“İnsanları bilmiyorum.
Güvenli olduklarını düşündüğüm an sırtımdan vuruyorlar. Artık hiç kimseye inanmayacağımı düşündüğümde bir sıcak yürek gelip buluyor beni. Çoğu zaman kim oldukları belli değil… Çoğu zaman sandığımdan daha fazla yaşıyorlar bende.
Her zaman içlerindeyim; ama insanları bilemiyorum.”
Haftanın belli günlerini bekleyişlere bağladığınız oluyor mu? Güne gözlerinizi açarken hissettiğiniz o garip sevincin sebebi olacak bir beklemekten bahsediyorum. Biliyorum, sizin de var. Çünkü insan beklemektir bir bakıma. Bir insanı, bir haberi, yeni çıkacak bir filmi… Bir şeyi bekliyorsun ya, bu devamlı uyanık kalmayı sağlayan bir şeymiş gibi, o içte daimi olan umut tohumunu büyütüp büyütüp günü geldiğinde filizlenişini izlemekmiş gibi gelirdi bana. Nisyandan malul insanı isyana sürükleyecek kadar beklemek de var, hemen bir saat sonrasını beklemek de. Sonunu göremeyeceğin bekleyişler de var, sonu çoktan belli olduğu hâlde beklemek de. Nasıl olursa olsun insana yaşadığını hissettiren bir şey var beklemeklerde.
Günlerden perşembe, beklemeye başladığım ikinci gün, ilki ise çoğumuzun sevmediği benim de sevmek için zorla nedenler bulduğum gün olan pazartesi. Bu iki günde şartlar ne olursa olsun yapmaya çalıştığım bir şey var: Gün içinde Gökhan Özcan’ın tazecik köşe yazısını okumak. Şartlar müsaitse uyanır uyanmaz, yok okula geç kalınmışsa tüm gün akılda dolandırıp fırsat bulunan ilk vakitte.
Herkesin okurken içinde bir yerleri kurcalayan, tam da kabuk tutmuşken yarasına parmak basan, derdinden anlayan ya da dert sahibi yapan bir yazarı vardır. O yazarken hikayedeki kahraman siz oluverirsiniz, üslubundaki akıcılık siz, fikirlerindeki incelik siz. Sanki kelimeler karşınızdakinin aklının kıvrımlarından sizin için kağıda dökülmüştür de siz aynaya bakarmışcasına okursunuz onları. İşte benim için ve biliyorum ki birçokları için bu kişi Gökhan Özcan. Bir arkadaşım “Bir vakit gelir, kitaplıktan gözümüze kestirdiğimiz bir kitabı seçeriz hani, rastgele bir sayfayı açarız. Gözümüze ilişen o ilk cümle hâlimizi anlatır da yüzümüzün kıyısında şaşkınlıkla karışık bir gülümseme belirir ya, yazılarını okurken böyle hissediyorum.” demişti Gökhan Özcan hakkında konuşurken. İşte aynen öyle.
Her geçen gün karşımızdakini anlamakta zorlandığımız bu garip dünyada, onca anlayışsız, onca zorba, onca tahammülsüz insanın içinde, iki kelimesiyle yüreğe dokunabilecek insanlar var bir de. O anlatır ,anlatır, anlatır da siz hayranlıkla dinlersiniz. Sizi size anlatışı mı hoşunuza gider, o harika üslubu mu, çözemezsiniz. Ama dinlersiniz, anlarsınız, o sizi anlamıştır çünkü. Nasıl oluyor da her seferinde bunu başarıyor bilmiyorum, ama Gökhan Özcan onu okuyanların hâllerinden haberdar derseniz inanırım.
“Yan yanayız.
Yalnız.
Ve dünyanın ortasında…
Kalabalıktan örülmüş bir dairedeyiz
El yordamımız, kıpırdayan her şeyi çeperlerinden tanımakla dolduruyor vaktini.
Körlüğü tutkulu bir gayretle bütün vadilere yayıyoruz.
Bütün mütenâ serinlikleri tek tek kaybediyoruz.
Bu fâsit yürüyüşü engellemeye ne niyetimiz yetiyor, ne de gücümüz
Tutsağız; kendi dipsiz kuyularımızda debeleniyoruz.”
Beklemek yeni bir şey bulmaya ittiğinde beni, yine aynı minvalde ama tek solukta okuyup bitirilen köşe yazılarından farklı, daha uzun soluklu bir şeyler aramaya başlamıştım da Ruh Yordamı’nı bulmuştum o zaman. Tabii ki pazartesi-perşembe rutinlerini bozmayacak, ama en azından birkaç günlüğüne beklemeyi unutturacaktı. Ruh Yordamı, yazarın geçmişteki köşe yazılarından oluşuyor, yani üslup değişmeyecek. Bu güzel bir şey. Benim merak ettiğim ise “Güncel yazılarında yakalanan hissin aynısını bu kitabı okuyunca da hissedebilecek miyim?” sorusunun cevabıydı. Yani ben onu okumuyorken de cümlelerinin içinde ben var mıydım, biz var mıydık?
“Yan yanayız
Alabildiğine cesur
Ve kırılganız
Aslında hepimiz birbirimize benziyoruz
Ve aslında hiçbirimiz benzemiyoruz birbirimize
Aynı dili konuşuyor ama aynı cümlelerde buluşamıyoruz
Bedenlerimiz birbirine benziyor,gölgelerimiz benzemiyor
Bizi birbirimize benzeten şeyler bizi birbirimizden ayırıyor
Yan yanayız
Herkesiz ve hiç kimseyiz
Hiç kimse ve herkes
Su üstündeki yazılar kadar ömürlü bizim hayatlarımız”
İşte buradayız, satırların arasından göz kırpıyoruz, hepimiz buradayız işte. O insanları bilemiyorum dedikçe, bir insan silueti çiziyor yazıları. İnsanı bilemiyorum demesi bile insana kendini bildiriyor. Ümit kuşlarını ürkütmekten sakındığımızı da biliyor, içimizin sesinin içimize işlemediğini de. Sükutun ikrarlığıyla yaftalandığımızı da biliyor, kendimize dokunmayacak yılanlar beslediğimizi de. O oradaydı, bizi bize anlatmakla meşguldü işte.
“Doğduğumuzda milyonlarca dakika veriliyor elimize.
Yaşadıkça kayganlaşan milyonlarca dakika ile baş başa kalıyoruz.
Dakikalar eksildikçe biz biraz daha çaresizleşiyoruz.
Ne kadar ayak diresek bu çılgın yokuşu durduramıyoruz.
Korkuyoruz.
Ve yan yanayız.
Şimdi..
Ve hiçbir zaman..”
Kitabın sonuna doğru yüzdeki o gülümseme hafif düşüyor. Kitapların son sayfalarının burukluğunu bilirsiniz, hafif gurur ve hafif hüzünle karışık o güzelim sayfalar. Sonra bir dua karşılıyor sizi, son söz mahiyetinde bir dua. Her şey biter, gel o hüznü umuda çevirelim duası. İşte son dakikada bir kere daha şaşırmış oluyorsunuz, o gülümseme yerine dönüyor hemen o anda. Biz de yazının son sözünü o duaya “Âmin!” diyerek yapalım isterim, hüzünleri umuda çevirecek tüm dualar adına.
“Allah’ım günleri bir rahmet yorganı gibi üstümüze sar ve içimizi ısıt yarabbi.
Allah’ım zamanı bizi kirlerimizden arındıran bir nehir gibi içimizden akıt yarabbi.
Allah’ım nurunla süsleyip bezediğin aydınlık akşamları, ateşi sönmeyen kandiller gibi kararan gökyüzümüze as yarabbi.
Allah’ım sıkıntılarla ağırlaşan uzun gecelerimizi hafiflet ve tünelin ucunda ışıyan güneş gibi ferah sabahlara bağla yarabbi.
Allah’ım sadece idrakine varmanın niyetiyle kuşanabildiğimiz bu meşakkatli günler hürmetine bizi çoğalt, fazlalaştır ve kalıbımıza doldur yarabbi.
Allah’ım unuttuklarımızı hatırlat, kaybettiklerimizi buldur, uzaklaştıklarımızı yakınlaştır ve yanlışlarımızı doğrulaştır yarabbi.
Allah’ım bizi hırsın köpüren denizinde dalgalara tutulmuş bir sandal gibi yalnız ve dirençsiz bırakma yarabbi.
…
Allah’ım havaya savrulan kuru bir yaprak gibi titreyen biçare kullarının ellerini bırakma yarabbi.
Allah’ım gönüllerimizi işgal eden buz dağlarını erit, hayatın renklerinden bir gök kuşağı iklimi ile donat gönüllerimizi yarabbi.
Allah’ım umarsız bekleyişlere sıkıntı duvarları ören yalnız kullarına, bir kardelen heyecanıyla filizlenen umutlar ver yarabbi.
Allah’ım sabır kalelerimizi sağlamlaştır, dünyanın oklarından bunalan göğüslerimizi tevekkül zırhıyla zırhlandır yarabbi.
Allah’ım bir masal kuşu gibi Kafdağı’nın ardına gizlenen adaleti dallarımıza kondur ,düşüncelerimizde yuvalandır yarabbi.
Allah’ım yoksulları yoksulluklarıyla, zenginleri zenginlikleriyle güzelleştir, fazileti aramızda üleştir yarabbi.
Allah’ım dert çöllerinin susamış yolcularına deva, hastalıklarla kuraklaşan yağmur duacılarına şifa ulaştır yarabbi.
Allah’ım, kendisiyle ve başkalarıyla konuşurken samimi, sözlerinde kavi, suskunluklarında münzevi ve adımlarında müttaki olmanın kararlılığını bağışla bilincimize yarabbi.
Allah’ım bakışımıza bir başkasının bakışı, kulağımıza bir başkasının kulağı ve sesimize bir başkasının sesi olabilme maharetini kazandır yarabbi.
Allah’ım kapıldığımız akıntıların pisliğini,koştuğumuz hedeflerin faniliğini ve kuşandığımız silahların biganeliğini âşikâr kıl yarabbi.
…
Allah’ım yönsüz kaldığımızda yönümüzü, yolsuz kaldığımızda yolumuzu göster yarabbi.
Allah’ım bilemeyeceğimiz bilmeceleri sorma, taşıyamayacağımız bilgileri yükleme ve açamayacağımız kapıları açtırma yarabbi.
Allah’ım yaşayışımızı bir dua cümlesini dizer gibi kurmamıza yardım et yarabbi.
Allah’ım ümit kesilmeyecek merhametinle bizi, hayatımızı, dünyamızı temizle yarabbi.”