“İlâhî her nefes ilhâmın üzre olsun a’mâlim
Rızân üzre geçe dâ’im cihân içre meh-ü sâlim”
Bahtî
Sirkeci’ye doğru kıvrılan tramvay yolu üzerinden yürüyorum. Gülhane Parkı’nın hemen yanına geldiğimde Alay Köşkü dikkatimi çekiyor. Acaba hayırlı bir faaliyet için mi kullanılıyor yoksa atıl bir vaziyette mi duruyor diye düşünüyorum. Bunu öğrenmenin tek bir yolu var; köşke doğru uzanan yokuştan çıkıp, köşkün ahşap kapısını zorlamak. Bende öyle yaptım; yokuşa doğru yöneldim, kapının açılmayacağını düşünerek sertçe ileri doğru ittim. Kapı açıldı ve içeri girdim. Köşkün muhteşem işlemesi, yekpare kubbe çatısı gözlerimi kamaştırıyor. Köşkün caddeye bakan duvar kısmında sıra sıra camlar, camların hemen altında duvarı takip eden sedirler… Salonun tam ortasında ise, çalışma masası ve etrafında yuvarlak şekilde dönen kütüphane.
“Alay Köşkü’nün eskiden asıl vazifesi ne olabilirdi?” diye geçiyordu içimden. Raflarda duran kitaplara göz atmaya başlıyorum. Evliya Çelebi’nin müellifi olduğu Seyahatnâme’yi çekip alıyorum. Camın önündeki sedire kurulup, bir “bismillah” çekiyorum ve karıştırmaya başlıyorum sayfaları. Eseri baya karıştırıyorum, lâkin Alay Köşkü’yle alakalı bir bilgiye rastlayamıyorum. Son defa kitabın bir yerinden tutup, rastgele bir sayfa açıyorum: “Yedi padişah dest-i şerîflerin pûs etti, hamd-i Hudâ, bu hakire şeref-i sohbetleriyle müşerref olmak nasib oldu.” Bu cümlede zikredilen yedi padişah kimdir, kimin muhabbetiyle müşerref oldu Evliya Çelebi? Biraz daha okumaya devam ediyorum satırları. Yedi sultandan bir tanesinin I. Ahmed Han olduğunu ve sohbetiyle aşk kapısını aralayan zâtın ise Aziz Mahmud Hüdâi (k.s.) olduğunu anlıyorum. Derhal yerimden kalkıyorum, kütüphaneden Osmanlı Tarihi’yle Aziz Mahmud Hüdâi’nin (k.s.) müellifi olduğu Divân-ı İlâhiyât ve Tezâkir adlı eserleri alıyorum ve eski yerime tekrardan kuruluyorum.
Alay Köşkü’nün tarihçesini kenara bırakıyor, kendimi Sultan I. Ahmed’in Osmanlı tahtına cülûsunu okurken buluyorum:
“Sultan III. Mehmed Hân’ın oğlu olup, Handan Sultan’dan dünyaya gelmişti. Şehzade Ahmed, talim ve terbiye eğitime 5 yaşındayken başlamıştı. Şehzade Ahmed sancağa çıkmayıp, sarayda eğitimini sürdürmüştü. Temel bilgileri Aydınlı Mustafa Efendi’den, fıkıh ilmini Hocazâde Mehmed ve Es’ad Efendilerden aldı. Şehzade Ahmed ok atmak, ata binmek ve kılıç kullanmak konusunda hayli yetenekliydi. Şehzade Ahmed, babasının vefatı üzerine 14 yaşında Osmanlı tahtına cülûs etti. Sultan’ın hayatında 14 rakamının ayrı bir yeri vardır; 14 yaşında tahta çıkmış, 14. padişah olmuş, 14 sene saltanat sürmüş ve on dördün iki katı olan 28 yaşında ahrete irtihal etmiştir. Sultan III. Mehmed Han’ın ölümünden kimsenin haberi yoktu. Bu hadiseden haberi olmayan divân mensupları saraya davet edilmiş ve tahtın kurulduğunu görünce durumun vaziyetini kavramışlardı. I. Ahmed, kuşluk vakti Bâbü’s-saâde önüne konan tahta, başında siyah bir sarıkla çıktı. Devlet erkânının tebriklerini kabul etti. Sultan I. Ahmed’in tahta cülûsundan tam yedi gün sonra cülûs bahşişi dağıtılmıştı. Eyüp Sultan türbesinde âlemlerin sultanı Hz. Rasûlullah’ın kılıcını kuşandı. İlk cuma namazını cennet mekân Sultan I. Süleyman’ın himmetleriyle ihya edilen Süleymaniye Camii’nde kılıp veziriazam sarayında sünnet oldu.”
Buraya kadar okuyunca, temel tarih bilgisinden kurtulmak için diğer sayfaları merakla çevirmeye başlıyorum. Sultan Ahmed Han devrinde Avusturya savaşları, Şia ile mücadele, Anadolu topraklarındaki Celalî ateşi ve daha birçok olayların meydana geldiğine şahit oluyorum. Mehter marşlarına konu olmuş “Estergon’un Muhâsarası ve Fethi” başlığı dikkatimi çekiyor ve okumaya devam ediyorum:
Estergon’un Fethi
“Estergon Kalesi ilk defa Kanuni Sultan Süleyman komutasında ordu ile zapt edilmişti. Daha sonra tekraren, Avusturya tarafından istilaya uğramış olsa da, Lala Mehmed Paşa komutasında Osmanlı gazileri bir aydan fazla kaleyi muhâsara etmişlerdi. Bu sıralarda Erdel hakimi olan İstvan Bocskay’dan Lala Mehmed Paşa’ya bir mektup geldi. İstvan, mektubunda:
‘Padişahın dostuna dost, düşmanına düşman olup kulluğunu kabul ve himayeleri altında bir yerde bulunmakla eski düşmanımız olan Nemçe küffarına kılıç çekip pâdişâh-ı İslamâ can ve baş ile hizmeti taahhüd ederiz. Bu halimizi bildirdikten sonra Âsitâne-i Devlet’e arz eylemeniz rica olunur.’ diyerek Lala Mehmed Paşa’dan himmet dilemişlerdir.”
I. Ahmed devri, birçok tarihçi ve yazar tarafından ‘duraklama dönemi’ şeklinde lanse edilmiştir. II. Mehmed, I. Selim ve I. Süleyman devirleri -Altın Çağ- kadar fetihler gerçekleşmiş ve dünyanın dört bir yanında Devlet-i Aliyye’nin gazilerinin kılıçlarından adalet fışkırmıştır diyemeyiz. Ancak Osmanlı Devleti’nin izzeti ve azametinin her devirde garbın gözünü korkuttuğunu da inkâr edemeyiz. Munâfikûn Sûresi 2.ayet-i celilede buyruluyor ki: ‘Hâlbuki izzet Allah’a mahsustur ve Peygamberi’nindir ve bütün mü’minlerindir. Fakat münafıklar bilmezler.’ Erdel hakimi İstvan’nın mektubu ise, zikrettiğimiz ayetteki hakikati tasdikler niteliktedir.
“Estergon Kalesi’nin karşısındaki Ciğerdelen mevkii fethedildi, Vişegrad Kalesi birkaç günlük muhâsaradan sonra teslim alındı. Estergon Kalesi’yle birbirine gizli geçit ile bağlanan Tepedelen Kalesi de birkaç gün içinde Osmanlı sancağını gururla taşımaya başladı. Bu fetihler müyesser olduktan sonra ilk büyük hücumda, kale komutanı kaleyi teslim etmek zorunda kaldı.”
Ayrıca bu fetihlerden sonra himmet talebinde bulunan İstvan’a yardım edilmişti. Avusturya hükumeti Erdel’e bir ordu göndermiş olsa da, Osmanlı gazilerinin kararlığı karşısında geri çekilmek zorunda kalmışlardı. “Erdel hakimi Bocskay, İstanbul’a bir elçi göndererek bağlılığını bildirmiş ve Erdel krallığına tayin edilmiştir.”
Bir kral, Osmanlı Devleti’nin sadrazamı huzurunda da diz çökmüş onun elini öpmüş ve padişahın lütfettiği tacı giymiştir. Öyle bir dönem ki, Osmanlı Devleti taç ve taht dağıtıyor. Estergon Kalesi’nin fethinden sonra büyük Avusturya akınları devam etmiş, daha sonra 17 maddelik Zitvatorok Muahedesi imzalanmıştı. Bu muâhedede Osmanlı’nın üstünlüğünü kaybettiği düşünülürse de yanılmış olunur. Çünkü Anadolu’nun dört bir yanını Celalî ateşi sarmış ve Nemçe küffarına karşı cihad edilmesini fırsat bilen İran, sınır boylarında hayli zarara sebebiyet vermişti. İslam hukukunda küffar ile antlaşma yapılmasının nedenlerinden bir tanesi de, İslam devletinin düşmüş olduğu zor durumdan kurtulması ve güçlü bir şekilde tekrardan fetihlere niyet etmesidir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.v) Hudeybiye Antlaşması da bu yöndedir.
Sultan I. Ahmed ilk önce Celalî eşkıyasının zulmüne son vermek, daha sonra da İran’a doğru sefer yapmak niyetindeydi. Celalî ateşinin söndürülmesine geçmeden önce Hüdâi Âsitânesi şeyhlerinden Mehmed Gülşen Efendi’nin Külliyât-ı Hazret-i Hüdâyî isimli eserinde Estergon Kalesi ile ilgili şu ifadeler yer almakta:
“Bir gün Sultan Birinci Ahmed Han, rüyasında Nemçe kralı ile güreşe tutuştuğunu ve kral üstte kalarak kendi sırtının yere geldiğini görür. Bu rüyanın tabirini zamanının tabir yapan kimselerine yaptırmak isterse de muvaffak olamaz, cümle muabbir, rüyanın tabir ve tevilinde aciz kalır. Bunun üzerine, o sırada Rûm Mehmed Paşa camiinin bir odasında, Mahmud Efendi nâmında bir zâtın uzlette bulunduklarını haber alır. Derhal, rüyanın tabirini taraf-ı şahanelerinden istirham eden bir nâme-i hümâyunu Hazret-i Aziz’in saadetli hanelerine gönderir. Nâmeyi getiren mürsel zât, rüyanın mütalaasından sonra tabirinin konulması için yanında getirdiği zarfı da Hazret-i Aziz’e takdim eder. Mahmud Hüdâyî Hazretleri, nâmeyi okumadan zarfı açarlar ve hemen daha evvelden yazmış oldukları rüya tabirini içerisine koyup mürsele teslim ederler. Bu kerâmet üzerine Sultan Ahmed Han, Hazret-i Hüdâi’nin duaları ve teveccühlerine mazhar olarak intisaplarıyla şereflenir.
Rüyanın Hazret-i Hüdâi tarafından yapılan tabiri şöyledir: Cenâb-ı Hak, insanda sırtı ve diğer yaratılmışlarda da arzı (yeri) en kuvvetli olarak yaratmıştır. Bu sebepten insanın sırtının yere gelmesi halinde ve bunların temasında iki kuvvet cem’ olur (birleşir). Binâenaleyh, sultanın rüyasında düşmana karşı sırtının yere gelmiş olduğunu görmesi, onun Nemçe kralına karşı kudret-i Hak ile muzaffer olacağının alâmetidir.” Nitekim Estergon Kalesi’nin fethi müyesser olur.
“Celalî eşkıyası 1605 yılında mühim bir Osmanlı ordusunu mağlup etmişti. Bunun üzerine Celalî ateşini söndürmek için Kuyucu Murad Paşa serdar olarak vazifelendirilmişti.”
I. Ahmed Han sadarette Derviş Paşa, Murad Paşa, Nasuh Paşa, Mehmed Paşa ve Halil Paşa gibi isimleri görevlendirmişti. Murad Paşa ise, başarıları dilden dile dolaşan en önemli sadrazamlardandı. Kuyucu Murad Paşa hak ettiği sadarete siyasi oyunlara girmeden ancak 90 yaşında gelebilmişti. Doksan yaşındaki sadrazam Murad Paşa, atının sırtından yalnızca abdest ve namaz için inerdi. Tarik-i Nakşibendiyye’ye intisabı bulunmakla beraber, daima zikirle meşgul olur ve Kur’an-ı Azim’den ayetler okuyarak yol alırdı. Cihad meydanlarında yüksek sesle cihadla ilgili ayetleri okur ve askeri kuvvetlendirmeye gayret ederdi. ‘Kuyucu’ lakabı ise, İran seferindeyken kuyuya düşmesi neticesinde verilmişti. Bu durumun örnekleri Osmanlı tarihinde çok defa görülebilir. Misal vermemiz gerekirse eğer Sinan Paşa’yı düştüğü bataklıktan çıkaran Hasan Gazi de ‘Batakçı’ lakabıyla anılmaya başlanmıştı.
“Celalîlerin on üç seneye yakın süren isyanları hasebiyle Anadolu’da hayat durma noktasına gelmişti. Kuyucu Murad Paşa, üç sene süreyle asilerle cenk etmiş ve Anadolu’da tekrardan asayişi sağlamaya muvaffak olmuştu.”
Peçevî tarihinden okuduğuma göre ‘Duhân-ı bed-bûy’ diye ‘pis kokulu’ olarak anılan tütünün ilk ithalatı da yine I. Ahmed Han zamanında gerçeklemiş. İlk olarak şifa niyetiyle içilse de, daha sonra gayr-i Müslimler arasında hızla yayılmaya başlamış.
İran Harpleri
“İran Şahı Abbas, Celalî ateşini ve küffarla cenk edilmesini fırsat bilerek Tebriz, Nahcivan’ı ele geçirip Erivan’ı muhasara etmişti. Şah Abbas, bu mübarek beldelerde ehli- sünnet ulemasına ve kadılara eziyet etmişti. 100 bin kişilik Osmanlı gazileri, Şah Abbas’ın üzerine yürümüş, İran ordusu Tebriz’e kadar püskürtmeye muvaffak olmuştu. Kış sebebiyle Osmanlı ordusu Van’da ikametgâh ediyordu. Şah Abbas da, Van’ı muhâsaraya alsa da, ancak şehri tahrip edebildi. Ertesi sene Sinan Paşa, İran’ın üzerine yürüdü, iki ordu Urmiye bölgesinde karşılaştı. Akşama kadar kahramanca cihad eden Osmanlı gazileri İran askerlerini ric’ate mecbur bıraktı. İran ordusu dağılmış halde yakalayan Sinan Paşa takip etmeye devam etti. Bu sırada Köse Sefer Paşa da esir düştü ve İran şahıyla aralarında ilginç bir diyalog yaşandı.
Şah Abbas, Sefer Paşa’ya :
– Mezhebini değiştir, seni istediğin makama nail edeyim. Köse Sefer Paşa, Şah’a:
– Sana ve senin bâtıl mezhebini kabul edenlere yazıklar olsun.
Bunun üzerine Sefer Paşa şehit edildi. Mesih Paşa, Tebriz ve Tiflis’i İran kuşatmasından kurtardı. Daha sonraki yıllarda Murad Paşa, İran üzerine sefer düzenledi. İlk seferde ordular karşılaşmış olsa da bir sonuç alınamadı. Sefer mevsimini beklemek üzere geri çekilen Osmanlı ordusu Diyabekir’e yerleşti. Sefer için çadırını şehrin dışına alan Murad Paşa, hastalandı ve vefat etti. Nasuh Paşa sadrazamlığa layık görüldü ve İran ile sulh gerçekleştirildi.
Sultan Ahmed Han huzuruna çıkan İran elçisini ‘Şahınız İslam davasında olduğunu iddia eder, ancak nerede bir Müslüman varsa kanına girer, biz küffara karşı iken, o bizim memleketimizi talan eder, bu ne biçim mertliktir?’ diyerek azarlamıştı. Elçi ise, demesi gerekeni söyledi ve ‘Şahımız, sizin kulunuzdur.’dedi. ”
İran ile yapılan sulhta birçok madde vardır, fakat en önemlisi Eshâb-ı Kirâm’ın haklarının korunmuş olmasıdır. İran mollaları adetleri üzere Hz. Ebubekir (r.a.) ve diğer büyük sahabe efendilerimize dil uzatmaktan kendilerini alamamaktır. Devlet-i Aliyye, Ehl-i Sünnet ahlakını daima korumuş ve devlet politikası haline getirmiştir. Bunun sebebi ise, Hz. Peygamber’in (s.a.v) hadis-i şerifleridir: “Ümmetim, 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72’si Cehenneme gidecek, yalnız bir fırka kurtulacaktır. Cehennemden kurtulacak olan tek fırka, benim ve ashabımın yolundan gidenlerdir.” (Tirmizi, İbni Mace)
Osmanlı vilayetlerinde ilk defa içki yasağı da Ulu Hakan Ahmed-i Evvel fermanıyla gerçekleşti. Ahmed-i Evvel devrinde Malta, Trablusgarb seferleri, Erdel meselesi, Malta akını, Sinop Baskını, Erivan Muhasarası ve benzerleri gibi birçok hadise yaşanmıştır. Ancak Alay Köşkü’nde vaktin hızla akıp gitmesi sebebiyle bazı başlıkları hızlıca çevirmeye başlıyorum. Ramazan ayında olduğumuz şu mübarek günlerde sevimli bir bilgiyle karşılaşıyorum:
“İlk mahyanın 1617 senesinin Ramazan’ında Sultanahmed Camii’nde kurulduğu kaydedilmektedir. Ramazan-ı Şerif’te gösterilen yazılar umûmiyetle şöyleydi: ‘Safâ geldin ey Ramazan, Merhabâ ya Şehr-i Ramazan, Bismillahirahmanirahim, Ya Allah, Ya Muhammed…’” Bir de bu mübarek mahyalarının Osmanlı Türkçesiyle yazıldığını hayal ettiğimde tebessüm etmekten kendimi alamıyorum. Tabi ki, Sultanahmed Camii ismi geçmişken, “Sultanahmed Camii’nin İbadete Açılması” başlığını es geçmek olmaz.
Sultanahmed Camii
“Yedi Osmanlı sultanı, Aziz Mahmud Hüdâi’yle (k.s.) sıkı bir münasebet kurmuştu. Sanılanın aksine I. Ahmed’den ziyade atası III. Murad Han’la beraber saray çevresi müşerref olmuştu Hüdâi Hazretleri’yle. Aziz Mahmud Hüdâi (k.s), III. Murad Han’dan Ayasofya yakınlarında ‘arslan yatağı’ olarak bilenen bugünkü Sultanahmed Camii’nin yerine ulu bir ibadethane yapılmasını istemişti. Dedesine nasib olmayan bu ulu camii inşâ şerefi, torunu Ahmed-i Evvel’e nasib olacaktı. Temel kazılmaya başlayınca ilk önce Sultan Ahmed Han toprak taşımış ve ‘Ya Rabbi! Ahmed kulunun hizmetidir, kabul eyle.’ diye niyazda bulunmuştu. Aziz Mahmud Hüdâi’nin (k.s) de davet edildiği açılış törenin olduğu gün denize şiddetli dalga ve rüzgâr hâkimdi. Bu sebeple Üsküdar’dan Sarayburnu’na geçmeye hiçbir kayıkçı yanaşmıyordu. Bunun üzerine Aziz Mahmud Hudâi (k.s.) hususi kayıkçısına emrederek Sarayburnu’na doğru açıldı. Hudâi Hazretleri’nin (k.s.) dilinden şu mübarek sözler döküldü:
‘Allahumme ya Hâdi!
Âsân eyle yolumuz
Sehhil ubûre’l-vâdi
Tîz geçir tut elimiz’
Kayığın dört bir yanındaki azgın dalgalara rağmen deniz süt-liman oldu. Bu hadiseden sonra bu yol ‘Hüdâi Yolu’ olarak anılmaya başlamıştı. Cuma hutbesini Aziz Mahmud Hüdâi (k.s) okudu.” Ayasofya’nın kütlesi karşısında, Sultanahmed Camii boğazdan geçenleri zarafetiyle selamlıyor. Sultanahmed Camii’nin açılısında beş ay sonra Sultan Ahmed Han dünyasını değiştirdi.
Vefatı ve Şahsiyeti
“Sultanın sırtında yara çıkmıştı. Mabeynci Mustafa, sultanın vefatından bir gün önce huzurunda iken Ahmed Han’ın, odada muhatabını görmediği kimselere dört defa ‘Ve aylekümselam’ dediğine şahit oldu. Sebebini çok merak etmiş olacak ki, sultan birazcık kendine geldiğinde tüm cesaretini toplayarak ona sorusunu yöneltti ve şu cevabı aldı: ‘Şu anda Hazret-i Ebu Bekir-i Sıddık, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali efendilerimiz geldiler. Bana “Sen dünya ve ahret sultanlığını kendinde toplamışsın. Yarın Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanında olacaksın.” buyurdular.’”
Sultan Ahmed Han, dünya sultanlığını Osmanlı tahtıyla elde etti, manevi sultanlığa ise Aziz Mahmud Hüdâi (k.s) vesilesiyle ulaştı.
Külliyat adlı eserdeki rivayete göre, bir gün Sultan Ahmed, Hüdâi Hazretleri’nin (k.s.) sohbetindeyken kendisine şöyle bir soru yöneltmişti: “Efendim, Abdülkâdir Geylâni’nin (k.s) kıyamet gününde müntesiblerinden pek çok günahkâra şefaat edeceğine dair rivayet var. Bunun sıhhati konusunda ne buyurursunuz?” Hüdâi (k.s) bir an murakabeye dalar ve bu rivayetin doğruluğunu tasdikler. Ahmed Han da, Hüdâi Hazretleri’nden (k.s) dua ve müjdesini talep eder. Aziz Mahmud Hüdâi (k.s) de herkesçe bilinen o duayı okur:
“Kıyamete kadar bizi sevenler, kabrimizi ziyaret edenler ve ömründe bir kere türbemizin önünden geçtiğinde Fatiha okuyanlar bizimdir. Bize mensub olanlar denizde boğulmasın, ahir ömürlerinde fakirlik görmesin, imanlarını kurtarmadıkça ölmesin.”
Sultan, Hüdâi Hazretleri’ne intisabı olmasa niye böyle bir müjde talep etsin?
“Gerçekten de Sultan Ahmed Han ertesi gün ahrete irtihal etti. Cenazesinin yıkanması hocası Aziz Mahmud Hüdâi’ye (k.s) teklif edilse de: ‘Sultanı çok severdim. Şimdi dayanamam, ihtiyarlığım sebebiyle beni mazur görün.’ buyurmuşlardı. Ve cenazenin yıkanması için ihvanından Şaban Dede’yi göndermişti.”
Sultan, atası Ulu Hakan cennet mekân Sultan Yavuz Selim Han gibi son derece sade giyinirdi. Çanakkale, Bursa ve Edirne’de sık sık halkın arasına karışırdı. Çerkez kamçıları işlemekte pek mahir idi. Şiirlerinde, tahta çıktığı yılın ebced hesabıyla ‘Bahtî’ ve ‘Ahmed’ mahlaslarını kullanırdı.
‘Yoğ iken var eden bu Ahmed’i sultan eden sensin!
Habîb’in hürmetine asker-i İslam’a nusret ver!’
– Bahtî
Sultan Ahmed Han-ı Evvel bin Mehmed Han el-Muzaffer Daima, kıyamet sabahına kadar nuru sönmeyecek olan din-i İslam’a sımsıkı bağlıydı, ibadetlerinde kusur etmezdi. Mekke ve Medine’ye birçok hizmetler yaptı. Kâbe örtüsünü İstanbul’da dokuttu, hususi atölyelerde Kâbe için altınoluklar temin etti, zemzem kuyusuna demir bir kafes yaparak Müslümanların kuyunun içine düşmesine engellemek istedi. Sultan, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e büyük bir muhabbet duyardı. Kadem-i nakşini hürmet ve edep ile alıp bir müddet bekledikten sonra başının üzerine koymuş ve şu beyitleri söylemişti:
‘N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim,
Kadem-i nakşını ol Hazret-i Şâh-ı Rusulün,
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir.
Ahmedâ! Durma yüz sür kademine ol gülün’
Bu şiir hakkında bir diğer rivayet ise, Kayıtbay türbesinde yer alan nakş-i kademi alıp, Sultanahmed Camii’ne yerleştirmek istediğidir. Bu naklin gerçekleştiği gecede Sultan, rüyasında Efendiler Efendisi’ni (s.a.v) görür: ‘Bütün padişahların toplandığı yüce divan kurulmuş, Hz. Peygamber (s.a.v) kadılık yapmaktadır. Kayıtbay, türbesinin ziyaret edilmesine vesile olan ‘Nakş-ı Şerif’ resmini kendi camiine nakleden Sultan Ahmed’den davacıdır. Peygamber (s.a.v) kadı sıfatıyla hükmünü vermiş ve emanetin iadesini buyurmuştur.’ Bu rüya üzerene Hüdâi (k.s) rüyanın açık olduğunu ve emanetin iade edilmesini söylemiştir ve kadem-i şerif yerine ulaştırılmıştır. Ahmed Han da yukarıdaki beyiti, bu meselden sonra söylemiştir. Bundan sonra, kadem-i nakşı sorguç yaptırmış ve ölünceye kadar başının üzerinde taşımıştır.
Sultan, Mescid-i Nebevi’ye gümüş bir levha hediye etmişti. Bu levhanın üzerinde Azhab Sûresi 45-57. ayet-i celileler yer almıştır ve devamında ‘Ey Rahman olan Allah. Şu keremli Nebî’nin makamı hürmetine, yüce Nebî’nin şeriatının ahkâmına boyun eğen şu kulunu bağışla. Sultan Osman oğlu, Sultan Orhan oğlu Sultan Murad oğlu, Sultan Beyazıd oğlu, Sultan Mehmed oğlu, Sultan Murad oğlu, Sultan Selim oğlu, Sultan Süleyman oğlu, Sultan Selim oğlu, Sultan Murad oğlu, Sultan Mehmed oğlu Sultan Ahmed, Allah onu tam muzaffer kılsın. Ona gerçek fetih nasib etsin. Sultan Ahmed samimi bir muabbetle bunu hediye etmiştir.’ buyrulmuştur.
Sultan Ahmed zamanında hücre-i saadette de tamirat yapılmıştır. Oradaki kitabede şöyle buyrulmaktadır: ‘Ya Allah, bu iki şerefli haremi yenileyeni destekle, onu davetini başarılı kıl. Karaların, denizlerin hükümdarı, Haremeyn-i Şerifeyn’in hizmetkârı, Sultan oğlu Gazi Mehmed Han oğlu Gazi Ahmed Han, Allah onun mülkünü devamlı kılsın.’
Sultan Ahmed-i Evvel, himmetleriyle inşâ edilen Sultanahmed Camii’nin haziresinde bulunan türbede medfundur. Allah, geçmiş günahlarını bağışlasın, Ümmet-i Muhammed’e yapmış olduğu hizmetlerden dolayı rahmetiyle muamele eylesin.”
‘Amin!’ dedikten sonra karanlığın, şehrin üzerine düşmüş olduğunu fark ediyorum. Zaten kütüphaneden sorumlu hanımefendi de “Kütüphanenin kapanması gerekiyor, lütfen! Kitapları yerlerine koyalım.” diye sesleniyor. Yerimden kalkıyorum, kitapları yerine koyduktan sonra, Gülhane Parkı’nın hemen yanındaki istasyona doğru yöneliyorum.
Sultan Ahmed-i Evvel’in maddi ve manevi sultanlığa mazhar olması, büyük veli Hüdâi (k.s) ile olan muhabbeti ve ümmete yapmış olduğu hizmetler kıskanılmayacak gibi değil.