Kapalı Çarşı’nın içindeyim, o kadar kalabalık ki, uğultu halinde yükselen sesler kubbelerin içerisine doluşuyor. Kimisi hızlıca adımlıyor, kimisi vitrinlere bakıyor, kimisi de tarihi çarşının tadını çıkarmaya çalışıyor. Bir an için duraksıyorum. Ölümün ne kadar kolay unutulduğuna şahit oluyorum. Kendime geldiğimde kocaman ve kalabalık çarşı içerisinde kaybolduğumu anlıyorum. Beyazıt Meydanı’nın izini bulmak için esnafa danıştığım sırada Nûr-u Osmaniye’nin minareleriyle karşılaşıyorum. Klasik mimariden uzaklaşmak istemese de, minarelerinin zarafeti devrine yakışır bir şekilde yükseliyor. Gözlerimi yükselen minareden, kurşuni kubbeye çevirdiğim sıralarda ezan okunmaya başlıyor. Hiç zaman kaybetmeden şadırvana yöneliyorum. “Acaba bu cami kimin vesilesiyle ihya oldu?”diye düşünmeden edemiyorum. Farzdan önce müezzinin duasında geçen ‘Osman-ı Salis’den de anlıyorum ki, III. Osman… Vakitten sonra doğruca bir kütüphaneye gitmeye karar veriyorum.
Kapalı Çarşı’nın gürültüsü ve hızından sonra kütüphane çok sessiz geliyor. Kütüphaneye girdiğimde burnuma çarpan kâğıt kokusu merakımı artırıyor. Doğruca kitapların arasına doğru yöneliyorum. K, L, M, N ve sonunda O… Bu harfte Osmanlı tarihini bulacaktım. Çok geçmeden elimde Osmanlı tarihini anlatan 3 kitap… Sayfaların arasında hafiye gibi gezinen gözlerim, III. Osman’ı arıyor. III.Osman başlığına geldiğimde gözlerimi satır başına kaydırıyorum ve:
“… tahta geçtiği gün 56 yaşın eşiğinde bulunuyordu.” İlginç bir bilgi… Sanki padişahlığı hiç beklemiyormuş ve padişahlık gibi ağır bir yükün altına girmekten çekiniyormuş gibi geliyordu. Bu bilgi, kişiliği hakkındaki merakımı uyandırmıştı ve oturacak bir yer bulmalıydım. Boş bulduğum ilk masaya oturdum;
“Padişah olduğu haberi kendisine verilince diz çöküp el açmıştı; ‘Yâ Rabb-i Rahim, dünya ve ahrette yüzümüzü kara çıkarma’ diye dua etmiştir. Orduya ve emekli askerlere cülus dağıtılması emretmiştir. Döneminde birçok sadrazam değişikliği yaşanmıştır. Geceleri tebdili kıyafetle şehirde dolaşmayı adet edinmişti. Doğal afetlerle uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu da bazı kesimler tarafından “uğursuz padişah” olarak nitelendirmesine sebep olmuştur. Bu afetlerden en önemlisi Haliç’in donmasıdır. Tahta çıktığı sene dondurucu soğuklar meydana gelmiştir. İstanbullular Defterdar İskelesinden Sütlüce’ye buz üstünde yürüyerek gidip gelmişlerdir. Bunun üzerine Vâsıf şu beyitle tarihe not düşmüştür:
“Buz üstünde geçen geldi bana yaz didi tarihin.
Deniz altmış sekizde dondu buzdan bendeniz geçtim.”
Eylül gecesinde İstanbul’da büyük bir yangın meydana gelmiştir. İstanbul’un üçte ikisini kül eden yangın, tam 36 saat sürmüştür. Padişah bu felakete öylesine üzülmüş ki, gözyaşlarına hakim olamamıştır. Şehir harabeye dönmüş olsa bile devlet ayaktadır ve padişah imar emrini vermiştir. Padişah rüşvet almaya meyilli olan devlet adamlarına göz açtırmıyordu, bu da sürekli sadrazam değiştirmesine vesile oluyordu. Malta korsanlarına karşı bir kale ve deniz feneri yapılmıştır, bu arada Babıâli’nin yapımı tamamlanmış ve gene bu dönemde Ahırkapı feneri yapılmıştır. İç ve dış siyasette ise barış politikasını takip etmeyi tercih etmiştir.
Bunca olaylar yaşanırken padişahın ruh halini ve Nûr-u Osmaniye’yi de göz önüne aldığımda, karakterini çok merak eder oldum. Vakit kaybetmeden satırları okumaya devam ettim;
“…ataların güçlü karakterine sahip olmamakla birlikte, hayırseverliği, insan sevgisi ve dürüstlüğü göze çarpıyordu. Haftanın üç günü halkın arasına karışır ve dertleriyle dertlenirdi. Rüşvette asla imtiyaz vermez ve yolsuzlara göz açtırmamaya dikkat ederdi. Saraydan pek fazla dışarı çıkmamış ve çıktığında da tebdili kıyafetleri kullanmıştır. Uzun yıllar sarayda kapalı bir yaşam süren padişah, bunun etkisiyle aceleci ve karamsar yapıya sahipti. Kadınların örtünmelerini isterdi. Hatta Hıristiyan kadınların örtünmeleri hakkında da bir takım kaideler getirmiştir. Musikiden haz etmediği gibi, müzisyen cariyeleri saraydan uzaklaştırmıştı. Sarayda cariyelerle karşılaşmak istemediği için ayakkabılarına demir ökçeler taktırmıştı.”
Son cümle çok dikkatimi çekti. Sultanların eleştiri oklarına hedef oldukları cariye meselesi, III. Osman’ı derinden sarsmış olacak ki, ayakkabılarına ökçeler taktırmış. Ökçelerden çıkan sesten dolayı sultanın geldiği anlaşılacak ve cariyeler ortalıktan kaybolacaklardı. Hemen aklıma şu ayet geldi; “…yararsız bir şeyle oyalanıp eğleniyor musunuz?” Sultan da zikrettiğimiz ayete kulak vermiş olacak ki, devletin ve halkın ilgiye ihtiyacı olduğu yıllarda eğlenceyi demir ökçelerle uzaklaştırmıştır.
“25. Osmanlı padişahı ve 104. İslam halifesi Osman Han, 52 yaşında geçtiği tahta sadece 3 sene sonra veda etmiştir. Uzun yıllar sarayda kapalı bir hayat sürmesi sebebiyle yıpranmış sinirlere ve vücuda sahipti. Eskilerin “kurt uru” dediği, günümüzde “loupe” diye adlandırılan bir cins uyluk tümöründen rahatsızdı. Ameliyat olması gerekiyordu ve o günün şartlarına göre ameliyat son derece tehlikeliydi. Sonuçta padişah her şeyi göze almıştır.
“Yüce Mevlâmız ne takdir ettiyse olur, günümüz bitmiş ise uzatmak elimizde değildir, şu azaptan bizi kurtarın” demiştir, ameliyat için hekimlerden ricacı olmuştur. Ameliyat yapılmış olsa da, ağrılar geçmemiştir. İstanbul’a dönen donanmasını Sarayburnu’ndaki köşkten seyretmek istemiş ve donanmasının dönüşünü sonuna kadar seyretmiştir. Saraya dönen padişah birden fenalaşmış ve daha sonra ruhunu teslim etmiştir.”
Rüşveti sevmeyen, İslamî kaidelere sıkı sıkıya bağlı, halkının dertleriyle dertlenen Osman Han, bugün Yeni Cami’de, büyük kardeşi Sultan I.Mahmud’un türbesinde medfundur.