“Sonuçta savaş, anlayamadığınız ne varsa odur.”

ziad

Ziad Doueiri

Hakkında ne zaman bir yazı okusam, bir şey duysam veya izlesem beni yeniden heyecanlandıran bir ülke, Lübnan ve onun önemli şehirlerinden birisi olan Beyrut ve şehrin kalbinden dünyaya doğmuş bir Arap yönetmen, senarist Zaid Doueiri ve filmleri üzerine konuşmak istiyorum biraz.

beyrut_3

Beyrut Kafeler Sokağı

Uzun yıllar Ortadoğu’nun ekonomik, fikri ve kültürel merkezi olan Beyrut, 1970’lerden sonra başlayan iç karışıklıklar ve sonrasında patlak veren Lübnan iç savaşının (1975-1991) sonucunda çok yazık ki bu özelliğini kaybetmiştir. Bu savaştan önce Beyrut nüfusu içinde Hristiyan ve Müslümanların sayısı hemen hemen eşit sayıdaydı. Şimdiyse Müslümanlar çoğunlukta. Halkın büyük çoğunluğunu Araplar oluşturuyordu, bu grubun içindeyse Lübnanlılar, Filistinli mülteciler, Suriyeliler ve bazı Arap gruplar yer alıyordu. Tek azınlığı da Hristiyan Ermeniler oluşturuyordu. Şehrin batı kısmında Müslümanlar, doğu kısmındaysa Hristiyanlar yaşıyordu.

iç

İç savaş sonrası Beyrut

Zaid Doueiri de 1998’de ‘Batı Beyrut’ isimli ilk filmini çektiğinde işte bize bunları anlatmak istemişti. Film birçok ödüle sahiptir. Bunlar;

  • Prix François Chalais’de, Yönetim iki hafta içinde Cannes Film Festivali’nde (1998)
  • FIPRESCI Uluslararası Eleştirmenler Ödülü, Toronto Uluslararası Film Festivali’nde (1998)
  • En İyi İlk Film, Kartaca Film Festivali’nde (1998)
  • Gençlik Jürisi Ödülü, Valladolid Uluslararası Film Festivali (1998)
  • En SAA Senaryo Ödülü, Fribourg Uluslararası Film Festivali (1999)

220px-West_Beirut

Ziad’ın bir yönetmen olarak yeteneğini ortaya koyduğu ilk filminin konusundan bahsedelim biraz da.

Olay, şehrin batı bölgesinde yaşayan Tarık ve Ömer’in gözleri önünde, içinde Filistinlilerin olduğu bir otobüsün yolcularının katledilmesiyle başlar. Kısa zaman içinde Hristiyanlar, Batı Beyrut’u denetimleri altına alırlar. Bu olay ülke çapındaki bölünmüşlüğün sembolü haline gelir. Tabi şehir içindeki bu karışıklıklardan dolayı okullar da tatil edilmiştir. Genç kahramanlarımız Tarık ve Ömer tüm bu olanları görmezden gelmeye karar verirler. Ve ne yaşarlarsa yaşasınlar bunların, gençliklerini yaşamalarına engel olmasına izin vermeyeceklerdir. Daha sonra ikisi de Hristiyan olan güzel komşu kızları Mayle’ye âşık olurlar ve savaşın ilk yılını gençliğin vermiş olduğu heyecanlarla beraber gerçekten de planladıkları gibi umarsız bir şekilde geçirebilirler. Fakat daha sonraki yıllarda şiddet ve karmaşanın giderek artmasıyla beraber kendilerini kocaman bir savaşın ortasında bulurlar ve…

İzlenecek ve merak edilecek bir şeylerin kalmasını istediğimden dolayı buradan sonrasını sizlere bırakıyorum.

Film bize sınırdan, arada kalmaktan, bölünmelerden, huzursuzluklardan ve her şeye rağmen nasıl yaşamaya devam edilir sorusunun cevabından bahsederken aklıma Elif Şafak’ın Ted konuşmasında bahsettiği sınır çizgileri ve arada kalan yerler, ‘araf’ların değeri üzerine söyledikleri geldi. Şafak şöyle diyordu:
“ … Topkapı Sarayı’nda en gözde cariyelerin bulunduğu bölmenin hemen dışında binaların arasında ‘Cinlerin Meşveret Yeri’ denilen bir yer vardır. Bu kavram benim çok ilgimi çekiyor. Bir şeylerin arasında kalan bölgelere bizler genellikle pek güvenmeyiz. Onları belirsizlik simgesi olarak alma ve dumansız ateşten yapılmış cin denilen doğaüstü yaratıklara ait bölgeler olarak görme eğilimindeyiz. Ama bence biz yazar ve sanatçıların en çok da böyle aralıklara, belirsiz bir bölgeye ihtiyacı var. Kurgu yazdığımda ben bu belirsizliği ve değişkenliği sevgiyle kucaklıyorum. Kalpten geldiği sürece her şey veya her hangi bir şey hakkında yazabiliriz.”

Bu söylediklerinin gerçekliğine yani sınır çizgilerinin bir sanatçı için ne kadar bereketli olabileceğine, Beyrut’un kalbinden çıkan sanatçıları düşündüğümde ulaşıyorum. Benim ‘harikalar diyarı yazarım’ diye tanımladığım Amin Maalouf, müzisyen yeğeni İbrahim Maalouf gibi isimler geliyor ilk olarak aklıma. Ve daha birçok sanatçı.

Sanat tarihi açısından ele aldığımızda sinema, karma sanatlar içinde yer alır. Ses, görüntü gibi pek çok unsuru içinde barındırdığı için. Yani yönetmen görmeli, duymalı, hissetmeli gerekirse dokunmalı da. Bunu da tek taraflı gerçekleştirmesi oldukça zordur. Burada da zannediyorum ki kuvvetli bir objektivite devreye girmelidir. Yani Zaid filmini çekerken hem batıdan hem doğudan hem de sınırdan doğuya ve batıya bakabilmelidir. Bunu başarıyla gerçekleştirdiğini filminde görüyoruz zaten.

reklam

Zaid in bir başka filmi olan ‘Saldırı’dan bahsedeceğim biraz da. Film 2012 yılında çekildi. Fragmanını bu linkten izleyebilirsiniz.

Önceki filmin yapım kalitesinden daha yüksek bir kalitede -malum günümüze yakın bir tarihte çekilmiş olduğu için-. Filmin müzikleri, oyuncuların başarısı, özellikle Ali Suliman ve Reymond Amsalem gerçekten takdiri hak ediyor. Filmde Zaid’in olaylara bakmamızı istediği açılar yani görüntüler olayları hissedebilmemizi sağlıyor. Bahsettiğim şey şu, bir ağacın tamamına bakmakla ağacın yapraklarından birine yakından bakmak farklı bir şeydir. Eğer bunu yönetmen, konunun derinliğine göre doğru bir şekilde belirleyebilirse, gerçekten o an filmin içinde gibi veya filmin kurgusunu gerçekten yaşamış gibi hissedebilirsiniz.

Film, 2012 Toronto Uluslarası Film Festivali, San Sebastian Film Festivali, Telluride Film Festivali, Mill Valley Film Festivallerinden ödülle dönmüştür.

Filmin konusu gerçekten oldukça ilgi çekici ve güncel. Biraz bahsedecek olursam.. Başarılı, Filistinli Arap doktor, Amin Caferi mesleğini İsrail’de bir hastanede icra etmektedir. Bir gün hasta olarak hastaneye gelen Siham’a âşık olur. Ve evlenirler. Siham söylediği üzere Hristiyandır. Amin mesleki alanda önemli bir ödül alacaktır ve eşi Siham’ın da orada bulunmasını ister. Fakat Siham gelemeyeceğini, büyükbabasını ziyarete gitmesini söyler, eşinin tüm ısrarlarına rağmen gelmeyi reddeder. Amin ödülünü aldıktan sonra hastanenin terasında öğle yemeğini yerken bir patlama sesiyle irkilir. Daha sonra patlama alanına yakın olmasından dolayı yararı ve ölüler hastaneye gelmeye başlar, tabii Amin de bir doktor olarak onlarla ilgilenmeye… Cesetlerden birisinin, eşi Siham’ın yarım kalmış vücudu olduğunu görene dek görevini yerine getiren bir doktordu sadece Amin. Ama daha sonra… Eşinin kendini canlı bomba olarak patlatması vesaire derken.. Film Amin’in, Siham’ın bunu nasıl ve neden yaptığı soruları çerçevesinde şekilleniyor.

Devamını sizlere bırakıyorum.

Filmde dikkat çekici sahneler vardı. Örneğin, Amin’in ödül töreninde ‘Her Arap biraz İbrani’dir ve her İbrani de biraz Arap.’ cümlesi gibi. Bu cümle iki ırkın da aslında ne kadar çok ortak noktası olduğunu birbirinden ayrılması düşünülemeyen et ve tırnak misali olduğunu ve bu çatışmanın ne kadar anlamsız olduğunu vurguluyordu. Kendisi çoğu zaman İsrail Devleti’ne halkına yaptığı zulümlerden dolayı içten içe çok sinirlense de düşünsel olarak bir orta yol bulmayı denemiş ve yaşamayı sürdürmüş birisidir. Başka dikkat çeken sahnelerden bir tanesi de Amin’in bu işin sırrını çözmeye çalışırken eşinin daha evvel uğradığı kiliselerden birisine gidip papazla yaptığı konuşma sahnesi. Papaz, Siham’ın kendini canlı bomba yapması hususunda bir bilgisi olmadığını söyledikten sonra ‘Biz ne Hristiyan ne de Müslüman fanatiklerden oluruz, biz sadece zulüm görmüş ve bununla yaşamayı öğrenmiş insanlarız.’ cümlesi de önceki cümle gibi bu çatışmanın, savaşın, bölünmenin hiçbir faydası olmadığını vurguluyor. Filmde İsrail’in Müslüman literatüründeki cihat kavramına nasıl baktığını görebiliyoruz. Ve iki tarafın bu kavrama olan bakış açı uzaklıklarını da ayan beyan fark edebiliyoruz.

Ziad’ın ‘Lila Says’ isimli bir filmi daha var. Ayrıca Sleeper Cell, Affaire Etrangere, Republican Gansters isimli tv dizileri de mevcut. Günümüzde yaşayan bir yönetmen olduğu için sosyal medya hesaplarından da takip edebilirsiniz. Hatta belki de kendisine ulaşabilirsiniz.

Bütün değişkenliklerimize rağmen bir arada yaşama yeteneğimizi uzun zaman önce yitirdik. Ve o zamandan beri dünya üzerinde başı sonu belli olmayan savaşlar zuhur etmeye başladı. Bunun sonuçlarını bütün insanlık olarak çok ağır ödüyoruz ve ödemeye de devam edeceğiz. Sinema tüm bunları bize anlattığı için, bundan daha güzel bir dünya kurabileceğimize inandırdığı için değerli. Ve Zaid Doueiri de bize bunları anlatmak istediği için değerli bir yönetmen.

İyi seyirler.