor ve insana şu soruyu soruyor: “O halde Allah neden bizden kulluk istiyor, bu bir karşılık değil midir?”

Hayır, kulluk bir karşılık değildir. O da bir hibedir. Çünkü insan, kendisine irade verilen bir varlıktır. Bu irade ekseninde ister kul olur, isterse insan kalır. Yani ister iman etmeyi seçer, hibelerini Allah yolunda kullanır, isterse inkâr etmeyi seçer ve hibelerini dünya hayatının zevki için kullanır. Seçeceği her durumda Allah’ın Vehhab ismiyle karşılaşacaktır. Kabul etse de, etmese de alacağı her nefes, atacağı her adım, yaşayacağı her saniye ona Allah’ın bir hibesi olacaktır. Yani Allah kulluğu bir karşılık olarak görüyor olsaydı, nimetlerini yalnızca iman edenlere verirdi. Fakat görüyoruz ki, farklı dine mensup yüz binlerce insan şu an Allah’ın hibelerini hiçbir karşılık ödemeden kullanabiliyor. O halde biz kullara düşen, önce üzerimizdeki ilahi hibeleri görmek ve onların şükrünü eda etmek, sonra bu dünya hayatı için bize verilmiş olanlardan az ya da çok demeden vermeyi bilmektir. Aynı zamanda verdikçe şükretmek, insanları vermeye teşvik etmek ve verilenler karşında teşekkür beklememektir. Bu işin en zor kısmı ise, Allah izin vermedikçe hiçbir malın bize ulaşmayacağına ve Allah izin vermiş ise o malın bize ulaşmasına kimsenin engel olamayacağına iman etmektir. Tam bu sırada aklıma çok güzel bir atasözü geliyor: “Nasipse el getirir, yel getirir, sel getirir! Nasip değilse el götürür, yel götürür, sel götürür!” diyor. Velhasıl-ı kelam kardeşim, eğer nasibinde varsa korkma, Vehhab olan Allah sana onu ulaştıran aracılar görevlendirecek ve sana ihtiyacın olan şeyi hibe edecek. Ama eğer nasibin değil ise, tüm dünya bir araya gelse kimse sana onu veremeyecek.

Bu ismin Kur’anî çerçevesine baktığımızda yirmi üç yerde Allah’a isnatla kullanıldığını görüyoruz. Bu kullanımların üçü isim olarak, yirmisi fiil olarak kullanılmıştır. Bu kullanımların genel özelliği, çoğunluğunun aile bahsi sırasında geçiyor olmalarıdır. İbrahim (a.s.) ve Zekeriya (a.s.)’a yıllarca bekledikleri evlatlar müjdelendiğinde, Meryem (a.s.)’a hiç beklemediği bir anda İsa (a.s.) verildiğinde, Musa (a.s.)’a kardeşi Harun yardımcı bir nebi olarak gönderildiğinde, Davud (a.s.)’a Süleyman (a.s.) ve Süleyman (a.s.)’a varlığı hibe edildiğinde bu ismin kullanılıyor olması elbette sebepsiz değildir. Elbette anlayanlar için, bu ayetlerden alınacak dersler vardır. Örneğin; Sad Suresi’nin 35. ayetinde “Kâle rabbigfir lî veheb lî mulken lâ yenbagî li ehadin min ba’dî, inneke entel vehhâb” buyuruluyor. Bu ayette “Ya Rabbi beni bağışla ve bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir mülk hibe et. Muhakkak ki sen lütufları son derece bol olan Vehhabsın!” diyerek dua eden Süleyman (aleyhisselam)’ın duasında Vehhab kelimesini önce fiil, sonra isim olarak kullanılıyor. Aynı zamanda bizler bu ayette bir dua adabını daha öğreniyoruz. Bu duada Süleyman (a.s.) önce ihtiyacı olan malı ve hükümdarlığı istiyor, sonra bu isteğini karşılayabilecek en büyük makamın Rabbi olduğunu ikrar ediyor ve “Sen Vehhab olansın!” diyerek O’nu tesbih ediyor. Böylelikle “En güzel dua, Allah’ın isimleriyle olandır!” ayeti de, bir başka ayette fiili olarak karşımıza çıkıyor. Ve bu güzel duanın karşılığında, Süleyman (a.s.) daha önce kimsenin görmediği ve muhakkak hala da kimsenin görmemiş olduğu bir hükümdarlığın görünen sahibi oluyor. Görünmeyen sahibinin ise, O olduğunu asla unutmuyor.  İşte Süleyman (a.s.)’ın malının bereketi ve hükümdarlığının şöhreti de buradan geliyor.

 

O halde, Rabbim tüm güzel isimlerinin hakkı için hepimize merhamet etsin ve günahlarımıza rağmen bize bu ilmi anlamayı/anlatmayı nasip etsin.