Üzerine güneş doğan en hayırlı günde…
Bir vaiz, yüzü tevhid kaleminden bir satır; başında yeşil sarık, üzerinde beyaz gömlek ve sarı hırkayla kürsüde oturur. Kürsünün etrafında halka halka, yüzü kürsüye, gönlü semâya dönük binlerce adam sıralanır. Havada asılı duran yüzlerce kandilin ışığı vaizin sesiyle titrer, vaizin dudaklarından dökülen bir avuç söz yüzlerce kandilin nûrunu yener.
Tarihler 7 Rebiulahir 1026 Cuma’yı gösterir. Sultan, kır atının üzerinde meydana, sarayın bahçesinde neşv-ü nemâ bulmuş lâleleri okşayıp geçen rüzgâr da minarelere ulaşınca, müezzinlerin sesi yükselir: Allah-u Ekber! Allah-u Ekber! Vaiz, sözünün ardına duasını ekleyip dudaklarını sımsıkı kapayınca cemaat, saf saf huzura çıkma vaktinin geldiğini anlar. Az sonra bâb’üs selâmda görünen sultan, en mütevazı haliyle, safları birer birer geçip ön saflarda kendisini bekleyen vaize doğru ilerler. Koskoca emir’ül müminin, padişah-ı âlem-penah, halife-i rûy-i zemîn Sultan Ahmed Han, ak sakallı, fakir bir vaizin ellerine kapanır. Ellerine kapanan bu devletlü sultana iltifatlarla ve dualarla mukabele eden ise ehl-i irfan Aziz Mahmud Hüdâi Hazretleri’nden başkası değildir. Sultan, mürşidinin yamacına sokulur, yanı başında durur namaza. 399 sene evvel işte böyle bir cuma namazı kılınır, bânisini, gönül sultanını ve binlerce yüreği himaye eden Sultanahmed Camii’nde.
Şimdi ise, 2016’nın mayısında, biz de dualarla ve selamlarla giriyoruz aynı kapıdan. O günden sonra, yerdeki pare pare el dokuması halıların yerine yekpare, lâle motifli, kırmızı bir halı serilmiş. Bab’üs selâmın az ötesine yalnızca namaz kılanların ardına geçebileceği bir set çekilmiş. Her gün binlerce turistin geçtiği kapılara ve caminin pek çok yerine, çeşitli dillerde, estetikten yoksun onlarca levha yerleştirilmiş. Üst mahfiller, yalnızca Ramazan-ı Şerif’te açılmak üzere, gelip namaz kılmak isteyen Müslüman hanımlara dahi kapatılmış. Turistin cemaatten çok olduğu “modern” zamanlarda, bütün bu olanları normal addediyoruz. Namaz esnasında imamın okuduğu ayet-i kerimeleri dahi anlamamıza elverişli olmayan ses sistemine bile göz yumuyoruz.
1609 yılında Sultan 1. Ahmed Han’ın emriyle yapımına başlanan Sultanahmed Camii, Mimarbaşı Sedefkâr Mehmed Ağa’nın zekâsı ve kabiliyetiyle 7 yılda tamamlanarak 1616 yılında ibadete açılmış. Caminin yapımına başlandığında evvela, Sedefkâr Mehmed Ağa’nın planına göre, dört duvarın, mihrabın, sütunların, mahfel ve minarelerin yerleri tespit edilmiş. Ardından temel kazımına geçildiğinde, önce Şeyhülislam Mevlâna Mehmed Efendi, Aziz Mahmud Hüdâi Hazretleri, Vezir-i Azam Davud Paşa, vezirler, kazaskerler ve sıra ile diğer rütbeliler ile ulema, ellerine kazma alıp dualarla, önce yol olacak yerleri kazmışlar. En son ise Sultan Ahmed Han, kazıya iştirak edip yoruluncaya kadar çalışmış. Evliya Çelebi; genç padişahın eteğine doldurduğu taşları dökerken, el açıp Allah’a yakararak, “Ahmed kulunun hizmetidir, kabul eyle.” diye dua ettiğini yazar.
Cami esasında, hünkâr kasrı, sıbyan mektebi, dâr’ül hadis, dâr’ül kurra, muvakkithane, türbe, fırın, mutfak, imaret, dâr’üş şifa, hamam ve arastadan müteşekkil büyük bir külliye formundadır. İbadet alanı kareye yakın dikdörtgen biçimli olup, 2662 metrekaredir. Bu büyüklük, aynı anda 12 bin kişinin namaz kılmasına elverir. Camide, geniş ana kubbeyi ve dört yapraklı yonca misali yerleştirilmiş yarım kubbeleri taşıyan dört adet fil ayağı mevcuttur. Mimaride göze çarpan bir başka mühim detay ise, caminin 260 adet pencereyle aydınlatılmış olmasıdır.
Avrupalılarca “Blue Mosque / Mavi Cami” olarak adlandırılmasına sebep olan, çokça çini ve mavi ağırlıklı kalem işleriyle yapılmış iç tezyinatında, asma dalı, enginar, erik, narçiçekleri, karanfil, nane, menekşe, mine, sümbül, yasemin, servi ve lâle motifleri kullanılmış. Bugün maalesef, artık çıplak sesle namaz kıldırma âdeti tarihe karıştığı için tanık olamadığımız şahane akustik, camide çeşitli şekil ve yerleşimlerde kullanılan 12 çeşit mermerin belli makamlarda ses vermesiyle temin edilmiş. Caminin tezyinatında ayrıca kıymet arz eden bir başka husus ise, Diyarbakırlı Seyyid Kasım Gubârî’nin kaleminden çıkan hüsn-ü hat örnekleridir. Ana kubbe çemberinde, Allah’ın yerlerin ve göklerin nûru olduğunu ve o nûrun mahiyetini açıklayan, Nur Sûresi’nin 35. ayet-i kerimesi hattedilmiştir. Bu ayet-i kerimenin tefsirinde Gazalî, ayette geçen “cam fânus” ifadesinin müminin gönlü olduğunu ve içinde de yine ayette geçen ifadeyle “kandil” misali nûrun bulunduğunu söylemiştir.
Mihrab, el işçiliği ile oyulmuş mermerdir ve içi çiçek motifleri ile doludur. Tacında ise pek çok camide rastlayabileceğimiz üzere Âl-i İmran Sûresi’nin 37. ayet-i kerimesi yazılıdır. Mihrabın sağında, tacında “Lâilaheillallah” hattı bulunan, geometrik geçmeli ve altın yaldızlı minber bulunur. Minber, caminin her yerinden hutbenin rahatça duyulabilmesini sağlayacak şekilde yapılmıştır.
Mihrabın solunda, duvarda ise dikdörtgen biçiminde damarlı bir mermer gözümüze çarpar. Bu mermerin hikâyesi oldukça ilginçtir. Sultan Ahmed Han, İstanbul’un en önemli camisi ve manevi merkezi olan Ayasofya’nın hemen yanına bir cami inşa ettiriyordur. Böyle bir konumda caminin çok da rağbet görmeyeceği açıktır. Bunun üzerine, Mısır’daki Kayıtbay’ın türbesinden nakş-ı kadem-i şerifi İstanbul’a getirten Ahmed Han, onu kıble duvarına, mihrabın hemen soluna yerleştirir. Kadem-i şerifi ziyaret üzere gelenlerle cami dolup taşmaya başlar. Ta ki Ahmed Han rüyasında kendisini sanık, Kayıtbay’ı davacı ve Efendimiz’i (s.a.v.) kadılık makamında görene kadar. Kayıtbay, kendi türbesinin ziyaretine ve ruhuna Fatiha okunmasına vesile olan kadem-i şerifi İstanbul’a getirttiği için Ahmed Han’dan şikâyetçidir. Efendimiz (s.a.v.) kadem-i şerifin derhal iadesine hükmeder. Dehşet içerisinde uyanan sultan, soluğu Aziz Mahmud Hüdâi Hazretleri’nin yanında alır ve rüyasının tabirini öğrenmek ister. Hüdâi Hazretleri ise rüyanın gayet açık olduğunu ve tabirine ihtiyaç olmadığını buyururlar. Bunun üzerine Sultan Ahmed Han, kadem-i şerifi yerine iade eder ve camide onun yerini alelâde bir şeyle doldurmayı edebe mugayir gördüğünden, oraya kadem-i şerifin hatırası olarak bu kıymetli mermeri koydurur. Kendisi de nakş-ı kademin bir maketini yaptırarak kavuğunda taşımaya başlar. Şu dizeleri ise, işte bu kararının üzerine söyler:
“N’ola tâcım gibi başımda götürsem daim
Kadem-i nakşını ol Hazret-i Şâh-ı Rasûlün
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün”
Damarlı mermerin üzerinde altıgen biçiminde, mermerden mamul bir levha daha bulunur ki, onda da kûfî hatla aşere-i mübeşerenin isimleri yazmaktadır.
Kıble duvarının en solunda ise, altın yaldızlı kafesiyle, 10 mermer sütunun taşıdığı hünkâr mahfili bulunur. İçerisinde zümrüt, gül ve yıldızlarla süslenmiş bir de mihrabı vardır.
Müezzin mahfili, caminin güneybatı köşesinde bulunan fil ayağına yaslanmıştır. Osmanlı’da 16 müezzinin aynı anda hâzır bulunduğu düşünülecek olursa yeterli genişliktedir. Mahfilin köşesinde siyah bir sancak asılıdır. Kabartma detaylarla süslenmiş olan sancakta ay-yıldızın hemen üzerinde, “Mü’minlere yardım etmek üzerimize bir hak oldu.” mealindeki Rum Sûresi’nin 47. ayet-i kerimesi yazılıdır. Fil ayağında ise âdet olduğu üzere müezzinlerin pîri “Yâ Hazret-i Bilâl-i Habeşî” ifadesi yer alır.
Dışarı çıktığımızda ise bizi, en az caminin içi kadar geniş bir avlu karşılar. Dört tarafı revaklı olan avlunun ortasında zarif bir de şadırvan bulunur. Avluda durup cümle kapısına baktığımızda, kapının hemen üzerinde Ahmed Han’ın şeceresinin yazılı olduğu levhayı görürüz. Revaklı son cemaat yerinin tacında ise namazlara, bilhassa orta namazlara riayet edilmesi hususunda emir buyrulan, Bakara Sûresi’nin 238. ayet-i kerimesi hattedilmiştir. Cümle kapısını arkamıza aldığımızda karşımızda kalan avlu kapısının iç tarafında ise, yine namazlarına devam edenlerin cennetle müjdelendiği, Mearic Sûresi’nin 34 ve 35. ayetleri yazılıdır.
Sultanahmed Camii, Türkiye’deki 4, altı minareli camiden biridir. Minarelerin dördü, caminin dört köşesinde, ikisi de avlunun köşelerinde bulunurlar. Halk arasında, Sultan Ahmed Han’ın 14 yaşında tahta çıkıp, 14 sene tahtta kalması ve 14. padişah olmasına tevafuken söylenen “Sultanahmed Camii’nin 14 şerefesi vardır.” efsanesi de maalesef ki yanlıştır. Camide dört minarede üçer tane ve iki minarede ikişer taneden toplamda 16 adet şerefe bulunur. Ezan-ı Muhammedî’nin hoparlörlerden okunmadığı dönemlerde her şerefeye bir müezzin çıkar ve çoğu kez aynı minarede bulunan müezzinler çifte ezan okurlarmış.