Fettah, “Kapalı olan bir şeyi açmak, birine yardım edip onu zafere ulaştırmak” gibi anlamlara gelen “Feth” kökünden meydana gelmiştir. El-Fettah ise “Kullarına rahmet ve rızık kapıları açan, onların her türlü güçlük ve sıkıntılarını kolaylaştıran” anlamına gelmektedir. Aynı zamanda bu isim, fetih kelimesiyle birlikte bir terim haline gelmiştir. Fakat Kur’an-ı Kerim’in fethe bakışı, genel olarak manevi penceredendir.
İmam Gazâlî Hazretleri de fethin hem maddi hem de manevi yönü bulunduğuna işaret ederek, maddi fetih için Fetih Suresi’ndeki “Biz, (Hudeybiye anlaşmasıyla) sana gerçekten bir fetih yolunu açtık.” âyet-i kerîmesini; manevi fetih için ise Fatır Suresi’ndeki “Allah’ın insanlara açacağı rahmeti durduracak yoktur.” âyet-i kerîmesini misal gösterir.
O halde bizler de fethi, maddi ve manevi olarak ikiye ayırabiliriz. Maddi fetih, bir işsizin iş bulması, borçlunun borcunu ödeyecek imkâna kavuşması, bir ilim talebesinin zor bir meseleyi kavraması, bir bölgenin işgalden kurtarılması, bir savaşın zafer ile sonuçlanması gibi durumları içerir. Manevi fetih ise kalplerden gaflet perdesinin kaldırılması, o kalplerin iman ve hidayete açılması ve bu doğrultuda insanların gözlerinin, gönüllerinin, vicdanlarının, iradelerinin fetholunması demektir.
Fettah ismini gerçekten anlamak için Fetih Suresi’nin tefsirini bilmek ve bu dönemin tarihsel arka planını anlamak önemlidir. Çünkü bu sure içerisinde anlatılan Hudeybiye Anlaşması’nın ayrıntıları Kur’an-ı Kerim’in hem maddi fethe, hem manevi fethe, hem de Fettah olan Rabb’e bakışını her pencereden ele alır. O halde, bu meseleye kısa da olsa biraz değinelim ve daha fazlasını öğrenmek için ilk fırsatta Fetih Suresi’nin tefsirini inceleyelim.
Allah Rasûlü’nün hicretinin üzerinden mücadeleler ve savaşlarla dolu altı yıl geçmişti. Hem muhacirler, hem de ensar, Kâbe’yi ziyaret özlemiyle yanıp tutuşuyorlardı. Allah’ın elçisi, bu yılın Zilkade ayının başında, bütün ashabın özlemlerine ve beklentilerine cevap anlamı taşıyan bir rüya gördü. Rüyasında ashabı ile birlikte güvenlik içinde Kâbe’yi ziyaret ediyordu. Rasûlullah’ın ashaba anlattığı rüya, hızla bir muştu gibi yayıldı Medine’ye. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu genel coşku üzerine, Kâbe’yi ziyaret etmek isteyenlerin hazırlanmasını emretti. Niyetinin barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka savaş silahı almamışlardı.Yanlarında Mekke’de kurban edilmek üzere yetmiş deve bulunuyordu ve bunlar kurbanlık olduğu belli olacak biçimde nişanlanmıştı. Yani amaç kesinlikle maddi bir fetih değildi ve Efendimiz bunu belli etmek için her türlü önlemi almıştı. Fakat Mekkeli müşrikler bu durumu haber alınca hemen müslümanların üzerine Halid bin Velid komutasında ikiyüz atlıdan oluşan bir birlik gönderdiler. Bu sırada Peygamber Efendimiz, Mekke müşriklerinin görüşünü öğrenmek için Hz. Osman’ı Mekke’ye gönderdi. Hz. Osman görüşmeler sonucunda Mekke’ye girmenin ve umre yapmanın mümkün olmadığını anladı. Yine de Efendimiz (s.a.v.), pes etmiyor her fırsatta elçi gönderiyor, niyetini net bir şekilde belli ediyor ve barış öneriyordu. En sonunda Allah Rasûlü’nün kararlılığı yüzünden müşrikler olası bir savaşı göze alamadılar ve anlaşmaya oturdular. Anlaşma şartları hazırlanırken müslümanlar aşırı derecede huzursuzdu. Hz. Peygamber’in (s.a.v.), müslümanları zor durumda bırakan bu şartları hangi niyetle kabul ettiğini kimse anlayamıyordu. Hiç kimsenin basireti bu barış anlaşmasının getireceği büyük hayırları görebilecek kuvvette değildi. Kureyş müşrikleri, bunu kendi zaferleri zannediyorlardı. Müslümanlar ise, niçin biz altta kalarak bu küçük düşürücü şartları kabul edelim, diyerek hoşnutsuzluklarını dile getiriyorlardı. Hz. Ömer bile “Müslüman oluşumdan bu yana, gönlümde hiçbir zaman şüphe ve tereddüt meydana gelmedi, bu olayda ben de bu duygudan kurtulamadım.” diyordu. Bu iç huzursuzluklarından dolayı Hz. Ebu Bekir’e gitti ve “Peygamber Allah’ın elçisi değil midir? Biz müslüman değil miyiz? Şu karşımızdaki insanlar müşrik değiller midir? Buna rağmen biz dinimiz uğruna bu zilleti niçin kabul ediyoruz?” diye sordu. O da cevap olarak “Ey Ömer! O Allah’ın peygamberidir ve Allah onu asla mahzun ve mağlup etmeyecektir.” dedi. Fakat Hz. Ömer kendine hakim olamadı ve Hz. Peygamber’e (s.a.v) bizzat giderek bu soruları tekrarladı. Hz. Peygamber de Hz. Ebu Bekir’in verdiği cevabı verdi. Daha sonra Hz. Ömer bu endişelerinden ötürü çok pişman oldu ve Fettah olan Rabbine sığınıp O’nun açacağı yola teslim olmayı seçti.
Sonuçta anlaşma yapıldı ve anlaşma şartlarına uygun bir şekilde müslümanlar o yıl umre yapamadan evlerine geri dönmek zorunda kaldılar. Dönüş yolunda Fetih Suresi nazil oldu ve müslümanlara, yenilgi zannettikleri bu barışın gerçekte büyük bir maddi fetih olduğu bildirildi. Aynı zamanda, gönlü kırık olsa da Rabbine sığınmış bu müminler için Fetih Suresi’nin sonunda güzel müjdeler vardı: “Allah şu müminlerden râzı olmuştur ki onlar, ağacın altında sana bey’at ediyorlardı. Allah onların gönüllerindekini bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi.” Eğer bu insanların Allah, peygamberi ve dini konusundaki samimiyetleri biraz az olsaydı, bu son derece tehlikeli durumda Hz. Peygamber’i (s.a.v.) tek başına bırakırlar ve İslam mücadelesi de artık ebedi olarak sona ermiş olurdu. İçlerindeki iman ve ihlaslarından başka hiçbir güç onları bu biata mecbur edemezdi. Onların böyle bir durumda Allah’ın dini uğruna ölmeye ve öldürmeye hazır ve amade olmaları imanlarında ne derece sağlam ve halis olduklarına, Allah Rasûlü’ne vefada en üst dereceye ulaşmış olduklarına açık bir delildir.
Allah, müminleri bununla imtihan etmişti ve müminler bu sınavı başarıyla vermişlerdi. Çünkü az önceki ayetlerde gördüğümüz gibi Allah onları koruyordu, eli onların elinin üstündeydi. Yine bununla ilgili olarak da 20. ayette “Sizden o insanların elini çekti, bu müminlere bir delil olsun” denmiştir. Yani: “Allah, Hudeybiye’de Kureyş kafirlerine sana el kaldırıp seninle savaşma cesaretini vermedi. Halbuki görünüşte onlar her bakımdan çok üstün durumda bulunuyorlardı. Ve savaşta kuvvet üstünlüğü bakımından da ilerideydiler.”
İşte Fettah olan Allah’ın, kullarının kalplerine verdiği rahmettir bu. Onlara iman ve teslimiyet yolunu açmasıdır. En büyük fetih budur, yürek fethidir bu. İslam’ın ve Kur’an-ı Kerim’in en sevdiği fetihtir yürek fethi. Unutmayın ki, İslam hiçbir zaman kılıçla yayılmayı savunan bir din olmadı. Kur’an-ı Kerim vardı Rasûlullah’ın elinde sadece. Tam burada aklıma İslam’ın kılıçla ve savaşla ve zorlayarak yayıldığı iddia eden Hristiyan ve Yahudilere, İngiliz tarihçi Karlayl’ın cevabı geliyor: “İslam eğer kılıçla yayıldıysa, sizin kılıcınız daha güçlü. Hadi yayabilirseniz siz de dininizi yaysanıza!” dediği geliyor.
Yazıyı daha fazla uzatmadan Kur’anî çerçeveyi de ele alalım. Bu isim Kur’an-ı Kerim’de tam 38 yerde kullanılıyor. Bunların sadece iki tanesi Allah’a nispet edilmiş. Biri tekil olarak Sebe Suresi’nde “Allah Fettah’tır, Alîm’dir.” ayeti, diğeri ise çoğul olarak Araf Suresi’nde geçen “Allah fatihlerin(açanların) en hayırlısıdır.” ayetidir. Geri kalan otuz altı ayette, bu isim farklı şekillerde karşımıza çıkıyor ve hepsi de manevi fetih anlamından bahsediyor.
Velhasıl-ı kelam, Fettah isminden bize düşen, Allah’ın (c.c) Fettah ismi ile lütfedeceğine inanmak, acele etmemek, hakkındaki ilâhî hükmün gerçekleşmesini sabırla beklemektir. Aynı zamanda inandığı ve beklediği lütfa ulaşmak için sebeplere yapışmaktır. Bu sebepler de: Sıkıntılı olanların yardımlarına koşmak, kendinden zayıf olanlara merhamet etmek, insanların gönüllerin İslâm’a açılması için gayret etmek ve onlara dünyalık işlerinde de yardımcı olmaktır. Umulur ki tüm bunlar karşısında Fettah olan Allah, kulunun her türlü yardımına koşan, önüne her türlü kapıyı açan ve sıkıntılarından her durumda kurtaran olacaktır.
O halde, Rabbim tüm güzel isimlerinin hakkı için hepimize merhamet etsin ve günahlarımıza rağmen bize bu ilmi anlamayı/anlatmayı nasip etsin.
Sadakallahulazim.