#4 – Sakin Gün (Beraber)
Neogotik tasarımıyla her zaman favori camilerinden biri olan Aksaray’daki Pertevniyal Valide Sultan’da cuma namazını kıldıktan sonra Sultan’a selam verip ayrılan Vali, araçların geçmesini umursamadan dört yolun ortasındaki yeşil alana uzandı. Gelip geçenlerin, araçlarının içinden bakanların, korna çalanların garip bakışları arasında bulutları izlemeye koyuldu. Zaman onun için durmuş gibiydi. Arabaların seslerini duymamak için zihninde inşa ettiği saraya girmeden bir kaç saniye kadar önce, etrafında dönen kırmızı otobüslerin birinde ruh eşinin olup olmayacağını düşündükten sonra kararın kesinliğini belli eder şekilde sarayın kapılarını herkese kapattı. Aksaray esnafı bu garip çocuğu sima olarak tanırdı. O yüzden ihbara gelen lacivert üniformalı, pos bıyıklı memurlar önemli bir şey olmadığının farkında varınca rahat bir nefes aldılar. Uykuya dalan genci uyandırmak için seslenirken yaptıkları “Uyan delikanlı, atı alan Üsküdar’ı geçti.” esprisine attıkları kahkahaya uyanan genç gülümseyerek adamlara baktı. Hiçbir şey söylemeden iki adama sarılan Vali, adamların şaşkınlıklarını atmasına izin vermeden karşıdan karşıya geçmek için yolu dolanan sarı renkli bir Vosvos’u eliyle durdurdu. Tekrar başlayan korna curcunasının keyfini kaçırmasına izin vermeden, camiye uzaktan bakıp, eliyle bir öpücük gönderdi. Camiyi arkasına alıp yürüdüğüne göre arkadaşlarıyla buluşacaktı. Sultanahmet’e doğru yürürken etrafta çoğalan turistlerin gülümsemelerine karşılık veren Vali, her zaman böyle dalgalı ruh haliyle insanları şaşırtırdı. Çemberlitaş’a geldiği vakit yoldan sapıp sol taraftaki sahile inmek istese de şimdi yalnız kalmak için uygun bir vakit değildi.
İkindi ezanına az bir vakit kala, Ayasofya ile Sultanahmet Cami’nin bakışmalarına katıldı. Meydanda yürüyen güvercinleri kovalamaya çalışan küçük çocuğa bakıp içini dolduran saf mutluluk duygusu yüreğinden taşarken, Galib kadar burayı sevdiğini düşündü. Burayı sevdiğini en çok Galib belli ediyordu. Vali ise buraların, Yerebatan Sarnıcı’ndan meydanın arkasındaki otellerine ve sokaklarına kadar her karışını biliyordu. En son sabah namazı için Sultanahmet’le karşılaştıkları vakit, caminin kapısının kapalı olduğunu fark ettiğinde soğuktan donan yüzünü elleriyle ısıtmaya çalışmıştı. Namazını cami girişine serdiği kaşesinde kıldıktan sonra, avlusundaki kedilerle oynarken güneşin doğduğunu fark etmiş, kahvaltı yapmak için Eminönü’ne yürümüştü. Buraya geleli sadece birkaç yıl olmuştu. Okumak için gelmişti. Anadolu’da yaşayan ailesinden ayrı kalmak onu üzse de, aşk diye adlandırılan bir duygu varsa, onu İstanbul’a karşı yaşadığını hissediyordu.
Önünde yürüyen takkeli amcayı takip etmeye başladı. Adamın ayaklarındaki kara lastik ve yün patikler onda, çok sık hissetmediği memlekete sahip çıkma duygusunu aşikar etti. Patik, üst kısmı beyaz, alt kısmı ise siyah üzerine kırmızı desenler işlenmiş, muhtemelen eşinden yada rahmetli anasından çıkma el emeği göz nuru bir giyecekti. Acaba ne için gelmişti bu yabancı şehre diye düşünmeden edemedi. Namazı adamla yan yana kıldıktan sonra gülümseyerek “Allah kabul etsin amca!” deyip, caminin Dikilitaş’a bakan çıkışına ulaştı. Antik sembolleri seyre dalmış, insanların hatırlanma çabalarının beyhudeliğini düşünürken, gözlerini kapatan kişinin Galib olduğunu düşündü. “Bilemedin.” diye gülümseyerek kardeşine sarılan Nazım’a “Aslında bilmek istemedim.” diye takılan Vali, “Bu sefer geciktiği için biz haşlayalım.” diyince Nazım bu teklifi kabul etti. Galip iki arkadaşının görüş alanında belirince sanki başına gelecekleri tahmin etmiş gibi “Size de dua ettim.” diyince iki arkadaş göz göze gelip gülümsediler. “Gel buraya köftehor.” diyen Nazım’a sarıldı ilk, Galib. Üç dost Dikilitaş’ın etrafında bir tur attıktan sonra her zamanki ritüellerini gerçekleştirdiler. Koşmaya başladıkları vakit çevredekilerin meraklı bakışları arasında meydanın tozunu kaldırdılar. Tarihi Sultanahmet köftecisine kadar sürecek olan yarış başlamıştı. Saçları dalgalanan Galib uzun boyunun avantajı olan bacaklarını iyice açarak koşuyordu. Çeşmeye geldiği vakit arkasına baktığında defterdarlığın girişinin biraz ilerisinde olan iki arkadaşına gülerek hızını kesti. Diğer iki arkadaş ise kendi aralarında birbirlerine laf atarak koşuşturuyorlardı. En sona kalan Nazım bütün hesabı ödeyecekti.
Üç dostun en sevdiği şey, Sultanahmet Meydanı’nın masalsı havasını içlerine çekip dolaştıktan sonra Gülhane Parkı’na gitmekti. Çevrelerindeki insanlarla konuşamadıklarını günlerce biriktirirler, buluştukları vakit konudan konuya atlarlardı. Bu bereketli sohbetlerinde çay molası için durakları, genelde Sirkeci’nin ara sokaklarındaki kahvehane olurdu. Yaptıkları kaçak ve tomurcuk çay karışımı oldukça lezzetli ve ucuzdu. Aynı zamanda kahvehanenin sahibinin doğulu şivesiyle anlattığı hikayeler hayal aleminden çıkmış kadar büyülü ve bir o kadar da gerçekçi olunca burası onların gizli mekanlarından biri olmuştu. Karınlarının yeterince doymadığını hissettikleri vakitte Sirkeci’den Eminönü’ne geçerlerdi. Yenicami’ye doğru yaklaştıkları vakit Galib, yaşından ve gerçeklikten sıyrılır, beş yaşındaki bir çocuğa dönüşürdü. Közlenmiş mısır kokuları aklını çoğu zaman çelerdi. Namaz kıldıktan sonra mısırlarını alıp caminin merdivenlerine oturarak insanları izlerlerdi. Gecenin karanlığı çökmeden Galata Köprüsü’nden yürüyerek karşılarındaki eşsiz İstanbul manzarası eşliğinde Karaköy’e geçerlerdi.
Köprünün mavi demirlerinin gerisinde sağ tarafta bekleyen vapurlar yolcularını alıp siyah dumanlar öksürerek gidecekleri yere varırken, köprü üstünden geçen onlarca araç içinden en çok kırmızı renkli troleybüslerin manzaraya kattığı gerçekçiliği anlatırdı Vali. Troleybüslerin havadaki elektrikli tellerle çalışması, rahat olmayan tahta koltukları ve aniden kalkması eğlenceli gelirdi. İnsanları oradayken izlemek oldukça keyifliydi. Ona göre gerçeklik zeminine oturmuş bir hayal dünyasıydı bu köprü. Kollarını demirlere yaslayıp manzaraya karşı tüttüren, giyiminden iş adamı olduğu belli fötr şapkalı adam ile biraz ilerisinde ters taktığı kasketle ve boya kutusuyla müzik yapan adamı ve hatta yan taraflarından geçen at arabasını ayakta süren genci örnek gösterip bunun güzelliğini anlatırdı. Pürüzsüzmüş gibi duran toprak zemin ve arabalara ait olan asfalt, yüksekliği fazlaca olmasa bile yayalar ve araçlar için sınırları belirlerdi. Köprüde tuttukları balıkları tahta kasaların üzerinde satmaya çalışan gençler ve orta yaşlılar, onların turkuaz renkli leğenleri, sanki onları hiç görmemiş gibi yapan genç kızlar, alışverişten dönen ev hanımları ayrı bir hava katardı buraya. İstiklal’den çok Galata’daki insanların envaî çeşit oldukları konusunda hemfikirdiler. Karaköy’de de gizli bir mekanları vardı. Gece geç vakitlere kalmayacak şekilde muhabbetlerine çay eşliğinde devam eder, bazen çayın yerini kahveye bırakırlardı. Nargile ile, muhabbetlerini kimsenin duymayacağı şekilde dumanladıktan sonra biraz siyaset konuşmadan edemezlerdi. Ülkeyi kurtaramadan muhabbeti değiştirirler, edebi mevzulardan hemen sonra sohbet İslamiyet’e bağlanırdı. Sonrasında hayallerinden bahsedip muhabbeti orta yerinde bitirirlerdi genelde. Böylelikle bir sonraki buluşma için mekan ve saatte karar kılıp, muhabbeti başlatacak konuyu belirlemiş olurlardı.
Karaköy’de gizli tuttukları mekanları, alt katı bakkal olan bir apartmanın, birinci katındaki dairesini kafeye çeviren bir ev hanımı bayanın kendi işini yapma hevesiyle açtığı yerdi. Ev yemekleri, pastalar, çörekler, lezzetli Türk kahvesi ve bunlara rağmen henüz çok da popüler olmayışından, üç dost bu mekanı çabucak sahiplenmişti. Namazlarını rahatça kılabilmeleri için dinlenme odasını onlara açmasıyla gönüllerini fethetmişti Yasemin Ablaları. “Elimin Hamuru” isimli bu tatlı yer onlara beraber kalamadıkları evin tadını veriyordu bir bakıma. Tek başına yaşayan Vali’nin evinde geçirdikleri geceleri saymazlarsa tabii ki.
Aynı gün, gece çökerken bir anda soğuyan havayla birlikte şehre inen sis her tarafı esir almaya kararlıydı. Sarı sokak lambalarının aydınlattığı en fazla on metre içinde, dostların Arnavut kaldırımlarında yankılanan ayakkabı sesleri dışında bir ses yoktu. Sakince yolda ilerleyen bu gençler hayatlarında bir yerlerde bıraktıkları izleri düşünüyorlardı. Uzaktan gelen bir kedi ciyaklamasından sonra, sarı renkli sisin içinden bir karaltı üç dosta doğru hızla yaklaşmaya başladı. Birbirlerine yaklaşan gençler karşılarına çıkabilecek her türlü şeye karşı tetikte beklerken, iyice beliren karaltı yerini, üç gencin önünde nefeslenen, beyazlar içinde bir gelin adayına bıraktı. “Yardım edin, peşimdeler.” diyebildi, sesinin tonu başta olmak üzere her halinden yardıma muhtaç olduğu anlaşılan bu genç kız. Gözlerine çektiği rimeller ağlamaktan yanaklarına akmış, sol gözünde iki, sağ gözünde ise üç kalın çizgi oluşmasına sebep olmuştu. Gelinliğinin yere sürtünen kısımları topraktan ve yer yer çamurdan kirlenmişti. Birbirlerine bakan gençler vakit kaybetmeden gözleriyle anlaşmayı bitirmişti, başlarına geleceklerini bilmeden. Nazım’ın “Gel bizimle.” demesiyle Nazım ve kız önde, Galib’le Vali ise arkalarından seri adımlarla, zaman zaman da koşarak hızla sahile ulaşmış, Karaköy’den Kadıköy’e giden vapura binmişlerdi. İnsanların meraklı ve garip bakışları arasında tek kelime etmeyen bu üç genç ve gelinlikli kız, Kadıköy’de indikten sonra, otobüs ile Boğaz Köprüsü’nden geçip Şişli’ye varmışlardı. O günü masal gibi geçiren küçük bir çocuk, daha yeni yapılan köprüden geçecek olmanın heyecanından sabaha kadar uyumamıştı. Şimdi köprünün üstündeyken dikkat ettiği tek şey bu garip adamlardı. Yollarını uzatarak, peşlerinde birileri varsa izlerini kaybettireceklerini düşündükleri için böyle çetrefilli bir rota seçmişlerdi vapura binmeye karar verdikleri zaman. Şişli’de indikten sonra bir taksiye atladılar. Arabadaki tek konuşma Nazım’ın korku salan, ciddi ses tonuyla söylediği, itiraza ve sorguya yer bırakmayan “Arnavutköy’e gidiyoruz.” cümlesi oldu. Takip eden günler boyunca, yetmiş sekiz yılının İstanbul’unda, mahallelerde, sokak aralarında, kadınların günlerinde, kahvehanelerin dumanlı atmosferinde, geniş kafelerin kalabalık masalarında bu üç genç ve gelin konuşulacak, efsanelerin ardı arkası kesmeyecekti.
***
#5 – Karşılaşma – I
Her genç kızın hayali yakışıklı, bilgili ve zengin birisi ile evlenmektir. Sorun şu ki, bir insanın bütün özelliklere sahip olması mümkün değildir. Olsa bile her zaman olduğundan fazla çalışan insan beyni, hayalleri allayıp pullamakta, onları gerçeğin büyüsünden çıkarmaktadır. Dolayısıyla hiçbir zaman ideal erkek bulunamaz. Herkesin gözlerinin üzerinde olduğunu bilen Melike, başkalarına göre ideal erkeği bulmuştu. Yirmili yaşlarında olan bu genç kız, sade güzelliğiyle mahalledeki oğluna gelin arayan herkesin dilindeydi. Esmer lepiska saçları arasına, mahallenin kuaförünün yerleştirdiği sarılarla birlikte, düzgün kaşlarının altına kondurulmuş iki mavi boncuk göz, güzelliğine farklı bir derinlik katıyordu. Düzgün ve yerinde bir kirişe sahip burnu ve havada asılı kalmış gibi görünen dolgun elmacık kemikleriyle birlikte, Rönesans döneminden canlanmış bir heykelin büyüsüyle yürüyordu etrafta. İnsanların dikkatini çekiyor, dünyayı umursamayan, iş koşuşturmacasındaki evli adamlar bile ikinci kez dikkatle bakmaya çalışıyordu. Bu durumdan utansa da kimseye belli etmiyordu Melike. Ailesinin isteği üzerine gelen görücülere görünmüştü. Yüzünde meymenet olmayan kayınvalide kızı beğenmiş ve ertesi hafta oğlu için istemeye karar vermişti. Zengin bir aileye mensup damat adayı yakışıklıydı ve Amerika’da okumuştu. Kendisi Melike’den on yaş büyüktü fakat o zaman için bu önemsiz bir ayrıntıydı sadece.
İsteme merasimi sırasında ilk defa gördüğü damada kanı ısınmamıştı Melike’nin. Baskıcı ailesine ve küçük yaşından beridir onu koruyan iki abisine bir söz söyleyemeyeceğini, söylese bile söz geçiremeyeceğini çok iyi biliyordu. İki ay önce fakültesinde patlayan bombadan sonra ailesi onu okuldan almıştı. Bir sınıf arkadaşı ölmüş, ona yakını ise yaralanmıştı bu olayda. Kızlarını bir an önce baş-göz etmeye kararlıydı aile. Tanışmaları ve birbirlerine alışmaları için damat adayı, Melike’yi evden almaya gelmişti. Güneşli bir cumartesi günü üstü açık siyah bir Cadillac araba ile mahalleye giren gencin etrafında çocuklar koşuşturuyordu. Üstünde beyaz papatya desenleri, dizlerine kadar gelen yeşil bir abiye giyen Melike, yürüyen bir masal gibiydi. Beyaz döşemeli arabaya bineceği sırada genç, kapısını açmış, kız teşekkür etmekle yetinmişti. Beşiktaş sahilinden başlayıp, İstanbul’un lüks semtlerinde gezmeye çıkmışlardı. Damat adayı sorular sorarak ortamı yumuşatmaya ve kızın dilini açmaya çalışsa da başarılı olamayınca o da susmaya karar vermişti. Bebek sahilinden köprünün manzarası oldukça etkileyici gözüküyordu. Sahilde durmak yerine Emirgan Korusu’na gitmeyi istemişti adam. Söz hakkı olmadığından tekrar susmakla yetinmişti Melike. Koruya vardıklarında hafta sonu kalabalığı ile karşılaşınca ikisi de yüzünü buruşturmuşlardı, istemsiz bir şekilde. Adam arabanın bagajından çıkardığı piknik sepetini koru boyunca hiç bir kelime etmeden taşırken kızın aklından neler geçirdiğini tahmin etmeye çalıştı. Yere serdiği kırmızı-beyaz pötikareli sergiye oturduktan sonra büyük bir özenle diğer malzemeleri çıkardı. Pahalı bir pastaneden alındığı belli olan birkaç kuru pasta, büyükçe bir termos, mevsime uygun muz, çilek, kivi ve erik gibi pahalı meyvelerle birlikte kuruyemiş getirmişti. Adamın hakkını yememek lazımdı. Melike biraz fazla soğuk olduğunu düşünüp bir şans vermeye karar verdi. “Bu ne böyle, patatese benziyor?” diye sordu. Daha önce hiç kivi görmeyen kıza gülümseyen adam “Buna kivi derler, tropikal bir meyve.” dedi. Bunu söylerken rencide edecek bir şekilde söylememişti. Daha önce hiç görmediği bir şeyi tadarken nasıl bir yüz haline sahip olursa öyle bir ifadeyle adamın soyduğu kiviyi tattığı zaman yüzünü ekşitti Melike. “Iı-ııyy.” diyebildi dilinde hissettiği diken batmasına benzer his karşısında. Fakat bir yandan da tatlı aroması ilgisini çekmişti. Bir süre sonra iyice ısınmaya başlayan ikili, damadın Amerika maceralarından, Melike’nin okulundaki derslere kadar çeşitli konularda konuşmaya başlamışlardı. Hava kararmaya başladığı vakit damat iç cebinden çıkardığı metal mataradan bir şeyler içmeye başladı. Bunun içki olduğunu anlamak için alim olmaya gerek yoktu. Amerika’dan gelmiş birisi için önemsenmemeli diye kendini kandırmaya çalıştı genç kız. Zaten bütün zenginler böyle yapmıyor muydu izlediği filmlerde de? Melike geçen zaman zarfında bu yabancıya alışabileceğini, hatta bu içki alışkanlığını değiştirebileceğini bile düşündü. Geri dönüş yolunda matarasındaki içkiyi bitirmişti damat. “Seni çalıştığım yere götüreyim, orayı da gör, sonra eve bırakırım.” demişti. “Olur.” demişti Melike de.
Az sonra bir kahvehanenin yanında olan büyükçe bir ofise gelmişlerdi. Girdikleri zaman onları karşılayan büyükçe bir bekleme salonundan sonra, yan taraftaki toplantı odasına göz atmışlardı. Sonrasında kendi odasını gösteren adamın ofisinde bolca kitabın bulunduğu tahta bir kütüphane duruyordu. Büyükçe bir masa, kaliteli mobilyalar ve göz zevkine hitap eden renklerle uyum sağlanmıştı. Görünürde inşaat işi yapan bu ailenin kazandığı paranın nereden geldiğini öğrenecek olan Melike olacaklardan habersizdi. Damat tek sütun olan kütüphaneye yönelip “Şimdi sana bir sürprizim var.” diyerek kütüphaneyi sağa doğru ittirdi. Biraz güç gerektiren bu işten sonra, kütüphanenin arkasında beliren kapı ortaya çıktı. “Gel hadi.” demesiyle birlikte çekinerek de olsa adamın peşinden giden kız, merdivenlerden indikten sonra koca bir kumarhaneye açılan kapıdan geçtiğini öğrendi. İçki dolu bir bar, ne olduğunu tam olarak bilmediği onlarca kumar masasını görünce değirmenin suyunun nereden geldiğini anladı. Bugün kimsenin olmamasını istemişti adam. Yaptığı gösteriden sonra masaların birinde onu izleyen kıza yanaştı. Masalardan birine dayamış olduğu elinin üstüne değen adamın eli, Melike’nin nasıl hissetmesi gerektiğine karar veremeyip şaşkınlığının daha da katlanmasına sebep olmuştu Adamın eli daha da yukarı çıkıyordu. Adamın kızı öpmek için yaptığı hamleyle birlikte alkol kokan nefesi aldığı zaman tiksinen kız, kaçarak geldiği yerden yukarı çıkmaya çalıştı. Adam kadar çevik değildi. Kız, kolundan yakalayıp “Seni ne zamandır istiyorum!” diyen adama direnmeye çalıştı. Adamın kasıklarına attığı tekmeyle birlikte ayakkabılarını çıkarıp koşmaya başladı. Sokağa çıktığında hava kararmıştı ve nereye doğru koştuğunu bilmiyordu. Adam arkasından arabayla gitmiş “Gel, evine bırakacağım, özür dilerim.” demişti. Arabadan kaçamıyordu. Daha fazla ileri gidemeden adamın kendisini evine bırakmasına razı olmuştu. Adam kızı tehdit etmiş, bu olanlardan herhangi birine bahsederse yakında karısı olacak kızı öldüreceğini söylemişti. Korkudan dili tutulan Melike bu olaylardan kimseye bahsetmemişti.
Karaköy’de erkek tarafının geniş bahçeli villasında yapılacak düğün günü hava güneşli ve sakindi. Her şey hazırdı. İstemediği, şatafatlı bir gelinlik giyen Melike, ne yapacağını bilmiyordu. Sanat eserleri kadar güzel bir kız için hüzünlü bir sonun başlangıcıydı bu düğün. Akşama doğru hava soğumaya başlamıştı. Villaya gelen davetlilere yapılan gösteride en büyük pay, oldukça yüksek sesle çalan orkestradaydı. Hazırlanma odasında tek başına, bir saat sonra gerçekleşecek töreni beklerken yalnız kalmak istediğini söyleyip etrafında dönen herkesi çıkarmıştı Melike. Aynadan kendisine bakıp sadece güzellikten ibaret olmadığını kendisine kanıtlamaya karar vermişti. Kendi hikayesi böyle yazılmayacaktı. Orkestra çalmaya devam ederken, bir an cesaretini toplayan kız, kendisinden beklenmeyecek bir serilikle, herkes başlayan yeni müziğe dalmışken villadan çıkmayı başardı. Hava kararıp soğumaya başladıkça çöken sisle birlikte iyice kaotik bir hal olan kaçma serüveninde ağlamaya başlamıştı. Rimelleri akıyordu, gelinliği yere sürtüyordu fakat bunlar umurunda bile değildi. Şimdiye kadar yokluğunu fark edip etmediklerini, iki abisi ve damat başta olmak üzere herkesim peşinde olup olmadığını düşünürken daha da hızlanıyordu. Bilmediği bir sokakta koşarken yanından geçtiği çöp kutusunu karıştırmaya hazırlanan kedinin ciyaklamasıyla ürkse de yoluna devam etti. Sis görüş alanını iyice kısıtlamıştı. Bir karaltıya yaklaştığında tanımadığı üç gence yalvarır bir biçimde bakmış, yardım istemişti. Yere yığılmak üzereydi, düşünebildiği tek şey kaçmaktı.
***
devam edecek…