“Gerçek hayatta olmaz fakat animasyonlarda çatıdan çatıya atlayabilirsin, hayallerinin ötesine gidebilirsin gibi geliyor. Belki de gidebilirsin.”
Hayao Miyazaki
Bu ay ne yazsam ne anlatsam sizlere diye düşünürken birden bire zihnimde bir fişek çaktı: En sevdiğin şeyi yaz! Yani izlemekten en keyif aldığım tür olan animasyon filmlerini. Ve bir parça daha özelleştirerek, Miyazaki’yi ve onun işlerini. Hemen kabul ettim bu düşünceyi ve bilgisayarımın başına koştum. Bir word dosyası açtım ve olaylar hızla gelişti.
Hayao Miyazaki, 5 Ocak 1941’de Tokyo’da doğdu. Dört erkek kardeşten ikincisiydi. Küçük yaşlarına dair hakkında pek bilgiye sahip olmamakla beraber animasyon aşkının lise yıllarına dayandığını söyleyebilirim. Toyotama lisesinde okurken dünyanın ilk renkli uzun metrajlı animasyon filmi olan Hakujaden’i izlediğinde filmden çok etkilendi. Ve animasyonlara ilgi duymaya başladı. Animasyon çizeri olma kararını alması da bu zamanlara denk gelir. Miyazaki daha sonra Gakushuin Üniversitesi’nde Uluslararası ilişkiler ve ekonomi okumaya başlar. Marksist düşünceden etkilenir.
Bundan yarım yüzyıl önce Toei Animasyon şirketinde, daha sonraları Miyazaki’nin en yakın arkadaşlarından ve ortaklarından birisi olacak olan Isao Takahata çalışmaya başlar. Ondan dört sene sonra da Miyazaki işe girer. Takahata, Miyazaki’nin yeteneğini gören kişidir. Bunu fark eder fark etmez beraber çalışmaya başlarlar. Miyazaki çizer, Takahata yönetir. Bir süre sonra da o şirketten ayrılırlar. Türkçeye de çevrilip uzun yıllar yayınlanmış olan Heidi çizgi dizisini beraber yaparlar. O vakte kadar birçok işte beraber çalışmışlardır fakat ‘Yeşilin Kızı Anne’nin yapımı sırasında Miyazaki, Takahata ile ortaklıktan ayrılır, aralarında yaşanan bazı uyuşmazlıklar sebebiyle. Daha sonra Miyazaki stüdyo Ghibli’yi kurar ve filmlerini burada yapmaya başlar. Hala da devam etmektedir.
Eğer Miyazaki’nin işlerini daha önce hiç izlemediyseniz tam da buradan yani The Kingdom of Dreams and Madness’den başlayabilirsiniz. Böylece onun çalışmalarındaki anlamlara daha çok vakıf olur, arka planda neler olduğunu daha güzel zihninizde canlandırabilirsiniz. The Kingdom of Dreams and Madness, bir belgesel filmi. Miyazaki’nin animasyon sektörüne nasıl girdiğinden, onun hayatından, günlük rutinlerinden, hayata dair düşüncelerinden bahsediyor. Tüm belgesel, The Wind Rises isimli animesinin yapım aşaması sırasında çekilmiş. Buna da yakından şahit olabiliyorsunuz. Düşünüyorum ki bu belgesel sadece motive olma amaçlı bile izlenebilir. İşinde bir numara olan bir insanın nasıl başarılı olduğuna dair bir sürü şeyle dolu çünkü.
Miyazaki “Filmler kesinlikle canlı varlıklardır.” diyor. Dolayısıyla bir filmi yapmaya başlamadan evvel asla sonunu düşünmüyor. Tamamen akışa bırakmayı tercih ediyor. Filmin yapım süreci boyunca senaryo da Miyazaki ile birlikte yiyor, içiyor, nefes alıyor ve değişiyor. Ve böylece başlarken kabataslak zihninde oluşan sonla film bittiğinde oluşan son tamamen farklı oluyor. Tıpkı bir insanın yaşaması gibi.
“Kalbini güçlendir.”
Miyazaki’nin günlük rutinlerinden bir tanesi de yürüyüşe çıktığında Ghibli’nin yakınlarındaki kreşte eğitim gören çocuklara el sallamak. O, devam edebilmeyi çocuklara borçlu olduğunu söyler. Hayatın devamlılığının en büyük göstergesi olarak görür çocukları. Her akşam ekibiyle beraber çalışma saati bittiğinde stüdyonun çatısına çıkarak gökyüzünü izler. Her pazar sabahı nehri temizlemeye gider. Japonya’da insanlar bu tarz faaliyetleri yapmaktan çok hoşlanırlarmış, daha fazlası bunun onlar üzerindeki bir sorumluluk olduğunu düşünürlermiş. Doğa onlar için çok önemli bir unsur.
Miyazaki belgeselde hayata dair şunları söylüyor: “Uçak veya motorlu taşıt tasarlayan insanların bunu ne kadar iyi yaptıklarının bir önemi yoktur. En sonunda zamanın rüzgârları endüstriyel uygarlığın araçları haline gelir. Hiç zarar görmez. Hayalleri mahvederler. Filmleri de tabii. Bugünlerde bütün insanlar bir şeylerin mahvolacağını hayal ediyor. Güzel bir şeye henüz rastlamadım. Zengin veya ünlü olma isteğinden bahsetmiyorum bile. Boş versene, bu sadece umutsuzluk. Dünyamızın çoğu çöp, bu çok zor. … Hayatı yaşamalıyız, kötü gitsin, sorun değil geri döner denemeye devam ederiz.”
Belgesel hayli uzun, çayınızı çorbanızı alıp şu soğuk gecelerin baş gösterdiği günlerde battaniyenin altına kıvrılıp güzelce izleyebilirsiniz.
Miyazaki’nin oldukça fazla çalışması var. Ben bunların içinden bana göre en iyi üç tanesini seçtim. Ve bunların üzerine biraz konuşmak gerektiğini düşündüm.
Rüzgâr Yükseliyor (2013)
Bu animenin hikâyesi çok derin ve gerçeklere dayanıyor, bu sebeple insanı çok etkiliyor. Animelerin en sevdiğim yanı da bu galiba. Çizgi karakterlerden oluşmasına rağmen tamamen gerçek duygular hissettirmesi. Miyazaki savaşı yaşamış bir çocuk, savaş zamanı babasının Miyazaki Airplane isimli savaş uçaklarına parça üreten bir şirketi varmış. Bu sebeple filmin başkarakteri Jiro’ya babasından çok fazla şey eklediğini görüyoruz. Savaş yıkımdır, maddi manevi. Miyazaki de bunları gördüğü ve savaşa bütün kalbiyle karşı olduğu halde savaş uçaklarına büyük bir hayranlık besliyormuş. İçindeki bu büyük ama vazgeçilmez çelişkiden şöyle bahseder: “Animasyonları yönlendiren karakterlerin niyetidir. Sen kaderini çizemezsin. Niyetini çizersin.”
Filmi yapmaya karar vermesi tam dört ay sürmüş. Dört ayın sonunda “Tamam başlıyoruz!” deyip masaya oturduğunda bir sonraki adımın ne olacağını bilmediğini söyler Miyazaki. O sadece akışa uyar. Akış da onu olması gereken sona ulaştırır.
Şimdi gelelim hikâyemize. Jiro (1918) çocukluğundan beri pilot olma hayalleriyle yanıp tutuşmaktadır. Fakat gözlerinin ileri seviyede miyop olması sebebiyle bu hayali suya düşer. Ama uçaklara olan ilgisi ve hayranlığının devam etmesine bir engel yoktur. O sıralar ünlü İtalyan uçak tasarımcısı Giovanni Battista Caproni hakkında uzun okumalar yapmaktadır. Geceleri rüyalarında Caproni ile beraber uçaklar hakkında konuşur, Caproni ona nasihatler verir, hatta bazı sırlarından bahseder. Bu rüyalar onu bu ilginin peşinden gitmesi konusunda daha da yüreklendirir. En sonunda bununla ilgili havacılık mühendisliği bölümünde okumaya başlar. Bir gün trenle mesleki bir seyahate çıkar. Tam bu sırada deprem olur. Herkes panik içinde koştururken iki kadına rastlar, birisinin ayağı sakatlanmıştır. Onların evlerine kadar gitmesine yardım eder. Ve işte Naoka ile tanışması da bu şekilde olur. Daha sonraları Naoka tüberküloz hastalığına yakalanacak ve buna rağmen Jiro ile evleneceklerdir. Aralarında büyük ve vazgeçilmez bir aşk yaşanacaktır. Jiro mesleğinde hayli ilerleyip uçak tasarımları konusunda adından söz ettiren konumlara gelecektir. Daha fazla detay verip merakınızı kaybetmenizi istemiyorum. Devamı kalbinize emanet.
Tepedeki Ev ( 2011)
Film, Miyazaki ve oğlu Goro’nun ortak çalışması diyebiliriz. Hikâyesi ise kısaca şöyle. Umi on altı yaşında bir lise öğrencisidir. Büyükannesi ve kardeşleriyle beraber yaşamaktadırlar. Annesi ise başka bir şehirde çalışması gereken bir doktor. Babası savaş zamanı gemilerde çalışıyordur ve Kore savaşı sırasında kaybolmuştur. Umi her sabah denize bakan evlerinin bahçesine çıkarak geçen gemilerin görmesi için çift flamayı sallamaktadır. Babasının hala bir gün geri döneceğine yürekten inandığı için yapar bunu. Tam da bugünlerde lisede ortaya çıkan bir öğrenci hareketinin ortasında kalır ve hem bu hareketin başkanı hem de gazetecilik kulübü başkanı olan Jun’a aşık olur. Ama aralarında ikisinin de tahmin edemeyeceği farklı bir bağ ortaya çıkar.
Bu film, Miyazaki’nin izlediğim ilk filmiydi, sonunda şaşkınlıktan ve hayranlıktan şok olmuştum. Gerçekten inanılmaz derece güzel buluyorum filmi. Belki de ilk göz ağrısı olduğu içindir. Japon günlük kültürüne dair birçok şeyi de görüyoruz filmde. Yiyecek alışkanlıklarından, misafir ağırlama kurallarına, ailede büyük-küçük ilişkisinden günlük rol ve iş paylaşımına kadar pek çok detay. Japonların çalışma ahlakı ve disiplini konusundaki uygulamaları daima imrendiğim bir mevzu, buna da anime filmlerinde oldukça sık rastlıyoruz zaten.
Yüreğinin Sesi ( 1995)
On dört yaşındaki Shizuku orta okulu bitirmek üzere olan genç bir kızdır. Kitap okumayı çok sever, kütüphaneden aldığı kitapların içinde bir kart bulur. Kartta Sei Amasawa yazmaktadır. Bu kişinin kim olduğunu merak eden ve araştırmaya başlayan Shizuku, kendi hayatıyla ilgili de önemli şeyler keşfedeceği bir yolculuğa çıkmış bulunmaktadır…
Miyazaki’nin geçtiğimiz yıllarda verdiği emeklilik beyanının ilk cümlesi şöyle başlıyordu: “En az on yıl daha çalışmayı umuyorum.”
O, her sonun yeni bir başlangıç olduğunu tam da bu yüzden söylüyor olmalı. The Wind Rises filmi bittiğinde içimde yeni bir film yap cümleleri peyda olmaya başladı, demiştir. İnsan zannediyorum gerçek bir amaç ve anlamlı bir tutkuya sahip olduğunda hayatının sonuna kadar onun peşinden gitmek için içinde daima bir istek barındırabiliyor. Bu da bir insanın sahip olabileceği en yararlı şey olabilir. Günümüzün en büyük sorunlarından birisi içindeki çocuğu öldürmüş, kalplerindeki sevgiyi tamamen yitirmiş ve hayal etmeyi beyhude bir çaba olarak gören insanların dünyayı yönetiyor olması. Miyazaki’nin devlet başkanı olduğu bir dünyayı hayal ediyorum, enfes olmaz mıydı? Belki de böyle olsaydı şimdinin Miyazaki’sini kaybederdik. Her şeye rağmen şimdinin dünyasında Miyazaki’ye ve onun gibi birçok insana sahibiz. Bunu devam ettirmek ise hepimizin elinde.
Yazımı yine onun konuşmalarından bir kesitle sonlandırmaktan mutluluk duyacağım: “Sonsuz imkanlarla doğuyoruz ancak birer birer kaybediyoruz. Bir şeyi seçmek diğerinden vazgeçmek anlamına geliyor. Bu kaçınılmaz. Ama ne yapabilirim ki hayat böyle… Ve bu hayatı yaşamalıyız.”