Martıların seslerini duyuyorum. Önümden tek tük insan geçiyor. Sabahın kör saatinde buna bile şaşırıyorum.
İçime hafiften bir üşüme geliyor, valizden hırkamı çıkarıyorum. Karşımda, ucu bucağı olmayan engin deniz. Kimi zaman tüm insanlığı yutmak isteyecek kadar hırçın, kimi zaman kalbe huzur verecek kadar sakin. Alabildiğine mavi her yer. Kuşlar, vapurlar hatta kediler; hepsi mavi. Belki de içimi ferahlatmak için bu renge bürünmüşlerdir. Belki tedirginliğimi onlar da hissetmişlerdir. Fakat ne çare ki bunların hiçbiri beni etkileyemiyor. Eskiden bir parça nefes alabilmek için kaçtığım sahil de doyuramıyor ruhumu. Öylesine çaresizim.
Yan tarafımdaki, boyaları dökülmüş eski banka orta yaşlı bir İstanbul beyefendisi oturuyor. Lacivert takım elbisesine uydurduğu bordo kravatı ve oymalı bastonuyla dikkat çekmemesi mümkün değil. Cebindeki kağıt torbadan bir parça poğaça koparıp kediye uzatıyor. Önüne gelen nimeti reddedemeyecek kadar aç olan hayvan, saniyeler içerisinde yiyeceği silip süpürüyor. Ardından da tüm poğaça onun oluyor. Bu sahneyi kim bilir kaç defa izledim diyorum kendi kendime. Şahit olduğum her insan birbirinden farklı olsa da taşıdıkları vicdan, gösterdikleri merhamet aynı.
İşte bu yüzden içine bir parça bile yeni hayatımdan eşya koymadığım valizimle evden ayrıldım. Hepsi eski, hepsi aradığım ama bulamadığım günlere ait. Bir de babama. Onu o kadar uzun zamandır görmüyorum ki, sakallarının beyazladığına eminim. Dudağının kenarında konuşurken belli olan gamzesini özlüyorum. Akşam vakti eve geldiğinde annemin asık suratına rağmen benimle oynayışını, her seferinde cebinden ufak bir çikolata çıkarıp “Ben yedim, sana da getirdim.” diyerek verişini. Baba kelimesini özlüyorum. İçini dolduran fedakarlığı, şefkati, yorgunluğuna rağmen gözlerinde biriken mutluluğu özlüyorum. Ve sadece bununla yetiniyorum. Kara bir kış günü yataktan hınçla nasıl çıkarıldığımı, uyku sersemi hırpalanarak montumun giydirildiğini, babamın hayal meyal “Yapma, Aysel’i bırak hiç değilse!” deyişini unutamıyorum. Şundan eminim ki annem sırf babamdan intikam alabilmek, onu en derinden yaralayabilmek için beni peşinden sürükledi. Dün gece patlak veren olay da, o evde daha fazla kalamayacağımı gösterdi.
En nihayetinde kim üvey babasının yanında annesinden dayak yemeyi kabullenebilir ki? Her şey evlenmeyi istemediğimi söylememin ardından oldu. Öfke nöbeti geçiren annemi ne ben ne kardeşim sakinleştirebildik. Üvey babam ise uzaktan izlemekle yetiniyordu. En sonunda da yüzüme inen tokat ve sel olan gözyaşları.. İşin tuhaf yanı annemin bundan pişman olmak yerine daha fazla üstüme gelip, görücüleri neden kabul etmediğimi bir türlü anlamadığını söylemesiydi. Evlilik hayatı boyunca beni bir süs eşyası gibi yanında taşıyıp, cemiyet hayatına tanıtan annem. İkinci evliliğinden olan kızını daha çok sever gibi görünüp iyi eş rolünü layıkıyla yapan annem. Tüm bunların arasında babasının sımsıcak sarılmasını özleyen evlat, ben.
Sert bir rüzgar yüzüme çarpınca kendime geliyorum. Düşüncelere daldığım için denizin kabarmaya başladığını fark etmemişim. Valizimi elime alıp sahil boyunca yürümeye başlıyorum. Yanımdan geçen çiftlerin, yaşıtlarımın mutluluğunu yüzlerinden okumak gözlerimi yaşartıyor ama dayanıyorum. Kısa bir süre sonra, karşı kaldırımda bankamatiğin yanındaki telefon kulübesini fark ediyorum. Arabalara aldırmadan yola atlayıp bir solukta ahizeyi elime alıyorum. Numarayı çevirirken içim içime sığmıyor. Cevap beklemek bile güzel, kalbim delicesine çarpıyor.
-Alo?
-Alo, baba!
-Aysel kızım, sen misin?
-Benim baba, nasılsın, sesini duymayalı ne çok zaman oldu, özledim…
-Aysel, can parçam. Ne iyi ettin de aradın. Annen? Annen fark etmesin ama, neredesin?
-Merak etme dışarıdan arıyorum. Sahilde bir telefon kulübesinden.
-Bu saatte senin okulda olman gerekmez miydi? Hava da soğuk. Neyin var yavrum, neden oradasın?
İşte asıl meseleye geliyoruz. Babama söyleyeceğim. Kabul edeceğinden kuşkum yok. Sonra da özlemini duyduğum şefkatli sarılmalarla dolu, bir tas sıcak çorbayla mesut olunan aile hayatına kavuşacağım.
-Ben evden ayrıldım baba, annemin haberi yok. Daha fazlasına katlanamayacaktım. Ben.. Ben seninle yaşayabilir miyim?
Cevabını beklerken birisi beni görse, dünyanın en mutlu insanı olduğumu düşünürdü. Hayatımda hiç bu denli emin olmamıştım.
-Kızım, ne yaptın sen? Henüz çok geç değil. Eve dönmelisin çünkü şu sıralar seni yanıma almam mümkün değil. Halan birisiyle tanıştırdı, nişan yaptık. Masraflar belimi ziyadesiyle büktü. Belki bir müddet sonra seni yanıma alabilirim ama şu an değil.
Nasıl yani, babam da mı istemiyor beni? Tutunmayı dört gözle beklediğim adam da kolumu kanadımı mı kırıyor? Peki şimdi ne olacak? Beni kim gerçekten sevecek? Ahizenin ucuna bir damla gözyaşı düşüyor.
-Aysel? Orda mısın?
-Buradayım baba. Hayırlı olsun, bilmiyordum. Sen canını sıkma, ben eve dönerim.
Neden konuşamıyorum? Neden kelimeler boğazımdan öteye geçemiyor?
-Git yavrum, ben seni arayacağım, en kısa zamanda.
Taşıdığım valiz mi ağır geliyor yoksa kalbim mi bilmiyorum. Yollar önümde uzadıkça uzuyor. Yanımdan geçen araçların farkında değilim. Şimdi ne yapacağım, sorusunu sormuyorum kendime. Çünkü gerek kalmadığını biliyorum. Son ümidim babamdı ama artık o da yok. Ne eski mahallenin anıları, ne de çocukluğumun şen şakrak zamanları geri gelmeyecek. Babam beni asla aramayacak.
Pişmanlık kaplıyor her yanımı. Babamla yaşamanın hayaliyle kitaplarımı yanıma almamıştım. Nasıl olsa o bana tekrar alırdı. Oysa şimdi hepsinden mahrum kalmıştım. Ne çok ihtiyacım vardı. Refik Altınok kitabını almak için uğradığım kitabevini anımsadım. Ardından tanıştığım o satırlar şu an benimle burada olmalıydı. Bir sayfasında şöyle diyordu:
“Hayat bir mucizedir. Onu nasıl göreceğimiz bize bağlıdır. Karmaşık yollara girmek yerine aydınlık tek bir yolu tercih etmek.. İşte bu, kurtuluşa giden kapıyı aralayacaktır. Çünkü ilahi kudretin davet ettiği İslam’a açılan kapı, asla hayal kırıklığına uğratmaz.”
Oysa bu dünyada en yakınlarımız dediğimiz anne-babalarımız bile bizi terk edebiliyordu. Demek ki bizden vazgeçmeyen tek varlık oydu. Değer veren, yaratan, seven, sabreden, bekleyen, cenneti vaad eden. En güzel cümleyi ise sona saklamıştı yazar:
“Ben size yetmez miyim, diye soran Rab’den ümit kesilir mi? Günde beş vakit huzuruna çağıran Sevgili’den daha güzeli olabilir mi? Kimsem yok demek yerine Allah var diyebilmeli ki ruhumuz, sonsuz huzura kavuşabilsin…”
Kafamda bin tane cevapsız soruyla caddeye adımımı atıyorum. İnsanların sesleri kulaklarımda uğulduyor. Önümden bir köpeğin koşarak geçtiğini hayal meyal görüyorum. Bir çığlık duyuyorum, ardından bağrış çağrış. Kafamı çeviriyorum gayri ihtiyari ve sokağın ortasından bana doğru hızla yaklaşan minibüsü fark ediyorum. Valizim mi ağır kalbim mi, bilmiyorum. Aracın ışıkları git gide yaklaşıyor. Hareket edemiyorum. Babam. Babamı arasam vazgeçer mi? Beni yanına alır belki, hata ettim kızım der. Ben şu an bu sokakta olmam, yanında ve ona sarılıyor olurum. Bu keskin acı da ne? Neden ellerim acıyor? Gözlerimi açamıyorum, bir şeyler bana dokunuyor ama göremiyorum. İçim yanıyor. Sıcaklığını yüzümde hissettiğim sıvı bile bunu gölgeleyemiyor. Her şey güzel olacaktı, ben güzel olacaktım. Şimdi ise daha önce hiç tatmadığım bir duyguyu, dayanılmaz bir acıyla beraber yaşıyorum. Mutlu olan tek yerim kalbim. Sanki bir yere gitmenin acelesiyle, heyecanıyla çarpıyor. Kime kavuşacaksın ey ruhum, seni alemlerin başlangıcından beri bekleyene mi? Öyleyse ne duruyorsun, her şeyin biterken aynı anda başladığı yere gitmeli. Korkulardan emin olunana, gönül ferahlığına kavuşmalı. Ve yavaşça sönüyor hissettiklerim. Ayaklarım artık daha iyi. Kalkabilirim, yürüyüp buradan çok uzaklara gidebilirim. Ellerim de ısındı. Gözlerimi açmak istemiyorum, biraz uyursam geçer. Ferah, masmavi bir rüya beni bekliyor. Hayalini kurduğum dünyaya nihayet kavuşacağım. Sesler uzaklaşıyor, ben içime dönüyorum. Zamansız gelen tatlı uykunun kollarına kendimi bırakıyorum…
-SON-