Şehrin kendisi kadar küçük otobüs terminalinden kalkıp il sınırına doğru yola çıkan kamyon, frenleri pek iyi olmadığı için beni gideceğim köye doğru sapan yolun biraz ötesinde bıraktı. Kamyon ile geldiğim istikamete doğru birkaç dakika yürüdükten sonra bayır aşağı uzanan yolun sonunda, kimi bacasında duman tüten fakat buradan hayli silik gözüken evlere baktım.
Güneş ara ara sıcak yüzünü gösterdiği için, yağan kara rağmen ortalık henüz pek soğuk değildi. Yolculuk, bilhassa kamyon içerisinde geçirdiğim iki saatlik yolculuk beni yorgun düşürmüştü. Soluklanmak istiyordum, kamyona binerken boğazıma doladığım atkıyı biraz gevşettim ve sırtımda taşıdığım çantamı ayağımın dibine bıraktım.
Gideceğim köyü kamyon içerisinde tanıştığım, her halinden çoban olduğu belli olan, üzeri tezek kokan genç göstermişti. Yarım saate yakın, olduğum yerde durduktan ve kendimi biraz toparladıktan sonra çantamı tekrar sırtıma alarak bayır aşağı doğru yürümeye başladım. Yürüdükçe üzerindeki sis tabakası dağılan köy, kerpiçten evleri, henüz karın kapatamadığı çamurdan yolları ve girişinde bir çeşmesiyle gözümde belirginleşiyordu.
Hayatımda ancak şehir seyahatlerinde rast geldiğim köylü insanlarla ömrümün kim bilir ne kadarlık bir süresini bu kerpiç yığını evler içerisinde beraberce geçirecektim. Yabancı bir yere ilk defa adım atan insanın göğsünde beliren belli belirsiz duygu şimdi göğsümde daha da yoğunlaşıyordu.
Hava kararmaya yüz tutmuştu. Köyün girişindeki çeşmeye varınca karanlık, ağırlığını köyün üzerine koymuştu. Ortalıkta henüz sokak lambasını andıran bir ışık yoktu. Fakat çeşmenin sol tarafında ve köyün biraz dışarısında kalan elektrik direğinden köye doğru uzanan kablolar vardı. Çeşmeyi geçtikten sonra önümde karşılıklı dizilmiş evler, birkaç at arabası, bir evin bahçesinden bana doğru ters bir bakış atan bir köpek, tezek ve gübre kokusu eşliğinde karın ve çamurun birbirleriyle amansız bir mücadeleye giriştiği bir yol uzanıyordu. Yolda ilerlemeye başladıkça köpeğin ağzından beni korkutan sürekli bir ses çıktı. Köpeğin havladığı çitlerle çevrili bahçenin önünden koşarak geçtim. Evlerin pek azında ışığı andıran bir aydınlık vardı.
Yolun sonunda, gaz lambalarıyla aydınlandığını düşündüğüm ve kahvehane olarak kullanıldığını içerisindeki ihtiyarlardan ve masa üzerindeki çay bardaklarından anladığım tek katlı bir dükkan karşılıyordu beni. Kahvehanenin içerisinde bana pek de hoşuma gitmeyen bir göz hareketiyle bakan ihtiyarın önünden geçerek gözüme kestirdiğim, diğerlerine nazaran daha naif duran, yıpranmış muaf parçalarının üzerine eğilmiş ihtiyara doğru ilerledim. Yanına oturup ilgi ve alakasını benden tarafa aldıktan sonra kim olduğumu anlattım. Kulak misafirimiz olan diğer ihtiyarlardan biri yanıma doğru gelerek kendisinin muhtar olduğunu, benden önceki öğretmenin hakkın rahmetine kavuştuktan sonra okulun iki aydır kapalı olduğunu ve köylerine hoş gelmiş bulunduğumu söyledi.
***
Köye gelen öğretmenler için ayırdıkları tek katlı tahtadan eve yerleştikten ve köy ahalisine – ki köyün nüfusu öğrenebildiğim kadarıyla neredeyse yarısı orta yaşı geçkin altmış erkek ve altmış sekiz kadından oluşuyordu – kısa bir konuşma yaptıktan sonra yarın okulun açılacağını söyledim. Fakat bir sevinç çığlığı olmasa da birkaç tebessüm bekleyen ben, ahalinin üzerindeki bıkkınlık ifadesini gördükten sonra şaşırmıştım. Demek köylü olmak böyle bir şeydi. Neye sevineceğini veya neye üzüleceğini bilmemek, sürekli hayat karşısında kabuğunu koruma güdüsüyle davranmaktı.
Bu yüz yirmi sekiz kişiden oluşan köyden okul çağında ancak on iki çocuk vardı. Nitekim okula da yıpranmış kıyafetleri, kalemsiz ve deftersiz bir şekilde ancak altısı gelebilmişti. Öğrenci defterine baktığımda çocukların hiçbirinin fotoğrafının defterde olmaması beni hayli şaşırttı. Fotoğrafsız okula kayıt olabilmeleri pek mümkün değildi. Çünkü kayıt işlemleri için istenen evraklar içerisinde, biri öğretmenin elindeki öğrenci not defterine yapıştırılmak üzere dört adet fotoğraf zorunlu idi. Defterde öğrencilerin isimleri vardı fakat fotoğrafları yoktu.
Köye yerleşmemin ve okulu tekrar hizmete açmamın üzerinden yaklaşık iki hafta geçmişti. Kar köyün üzerini tamamen beyaz bir çarşafla örtmüştü. Hava ekseriya oldukça soğuktu. Üşümemek için ikişer üçer kıyafetleri üzerime giyiniyordum. Kaldığım evde yakacak malzeme sıkıntı değildi. Köylü kendi yakacağı odunlardan getiriyordu fakat odunun yanacağı soba tam bir mesele idi. Genellikle yanmıyordu. Belki benim eksikliğimden idi fakat cesaret edip de köylüden birine mesela muhtara bunu söyleyemiyordum. Bu yüzden neredeyse geldim geleli duş almamıştım ve evde iki kat üzerime aldığım yorganın altından çıkmıyordum.
Bir vakit kardeşimden gelen mektubu almak ve maarif müdürlüğünden köy hakkında biraz daha detaylı bilgi almak için şehre gittim. Özellikle fotoğraf konusunu merak ediyordum. Şehrin hareketli yaşantısına alışmış olan biri için köyün durgun hayatına nispetle uçan sineğin neden uçtuğu bile araştırılması gereken bir mesele oluyordu. Bu yüzden biraz bu konuya takıntılı davranıyordum. Fakat okulda öğrencileri gücendiririm diye hiçbirine bu konu hakkında bir sual sormadım.
Maarif müdürünün köy ve bilhassa fotoğraf konusu hakkında bilgi almak için yanına çıktığımda bana biraz kızgınlıkla davranmıştı. Fakat kızgınlığını gizlemeye çalışıyordu, oysa gizlemeye çalıştıkça belli ettiğinin farkında değildi. Bu davranışı bende merak ve hayret uyandırdı. Gözlerime kısa bir süre baktıktan sonra masasının üzerine eğilerek: “Köy hakkında, gidip gördüğünüz ve anladığınızın dışında bir bilgi yoktur. Biraz hayvancılık ve biraz da tarla işleri ile uğraşırlar. Pek fakir olduklarını zaten görmüşsündür.” dedi. “Evet, biliyorum. Fakat öğrencilerin fotoğrafları not defterinde yoktu. Bunun sebebini merak ediyorum.” diyerek benim de anlamadığım şekilde sesim biraz sert çıkmıştı.
Sesimin sert tonu karşısında şaşıran müdür, mevkiinin üstünlüğünü hatırlatmak istercesine alaycı bir gülüş attıktan sonra ellerini birbirine geçirerek: “Bulunduğun köyde kışları pek çetindir. Hali hazırda zaten bunu tecrübe etmiş olmalısın. Fakat buraya gelebildiğine göre henüz yollar kapanmamış. Yollar kardan dolayı kapanınca Anadolu’nun herhangi bir vilayetinde bulunan köyler gibi ulaşımı ancak ilkel yollarla yapılır hale gelir. Yani ancak at ile. Bundan iki sene evvel okul köyün biraz dışarısındaydı. Çocuklar ancak at üstünde okula gelebiliyorlardı. Çünkü köy bilhassa kışın haritada bulunması pek mümkün olmayan bir belde haline gelir ve kaderi ile baş başa kalır. Kendi ürettiği ile yetinmek zorunda kalan köylünün cebine kışın para girmez. Çocuklarını okutmak isteyen aileler bile sırf fotoğraf parası yüzünden çocuklarını okula göndermezlerdi. Bizde mecbur olarak öğrencilerden fotoğraf istemiyoruz.” dedi. Koltuğuna yaslanarak devam etti: “Okulu senden önceki öğretmenin ve köyden bir kaç kimsenin gayretiyle köye biraz daha yakınlaştırdık fakat bu köylünün cebine para koymuyordu neticede. Tabii sadece bu bir etken değildir. İki sene evvel okul yolunda donmuş halde ölü bulunan çocuğun etkisi de vardır.”
Şaşkınlığım artmıştı. Maarif müdürünün söylediği son cümle beni biraz sersemletti. “Okul yolunda donmuş halde ölü bulunan çocuk mu dediniz?” diye sordum. Maarif müdürü benden sıkıldığını belli ederek “Köylüden bu olay hakkında daha fazla izahat alırsın.” diyerek beni başından savdı.
***
Köye sapan yokuşun başına vardığımda karanlık iyiden iyiye kendisini çevrenin üzerine sermişti. Muhtarın tavsiyesi üzerine küçük çantamın iç gözünde taşıdığım feneri çıkardım. Maarif müdürü haklıydı. Kar kalınlığı biraz daha artacak olursa buralarda insanın yürümesi de pek mümkün olmayacaktı. Bu şartlar altında taşıt yoluna bağlanan bu yokuşu bir hayvan dahi çıkamazdı.
Evin kapısından içeri süzüldüğümde dışarıda birden sert esmeye başlayan rüzgârın hışmından kurtulabildiğim için memnundum. Hava oldukça soğuktu. Üç kat giyinmek de pek fayda etmiyordu. Tüm teferruatıyla ilk defa o gece bu köyde ömrümü nasıl geçireceğimi düşündüm. Zor olacaktı şüphesiz, hele benim gibi bu şartlara yabancı biri için olması gerektiğinden daha zor olacaktı. Çift kat yapıp üzerime aldığım yorganın içerisine girdiğimde aklımda soğuktan donarak ölen çocuk vardı. Soğuktan ölmek, donarak… Allah’ım ne güç! Çocuk hakkında daha fazla izahatı köylüden alabileceğimi söylemişti maarif müdürü. Yarın ilk işim okulu açmadan muhtarın yanında soluğu almak olacaktı.
Aralıklarla uyandığım uykumda sürekli önüme şekli belirsiz bir vücut geliyor ve karlar içerisinde bir görünüp kayboluyordu. Sabahı bu anlaşılmaz hayaller içerisinde karşıladım. Sabah aydınlığı çevreyi sarınca hatırıma dün postaneden aldığım, kardeşimin gönderdiği mektup geldi. Yorganın içerisindeki loş sıcaklığı bırakıp ayaklarımı soğuk tabana dokunduracak olmak pek güç geldi. Fakat artık uyuyamayacağımı biliyordum. Güç bela yataktan kalktıktan sonra yanımda taşıdığım küçük çantanın ön gözünde duran mektubu aldım. Hızla tekrar yatağa, yorganın içerisine geri döndüm. Mektubu zarfından çıkardıktan sonra okumaya başladım:
“Sevgili abi,
Sen oraya vardıktan iki hafta sonra bu mektubu göndereceğimi vaat etmiştim. İşte sana bu vaadimi gerçekleştiriyorum. Umarım iyisindir. Öğrendim ki bulunduğun beldeyle kışları irtibata geçmek pek mümkün değilmiş. Merak içerisindeyim. Acaba nasılsın, acaba mektubumu okuyacak mısın?
Buralarda hava soğuk. Kış geldi artık. Biliyor musun, uzun zaman sonra buraya yeri kaplayacak kadar kar yağıyor. Bu heyecanla dışarı çıkıp karlar içerisinde oynamaya başlamıştım fakat komşulardan biri bana bağırarak yaptığımın yanlış olduğunu söyledi. Henüz doğum yapmış birinin kendisini çok fazla hareket ettirmesi pek sağlıklı değilmiş. Fakat doktor bana bunu söylemedi. Evet, sana hemen müjdeler olsun ile haberi vermiyorum, dayı oldun. Keşke bir hafta daha erteleyebilseydin gidişini, senin yanımda olmanı canı gönülden istiyordum. Her neyse sana mektubun içerisinde yeğeninin birkaç tane fotoğrafını gönderiyorum. Uyurken, uyanıkken, ağlarken, gülerken, her anını ama her anını ölümsüzleştirmeye çalışıyoruz. Bilsen ne kadar heyecanlıyım. Sen de heyecanlandın değil mi?
Eğer mektubum eline geçerse lütfen sen de bana yaz. Beni habersiz bırakma.”
Alelade yorganın üzerinde bir yere attığım zarfı aradım. Zarfın içerisinde el kadar bir bebeğin dört adet fotoğrafı vardı. Bu benim yeğenimdi. Zor günlerimde bana bir teselli gibi bu fotoğraflar. Memnundum. İlk fırsatta bende bir mektup atmalıyım. Gözlerim yatağımın hemen yanı başındaki pencereye ilişti. Kar kaplı bu köyden acaba bir daha ne zaman şehre gidebilecektim.
Faruk Akhan
devam edecek…