#1 – Keskin Mavilikler
Mevsimlerden mayıs olmasına rağmen, kıştan kalma soğuk hava varlığını hissettirmeye devam ediyordu. Avrupai binalarıyla herkesi kendine hayran bırakan caddeden ilerleyen kalabalık, dünyanın geri kalanından farklı bir zaman dilimindeymiş gibi hareket ediyordu. Bu akışta, onlarca insan birbirine çarpmadan ilerliyordu; işine geç kalanlar, gezmeye gelenler, sevgililer, dilenenler, ne yapacağını bilemeyenler… Kalabalık caddede iki demir çizgi orasından yürüyen Vali, eski tramvayın “ding-dong” sesiyle derin düşüncelerinden sıyrılıp kendini, sanki hiç birleşmeyecek gibi olan iki paralel demirin dışına attı. Yakalarını açıp yüzüne siper ettiği koyu kahverengi kaşesi ve ondan daha koyu renkli fötr şapkasıyla yirmili yaşlarından oldukça uzak, bir turist gibi geziyordu. Gözleri, kırmızı renkli demir kutunun arkasında etrafına bakınan meraklı insanları yakalarken, aklından geçen düşüncelerin kendisini rahat bırakmadığının farkındaydı. Yürümeye devam etti. Yeni bir şiir kitabı almak istiyordu. Daha önce bitirdiği kitabın üstünden çok geçmişti ama unutamadığı mısralar yüzünden bir türlü rahat hissedemiyordu. “Belki yeni bir şeyler, bana daha iyi gelir.” diye düşündü.
Saatinin bulunduğu sol elini cebinden çıkarıp, akmakta olan zamana yumruk atarcasına kolunu havaya kaldırdı. Dostlarıyla buluşmasına daha çok vardı. Bir sinemaya girmeye niyetlendi. Sinemanın bulunduğu pasaja girip filmlerin afişine baktığı zaman içinden bir küfür savurdu. Kaç vakittir aynı filmleri veriyorlardı. Öyle ki, sırf popüler diye aylardır oynatılan filmin afişi sararmıştı. Alt kattaki kahvehaneye girmeye karar verdi. Pasaja girdiği zaman duyduğu sigara kokusunun nereden geldiğini anladı. Burası ne yeşil parkaları ne de aşağı sarkan bıyıkları görebileceği bir kahvehaneydi. Evdeki dertlerinden, işteki sorunlarından kaçan, sinema sever, içlerinde biraz olsun yaramazlık duygusu kalmış büyük çocukların geldiği, dostlarıyla buluştuğu ve dönemine göre olağanüstü sakin bir yerdi. Alis gelseydi eğer penceresi, üzerindeki keskin mavi örtü kadar soğuk bir özgürlüğe açılan bu dört duvar arasında kaybolurdu. Köşede kalmış boş masaya oturup önüne gelen çayı içti. İçinin ısınması, keyfini biraz olsun yerine getirmişti. En son ne zaman mutlu olduğunu düşünemeyecek kadar yorgun olduğunu fark etti. Sabah erkenden kahvaltı yapıp, evden çıkması için bir sebebi yoktu aslında. Namazdan sonra yatakta bir sağa bir sola dönünce bir süre sonra sıkılıp, yazarının üstündeki pijamalardan daha ince bir şeyler giyerek -aslında hiçbir şey giymeden- yazdığı romanı tekrar okumaya koyuldu. Bu Amerikan yazarla bir kaç kelime sohbet etmeyi çok isterdi doğrusu. Fakat adam yazdıktan sonra ortadan kaybolmuştu. Öyle olmasa bile merak ettiği kelimeler ve sorularla arasında, kıtalar ve bir sürü paranın olduğunu biliyordu.
Oturduğu koltukta rahat edemeyince ayağa kalkıp pencereyi tamamen kapatan beyaz gölgeliği ortaya kadar getirdi. Tekrar oturduğunda yeni doğan güneşin, satırları soğuk bir ışıkla aydınlattığını fark edip derin bir ciddiyete büründü. Gözleriyle takip ettiği satırın sonunda çocuğun söylediklerine kahkahalarla gülmeye başladı. Henüz kırk sayfaya yakın okumuştu ki, pencerenin önündeki boş arsanın çaprazında kalan apartmanın kapısının açılmasıyla milyonlarca kilometre yol kat eden ışık, kapının camından yansıyarak perdenin eşiğinden geçtikten sonra Vali’nin gözlerine ulaşmıştı. Kamaşan gözlerini ovuşturduktan sonra yazar yerine, guruldayan karnını dinlemeye karar verdi. Çayını bitirdikten sonra evde oturmanın çok da anlamlı olmadığını düşünüp kendisini, bitmeyen soğuğun kollarına atmıştı. Kahvehanede oluşan duman bulutuna mütevazi bir katkı da o sağladı. Koyu mavi üzerine turuncu baklava dilimi desenli kazağı gözüyle takip ederken, çayını tazeleyen genç çırak ilgisini çekmişti. Buralarda yeni olmalıydı. En son gelen filmin üzerinden ne kadar geçmişse işte, diye düşündü. Bıyıkları yeni terleyen bu çocuğa “Kaç yaşındasın sen delikanlı?” diye sordu. Çocuk, gelen soruya hazırlıksız yakalanmış gibiydi. Sabahtan akşama kadar canının çıktığı bu tımarhanede, şimdi bir de meraklı Melahat gibi soru soruyordu herifin birisi. “Oo-oon dört” diyebildi. Soruya cevap verdikten sonra gözlerini kaçırsa da, Vali aldığı cevap karşısında daha da şaşırmış, “Şimdi okulda olman lazım değil mi?” diye sormuştu. Adamın iyice meraklı çıktığını düşünen çırak, geçen sefer verdiği ters cevaptan sonra ustasından yediği okkalı tokadın sağ yanağındaki hatırasını okşadı, boş olan eliyle. Fiziksel olarak hiçbir şey görünmese bile, parmaklarının ucu tenine değdiği zaman elmacık kemiği sızladı. “Eve birinin para getirmesi gerek.” dedikten sonra bir diğer soruyu beklemeden oradan uzaklaşan çırağa üzülmek yerine hikayesini merak etti Vali. Bu şehrin, içinde ve dışında barındırdığı onbinlerce hüzünlü hikaye vardı. Bir sigara daha yaktı. Düşünceleri, çocuğun başına gelmiş olabilecek ihtimallerle, şairin başına gelmiş olabilecek ihtimaller arasında gidip geliyordu. İçtiği çayların parasını verip çıktıktan sonra saate tekrar baktı. Zamanın yaklaştığına sevinip, bütün çıplaklığıyla öylece karşısında duran Galata Kulesi’ne doğru yöneldi. Kuleyi selamlayıp dar ve dik bir yokuşun olduğu sokağa dalıp Karaköy’e doğru yürümeye devam etti. Yokuş aşağı yürüdüğünden adımlarını daha dikkatli atıyordu.
Saat on iki olmuştu vardığında. Oldukça çirkin yazılmış bir mağaza reklamının olduğu siyah renkli banka oturup, karşısında tüm güzelliğiyle güneş ışıklarının dans ettiği Eminönü manzarasını ve önünden geçen insanları incelemeye başladı. Rüzgarın şiddetini arttırıp şapkasını uçurduğunu ve sarı renkli saçlarını okşadığını düşünüp, şaşkınlıkla şapkasına koşarken arkasından tanıdık sesiyle gülen Nazım’a baktı. Yerden kaldırdığı şapkasının tozunu alırken yüzündeki şaşkınlık ifadesi yerini, kızgınlık gibi görünen fakat sonrasında kendisinin de kahkahalara katılmaya başladığı bir hal aldı. İki dost birbirine sanki yıllardır görmemiş gibi sarıldı. Gözlerindeki yaşı silen Nazım, siyah saçlı, Vali’yle hemen hemen eşit boyda, bir ortama girdiği zaman bakışlarındaki kararlılıkla insanların içine düşürdüğü korkuyu kalınlaştırabildiği sesiyle daha da körükleyen, çoğu zaman neşeli bir gençti. Oturmalarına fırsat kalmadan arkalarından gelen “Bensiz mi başladınız bre mendeburlar!” cümlesinin sahibi Galib’e doğru yöneldiler. Gülümsemelerle ve sarılmalarla, sıcak bir karşılama merasimi dostları buluşturmuş, soğuk hava çoktan unutulmuştu. “Arkanızdaki manzara, önünüzdekinden daha güzel.” diyen Galib olaylara her zaman farklı bir şekilde bakmasını bilirdi. Dostlar son buluşmalarında planladıkları gibi köprüye yöneldiler.
***
#2 – Gölgeler
Sırtını dayadığı duvarın soğukluğu giydiği kat kat elbiselerden geçip tenine eriştiği vakit toparlanmaya başladı. Gün boyu evden çıkmadığı için biraz nefes alma ihtiyacı hissetmiş, güneşin kızıllığını görmek için sahile kadar inmişti. Kırmızı kiremitleriyle maviye ayrı bir kontrast katan kulenin oraya nasıl geldiğini çok merak ettiği halde bilmediği için bir yeis duymuyordu. Ayakkabılarının bağcıklarını bağladıktan sonra Mihrimah Sultan’ın ruhuna bir kez daha Fatiha okumuş, güzelliğini gözleri önünde canlandırmaya çalışmıştı. Sahilde oturmayı çok istese de rüzgarın şiddetiyle hastalığının nüksetmesinden çekindiği için, köşe başında bekleyen metal arabasına yeşil-beyaz örtü çekmiş kestaneciden aldığı gri paketi cebine tıkıştırıp yürümeye başladı. Soğukta yemesi daha bir lezzetli oluyordu bu meretin. Kese kağıdına sıcaklığının izini bırakan bu kahverengi çizgilerinden çatlamış meyvadan bir tane alıp, kabuklarını iki eliyle kırdı. Hemen ağzına attığı vakit sıcaklığıyla dilinin yandığını ani bir refleksle fark edip, karşıdan gelen rüzgara karşı ağzını açtı. Ah, uh sesleriyle midesine giden ilk kestaneden sonra haline güldü. En çok da kırdığı kabuklardan dolayı rüzgardan soğuyan ellerini ceplerine götürüp, avucunda kestanelerin sıcaklığını hissettiğinde gelen rahatlık duygusunu seviyordu.
Telaşla insanların bir yere yetiştiği bu vakitte onun hiçbir iş için acelesi yoktu. Elinde topladığı kabukları toprak yola atarak sakin bir şekilde yürümeye devam etti. Vali yanında olsaydı kızar, on dakika boş yere tatlı bir tartışmaya girerlerdi. Sokak lambalarının yanmasıyla birlikte, karanlığın şehrin üzerini örttüğünü iyice anlayan insanlar evlerine çekilir, sokak tenha bir hal alırdı. Tehlikeli zamanlarda olduğunu bilmesine rağmen bazen bu umursamazlık ve asiliğiyle sokaklarda dolaşan Nazım’ın, şair Nazım’la arasındaki tek benzerlik buydu muhtemelen. Göğü bir saniyeden daha kısa süre için yaran ve dallanarak ilerleyen şimşeğin görüntüsüne ve sekiz saniye sonra gelecek olan sesiyle yağmurun habercisi olan bu kılıca hayranlıkla baktı. Yunan mitolojisini düşünmeden edemedi.
Olayları hikayeleştirerek anlatmayı çok seven Nazım’ın sesi oldukça güzeldi. Güzel sesini herkesle paylaşmaz, paylaşmanın kıymetli bir iş olduğunu düşünürdü. Daha da tenhalaşan sokakta ilerlerken mahallesine gelmiş olduğunu fark etti. Mavinin tonları arasında siyahmış gibi görünen gri bulutun peydah ettiği küçük yağmur damlası gökyüzünde zarif hamlelerle süzüldükten sonra sakallarının arasına yumuşak bir iniş yaptı. Bu harekete karşılık olarak yanık bir türkü çığırmaya başlayan Nazım’ın sesi geçtiği apartmanlardan rahatça duyuluyordu. Tanıdık gelen sesi duyan apartman insanları pencerelerini aralayıp sesin sahibini görmeye çalışsalar da, Nazım her zamanki gibi gölgelerden yürümeye devam etti. Bu olaya alışmış olan mahalleli güven duygusunu hissederken, sesin sahibini görmeye çalışan birkaç meraklı insan pencerelerini aralamaya devam ediyorlardı. Geriye kalanlar bunun beyhude bir iş olduğunda karar kılıp günün sonunda yorgunluklarını aileleriyle, yalnızlıklarıyla, hayalleriyle paylaşıyorlardı. Bir haftadır hasta olan Nazım’ın sakalları biraz olsun uzamıştı. Sakal ve bıyık bırakmak üç dost arasında en çok ona yakışıyordu. Yağmurun şiddetlenmesiyle birlikte yolun kenarındaki su birikintisinden kendi yüzüne bakan Nazım, sakallarını kesmesinin iyi bir fikir olduğuna kanaat getirdi. Birikintinin yanınca atılmış gazete parçasındaki tarihe bakılırsa, üniversitede patlayan bombanın üzerinden iki ay geçmişti. Ülkücü bir grup sol grubun üzerine bomba atmış ve o gün 5 öğrencinin ölmüştü. Sonraki günlerde ölen sayısı 7’ye çıkmış ve 41 kişi de yaralanmıştı. Bin dokuz yüz yetmiş sekiz yılının mart ayı ortalarıydı bu olay olduğu vakit.
Üniversitelerde okumak, canını sokağa atmak gibi bir hal almıştı. Geçen konuşmuşlardı arkadaşlarıyla düşüncelerin fanatiği olmak ve ölümün boş yere olması hakkında. Elbette konu İslam’a ve şehit olmaya kadar gelmişti. Bu keyifli tartışma sonrasında siyasi düşüncelerin gereksiz olduğuna karar kılıp, bunu savunan fanatiklerin aslında düşüncesiz olduğunda, manevi olan düşüncelerin gerekliliği ve bunların insanları hayatta tuttuğunda anlaşmışlardı. Üç dost herhangi bir siyasi düşünceyi savunmaz, kimseye karışmadan işlerine bakarlardı. Masalsı bir çağda yaşadıklarını düşünüp hayal kurmayı severler, Osmanlı zamanlarına imrenirlerdi. Bazen bir kasaba sakini olurlar, bazen ise devlet adamı olup padişaha fikir verirlerdi. Bu danışma meclisinden sefer kararı çıktığı zamanlar genelde bir gece vakti, aynı çatı altında uyumaya karar verdikleri zaman olurdu. Sabaha kadar savaşırlar, çoğu zaman fetihle gelirlerdi. Viyana’yı alma konusunda hala karara varmamışlardı. Seferdeki taktiklere güvenmiyorlardı. Sürekli yeni fikirlerle gelen Nazım bu fikre en saplantılı olandı. Orası bir gün alınacaktı. Buna rağmen Selçuklulara kadar gidip at üstünde kat ettikleri yollar da az değildi. Bazen de Çin’e giderler, oradaki imparatorun kurduğu katı krallıkta çekik gözlü kızlara aşık olup gelirlerdi. Eve vardığında burnuna gelen yemek kokusuyla anasına koşan Nazım, üstünü değiştirmeye odasına gittiğinde masanın üstünde bıraktığı kitapların yere dağılmış olduğunu gördü. Bakışlarını pencereye götürdüğü vakit pencereyi muhtemelen annesinin kapattığını düşündü. Kanepenin arkasından çekingen ve meraklı yeşil bakışlarla ortaya çıkan siyah kedi Yavuz, dağınıklığı kimin yaptığına dair işaret veriyordu.
***
#3 – Pencere
O gün okuldan çıktıktan sonra bahçede oturup kitap okumak isteyen Galib, kütüphaneye doğru yönelmişti. İnce bir sesin ismini söylemesiyle arkasına doğru bakan genç adam sınıf arkadaşlarından birisinin ona doğru koştuğunu gördü. Meraklı gözlerle nefes nefese kalan arkadaşına bakarken “Biraz soluklan bakalım.” diye konuştu. Nefeslerini düzene koyan kızın “Biraz vaktin varsa sana bir çay ısmarlayayım, muhabbet de ederiz hem.” demesiyle birlikte, elinde tuttuğu kitabı askılı çantasına koyan Galib, daha önce ders için konuştukları birkaç an dışında çok da samimiyeti olmadığından merakının peşinden gidip, arkadaşını kırmadı. Diğer üniversitelere göre oldukça modern ve iyi bir üniversitede okuyan Galib, yabancı hocalarına sorduğu sorularla oldukça iyi bir öğrenci olduğunun sinyallerini veriyordu. Genelde soracağı soruları dersin sonrasında sorar, kimsenin araya girip sorduğu sorunun dışına çıkılmasını istemezdi. Sorunun cevabını aldıktan sonra tam tersi bir soru sorup, hocaların buna vereceği cevapları tahmin etmeye çalışırdı.
Yerleşkenin hemen dışında bulunan, öğrencilerin doldurduğu bir kafeye oturdular. Dikdörtgen veya kare tahta masaların olduğu bu kafe, öğrencileri çekebilmek için duvarlarına astığı yabancı memleketlerin eski fotoğraflarıyla bir zaman yolculuğuna çıkarma konusunda iddialıydı. Kasada oturan düzgün giyimli beyefendinin üniversiteden mezun eski bir öğrenci olduğunu düşünmemek elde değildi. Saçlarına düşen beyazlarla, evde oturmaktan sıkılan bu adamın genç sesler içinde kaybolma ihtiyacı olduğu her halinden belliydi. Ortama göre biraz daha sessiz olan üst kata çıkan iki genç rengi atmaya başlayan kare bir tahta masaya oturdular. Beyaz gömleğinin üstüne giydiği kolsuz yelek ve taktığı kalın kravatla öğrencilere hizmette kusur etmemeye çalışan orta yaşlı garson ne istediklerini sorduğu zaman utancından sıkılan genç adam çay istemekle yetinirken, kız rahat bir tavırla telaffuzunun zor olduğu bir içecek söylemişti bile.
Havadan sudan konuşan Bahar, çocuğun güvenini kazanmaya çalışıyordu. Oldukça sıcak bir şekilde yaklaştığı her halinden belliydi. Bunun altından ne çıkacağını merak eden Galib, dersler hakkında birkaç soru sordu karşılık olarak. Konuşma ilerledikçe ailesinin varlıklı olduğunu öğrenen Galib, kızın yurt dışı gezilerden kazanımlarını dinliyordu içeceklerini içerken. Belirli bir samimiyeti yakaladıktan sonra Bahar, dilindeki baklayı çıkarmaya hazırlanıyordu. “Geçen yine kütüphanede görmüştüm seni. Elinde aynı kitap vardı. Nasıl, güzel mi?” diye sorunca, Galib bu soruya hazırlıksız yakalanmış, iki hamlede çıkardığı kitabı gösterip “Bunu mu diyorsun?” diye karşılık vermişti. “Sanırım evet, yanında arkadaşların vardı bir de. Hafif sarışın birisiyle, siyah saçlı olan?”Gülümseyerek dostlarının yanında olduğu bir ay önceki kütüphane ziyaretini hatırlayan genç, “Yok hayır, başka bir kitaptı. Benzer kapaklar, oradan hatırında kalmıştır muhtemelen.” diyerek şaşkınlığını belli eden bir bakışla gelecek soruyu beklemeden arkadaşlarını birkaç kelimeyle anlattı. Kız biraz utangaç bir tavırla özür diledikten sonra günlerdir kalbini kemiren merakı, sarı saçlı çocuğun ismini öğrenince yatıştırmıştı. Demek ki ismi Vali’ydi. Ne kadar da asil bir isim diye düşündü. Daha fazla bilgi almaya çalışırsa sınıf arkadaşını rahatsız edeceğini düşünüp, özgüveni yüksek olmasına rağmen soramadığı sorular yüzünden hissettiği duyguları anlamlandırmaya çalışıyordu. Daha sonrasında çalışma ve konuşma sözü alıp hesabı ödeyen Bahar, bir film sahnesini andıran çıkışıyla Galib’i tek başına bırakmıştı.
Şimdi Galib, düşüncelerini kitaba nasıl verebileceğini hesap ederken, aynı zamanda gönül çelen arkadaşını düşünüyor, bu haberi ne zaman ve nasıl vereceğini kararlaştırıyordu. Garsona olabileceği en sevecen ve saygılı haliyle bir selam verdikten sonra kütüphanenin yolunu tuttu. İnsanlara karşı elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışan Galib, ismini hak edecek davranışlarda bulunurdu genelde. Olabildiğince zarif davranan genç adam, hayata farklı bir açıdan bakmayı oldukça severdi. Fotoğraflara olan merakı da buradan geliyordu. Olmuş olan bir olayı bir dikdörtgenin içine sığdırmak, zamanı kağıda basmış olmanın vereceği hisle yürürken etrafına dikkat ediyor, güzel olan her şeye karşı bir tefekkür duygusuna bürünüyordu. Oldukça çalışkan olmasının yanı sıra cana yakın olmasıyla insanların ilgisini çekerdi. Fakat bundan sıkılır, rahat hareket edemezdi böyle anlarda. Kütüphaneye girdiği vakit ikindi güneşinin sırtına vurduğu bir masaya oturup, sararan kağıtlarla bütünleşen güneş ışığını kemiklerinde hissetmenin lezzetiyle okuduğu kitaba daldı.
***
devam edecek…