Camdan dışarıya baktığında güneşin yeni doğduğunu, insanların işlerine gitmek için acele ettiğini gördü. Kendisi de şu an çayını içip kahvaltısını etmiş, gömleğine uygun kravatı seçmeye çalışıyor olacaktı. Halbuki bir polis aracında karakola doğru, olaylardan habersiz ve suçlandığı şeyi merak ederek yolculuk yapıyordu. Boğazını temizleyerek yanında oturan memura doğru döndü. Belki sorusuna bir cevap alır, neler olup bittiğini öğrenebilirdi. Ama polisin yüzündeki sert ve bıkkın ifadeyi görünce bunu yapmaktan vazgeçti. Belli ki o da sabahın köründe suçlu kovalamaktan memnun değildi. Tekrar yerine yerleşip başını cama çevirdi. Denize vuran sabah güneşinin ışıkları, sahilde yürüyüş yaptıktan sonra simit – çay keyfi yapmanın hayalini gözünün önüne getirdi. Ne güzel olurdu. Uzun zamandır ihtiyacı olan şey belki de buydu. İç geçirdi. Arabanın dikiz aynasına baktığında aracı süren memurla göz göze geldi. Tedirgin hissederek ellerini birbirine kilitledi.
Karakol erken saatlerde bile ana baba günüydü. Bir köşede birbirini itip kakanlar, onları ayırmaya çalışan polislerin çabaları, evrak taşımakla görevli olanların sağa sola koşuşturmaları ve tabii kendisi gibi tutuklanmış olanların sırasını beklerken, içeri girip çıkanları süzmeleri. Gördükleri karşısında bir kez daha burada ne işi olduğunu merak etti.
Onunla beraber karakola gelen polislerden birisi duracağı yeri gösterip, beyaz büyük bir kapıyı çaldı. İçeriye girdiğinde Nihat yalnız kalmıştı. Etrafındaki kalabalıktan ürkmüş gibi köşeye büzüldü. Tam biraz olsun rahatladığını düşünmüştü ki her halinden sarhoş olduğu belli olan, dizi yırtık lacivert pantolonu ve beyaz gömleğinde desen oluşturan şarap lekeleriyle bir adam yanına geldi. Rahatsız hissettiğini göstermek için öte tarafa dönse de adam onunla sohbet etmekte ısrarcıydı.
– Oo hemşerim, böyle güzel güzel giyinmiş bir halde ne arıyorsun buralarda?
Cevap vermeyince susacağını düşünüp sessiz kalmaya devam etti ama yanılmıştı.
– Zengin birine benziyorsun. Bir onluk atsana be abim. Çıkınca karnımı doyurayım. Gece üstüne afiyet biraz fazla kaçırmışım. Gözlerimi açtığımda buradaydım. Acıktım ama bir lokma ekmek vermiyor insafsızlar.
Konuşmasını bitirecek gibi görünmüyordu. Derin derin nefes alıp huzursuz bir şekilde yerinde kımıldandı. Tam kalkıp başka yere gidecekti ki az önceki memur kapıda belirdi.
– Senin ne işin var burada? Nezarete gideceksin, geç şuraya. Rahatsız etme milleti, haydi!
Adam elini havaya kaldırıp “aman sende” gibi bir hareket yaptıktan sonra uzaklaştı.
– İçeriye gelin, ifadeniz alınacak.
Pencereden sızan ışıkla yarı aydınlanmış, karşılıklı iki masanın ve yanlarında dosya dolaplarının bulunduğu loş odaya girdiler. Gösterilen yere oturup, masa başındaki görevlinin yüzüne baktı. Yeni traş olmuş yüzünde hala hafif kızarıklıklar, bıyıklarının ucunda ise az önce yediği böreğin kırıntıları vardı. Bunları fark edince kendisinin bir şey yememiş olduğunu fark etti, elini midesine götürdü. Ancak bu kimsenin umurunda değildi. Görevli, koltuğuna yaslanıp elindeki kalemi masaya vurarak konuşmaya başladı:
– Ağabeyiniz Ali bey şu an hastanede. Sabah gelen ihbarla kendisini evinde saldırıya uğramış halde bulduk. Kafasına ağır bir darbe almış. Çalışma odasındaki dolaplar da karıştırılmış. Hırsızlık olabileceğinden şüpheleniyoruz.
Görevli bu noktada susmuş, dikkatle Nihat’ın ifadesini inceliyordu. Şaşkınlıkla açılan gözleri onu bir parça rahatsız etmişti. Devam etti:
– Dün kendisiyle fırında karşılaşmışsınız, doğru mu?
-Evet.
– Tartışmışsınız, birkaç kişi ağabeyinizi tehdit ettiğinizi söylüyor.
– Ufak bir olaydı, büyütülecek bir mevzu değildi. Kendisiyle uzun zamandır konuşmuyoruz. Aramızda anlaşmazlık mevcut. Fakat onu tehdit ettiğim doğru değil. Olsa olsa…
– Devam edin?
– Olsa olsa kızgınlıkla ağzımdan çıkmış sözlerdir. Ağabeyime bir şey yapmadım.
Polisleri inandırıp inandırmadığını anlamak için başını kaldırdı. Biri diğerine bir şey söylüyor, diğeri de başıyla onaylıyordu.
– Bir arsa olayı varmış. Nedir, anlatın.
– Babamız ölmeden evvel ikimize de birer arsa bıraktı. Benimkinin pek fazla bir değeri yoktu, müteahhite vermek istedim kabul etmedi. Para etmeyecek yerde ev yapmanın ne mânâsı var, dedi. Nakde ihtiyacım vardı sattım.
– Devam edin, ağabeyinizin arsasıyla alıp veremediğiniz ne idi?
– Ona verilen işlek bir yerdeydi. Daha sonradan değerleneceği de aşikardı. Öyle de oldu. O zamanlar evli ve bir çocuğu vardı. Sonradan ayrıldılar. Halbuki babam maddi durumu düzelsin, ailesiyle mutlu olsun diye iyi olan arsayı ona bırakmıştı. Beceremedi. Duyduğuma göre de güzel bir paraya elinden çıkarmış. Bana bir miktarını vermesini söyledim, kabul etmedi. Lüks bir araba aldı, kalanıyla da hayatını yaşadı.
– Sizde onu tehdit edip, hakkınız olduğunu iddia ettiğiniz miktarı almaya çalıştınız..
– Hayır, kızgındım. Sinirlenince gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Maksadım tehdit etmek değildi. Yıllardır her karşılaştığımızda hatırlattım ama oralı bile olmadı.
– Ali beyin arsayı sattığını söylediniz. Ne zaman?
– İki yıl önce.
– Araba almış, üzerinden zaman geçmiş, bu durumda elinde çok fazla bir şey kalmaması gerekirdi. Öyleyse masasında bulduğumuz bu defterde yazanlar ne oluyor?
Uzatılan ajanda tarzı defteri eline aldı, sayfalarını karıştırdı. Polislerden biri bahsi geçen yeri açıp gösterdi. Okuduklarına inanamadı çünkü ağabeyinin şu sıralar kıt kanaat geçindiğini duymuştu. Yazılan satırları tekrar okudu:
“Yirmi bin Hakkı beyin arsasına verildi.
Otuz bine satıldı.
On bin artı önceden kalan on beş bin, toplamda yirmi beş.”
Buraya kadar her şey normaldi, ta ki bir sonraki sayfayı çevirene kadar. Sağ üst köşeye şu not düşülmüştü:
“Şubatın beşinde Nihat’la görüşüp parayı ver.”
devam edecek…