“Ümmetimden Sıla isminde biri gelir, onun şefâati ile birçok kimse cennete girer.”
Hadis-i Şerif
Hindistan’ın karanlık zamanlarına düşüveren bir çerağdır İmam-ı Rabbanî (k.s.) Hazretleri. Cahil ve nâdan biri olan Ekber Şâh’ın, okuma yazma dahi bilmeden ‘Mutlak Müctehid’ unvanını aldığı, İslâm’ın hükümlerini keyfince değiştirmeye başladığı, bid’atleri Müslüman kalplere zerk ettiği bir dönemin şifasıdır.
Hicri 971’in Aşûrâ gününde, Hindistan’ın Serhend şehrinde dünyaya gelen İmam-ı Rabbanî’nin esas adı Ahmed olup, nesebi Hz. Ömer’e (r.a.) dayandığı için “Ahmed-i Fârukî” olarak anılır. Mürşidi Muhammed Bâkîbillah Hazretleri (k.s.) kendisine “İmam-ı Rabbanî” ismini vermiş ve aynı zamanda ikinci bin yılın müceddidi olması hasebiyle de “Müctehid-i Elf-i Sânî” künyesini almıştır. Bunun yanı sıra İslam’ın hükümleriyle tasavvufu birleştirmesinden dolayı kendisine, daha evvel hiç kimseye verilmeyen ve “birleştirici” manasına gelen “Sıla” unvanı da verilmiştir.
İmam-ı Rabbanî Hazretleri henüz çok küçük yaşlarda dünya çilesiyle muhatap kılınmıştır. Neredeyse hayatından ümit kesilecek kadar büyük bir hastalığa yakalandığında, babası tarafından Kadirî şeyhi Şâh Kemâl Kadirî Hazretlerine götürülmüştür. Hazret-i Şâh ise “Hiç korkmayınız, bu çocuk yaşayacak. İlmiyle âmil ve büyük bir âlim, yüksek manevî mertebelere sahip ve eşsiz bir ârif olacak.” buyurmuştur.
İlk tahsilini babasından görmeye başlayan Ahmed-i Fârukî Hazretleri, küçük yaşta Kur’an-ı Kerîm’i hıfz edip daha sonra Siyalkut şehrine giderek devrin en meşhur âlimi Mevlâna Kemâleddin Keşmirî’den (rah.) aklî ilimleri öğrenmiştir. Hadis ilmini Mevlâna Ya’kûb el-Keşmirî es-Sarfî’den, tefsir, fıkıh ve usûl ilimlerini Âlim-i Rabbanî Kâdı Behlül el-Bedahşî’den okumuştur. Henüz on yedi yaşındayken aklî ve naklî, usûl ve fürû ilimlerinin yanı sıra babası vasıtasıyla Kadiriyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye tarikatlarından icazet almıştır.
Asıl gönlünde yatan Nakşibendiyye târikine intisabı ise Mekke-i Mükerreme yoluna revan olduğu 1008 yılına isabet eder. Nakşibendiyye yoluna ve onların büyüklerinden birine kavuşma iştiyakı içinde yanarken, Beytullah’ı tavaf etmek ve Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek kabirlerini ziyaret etmek üzere Serhend’den yola çıkıp Delhi’ye varınca Hasan Keşmîrî, onu şeyhi Muhammed Bâkîbillah (k.s.) Hazretlerinin huzuruna götürür. İmam-ı Rabbanî Hazretleri, Muhammed Bâkîbillah Hazretlerine intisab edip sohbetlerine devam ederek, kendisinin yüksek kabiliyeti ve üstazının teveccühleri sayesinde kısa zamanda başkalarında görülmeyen hâllere ve kemâlâta kavuşur. Daha sonra mürşidinden aldığı tam icazet ile Serhend’e döner.
Serhend’e döndükten sonra, Nakşibendiyye yolunun esasını teşkil ettiği üzere, müridlerini daima Resûlullah’ın (s.a.v.) şerîatına sarılmaya, onun sünnetini yaşatmaya ve her şeyi sünnete uygun olarak yapıp sünnete muhalif olan her şeyi terk etmeye teşvik etmiştir.
Sünnet-i seniyyeyi bu denli teşviklerinden dolayı İmam-ı Rabbanî Hazretleri, Ekber Şah’ın başlarını çektiği ehl-i sünnet düşmanlarının tepkisini çekmiştir. İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin en büyük mücadelesi de haliyle Ekber Şâh’a karşı olmuştur. Ekber Şâh, bütün dinleri hak saydığı “Din-i İlahî” adı altında bozuk itikada sahip gayr-i meşru nizamı tesis etmeye çalışıyordu. Bu fitnenin önüne geçilmeseydi Hindistan’da İslam’ın izi kalmayacaktı. Böyle karanlık bir devirde Allah-u Teala’nın vazifelendirdiği İmam-ı Rabbanî’nin (k.s.) himmetleri ve gayretleri neticesinde İslam, Hindistan topraklarına yeniden bir güneş gibi doğdu.
Ekber Şâh öldükten sonra yerine oğlu Selîm Cihângîr Hân geçti. Ehl-i sünnet olan Cihângîr Hân’dan ziyade Şii olan eşinin devlet erkânı üzerindeki nüfuzu hasebiyle İmam-ı Rabbanî Hazretleri, üç sene müddetince Guvalyar kalesinde tutsak edildi. Fakat mürşid-i kâmil, bu süre zarfında da tedrisattan ve irşaddan geri durmadı. Hatta kendisini hapsettiren vezirin kardeşi dahi İmam-ı Rabbanî’nin kerametli hallerini ve vakârını görerek bozuk itikadını bırakıp, onu seven samimi talebelerinden oldu.
İmam-ı Rabbanî Hazretleri, müceddid-i elf-i sânidir. Yani Hicrî ikinci bin yılın müceddidi, yenileyicisidir. O dönem başta vahdet-i vücut olmak üzere yanlış anlaşılan pek çok meseleyi açık bir şekilde izah etmiş, insanların zihinlerini ve kalplerini yanlış ve bozuk inanışlardan, bid’atlerden temizlemiştir.
İmam-ı Rabbanî Hazretleri (k.s.) İslam’ın ihyası için verdiği mücadelenin sonunda 28 Safer 1034’te, bugün kabr-i şerifinin de bulunduğu Serhend’de ahirete irtihal etmiştir.
Mektûbat’tan ve mübarek sözlerinden..
Mektûbat, İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin en meşhur ve en çok okunan eseri olup, muhtelif zamanlarda muhtelif kimselere gönderdiği mektupların, kendisi daha hayattayken müridleri tarafından bir araya toplanmasıyla meydana gelmiştir. Birinci cildi hem Resullerin hem de Bedir ashâbının sayısına muvâfık olması için 313 adet mektuptan oluşup, bunların ilk yirmisi “arîza” ismiyle üstazına yazdığı mektuplardır. İkinci cildi ise Esmâ-i Hüsna adedine muvafık olması için 99 mektupta tamamlanmıştır. Üçüncü cildin ise Bâkî ism-i şerifinin ebced hesabıyla çıkan sayısına denk olması için 113 mektupla sınırlandırılması düşünülmüşse de geride kalan mektupların eklenmesiyle bu cildin mektup sayısı 122’yi bulmuştur. Böylece tamamı 534 mektuptan meydana gelen üç ciltlik bir eser teşekkül etmiştir.
***
“Bu târikata girip de adabına riayet etmeyen, bid’atler ihdas eden, bu yolda çok şey kaybeder ve hüsrana uğrar.”
***
“Bir kimse havada uçsa veya su üzerinde yürüse fakat müstehaplardan birini terk etse, onun bu taifede zerre miktarı kıymeti yoktur.”
***
“Manasını kalbiyle kabul ve tasdik etmeden kelime-i şehâdeti (sadece dil ile) söylemek kâfi değildir. Zira münafıklar da bu kelime-i şehâdeti söylerler. Kalbin imânının alâmeti, dinin emirlerini, isteyerek ve arzu ederek yerine getirmektir.”
***
“Haramlardan kaçınmak iki kısımdır: Birisi Allah-u Teâlâ’nın hakları ile alakalı olan, diğeri de kulların hakları ile alakalı olanlardır. Kulların hakları ile alakalı olan haramlara riayet etmek, diğerine riayet etmekten daha mühimdir. Zira Allah-u Teâlâ, mutlak olarak ganîdir ve erhamerrâhimîndir. Kullar ise fakir, muhtaç ve cimridirler.”
***
“Fırsatı ganimet bilmek ve Allah-u Teâlâ’nın razı olacağı şekilde değerlendirmek lazımdır. Tevbeye muvaffak olabilmek Allah-u Teâlâ’nın inâyetindendir.
Allah-u Teâlâ’dan daima bu mânâyı istemek ve şeriatte yüksek mertebelere ulaşmış olan hakikat âlemi dervişlerinin himmetini talep etmek, Allah-u Teâlânın inâyeti zahir olana kadar onların kapılarından meded istemek lazımdır.”
Mektûbat’ta “Derviş nasıl olmalıdır?”
“Bizim gibi fakirlere lazım olan şeyler şunlardır;
• Kendisini hor ve hakîr görerek, Hak Teâlâ’ya tazarrû ve iltica etmek ve daima inkisar hâlinde bulunmak,
• Kulluk vazifelerini yerine getirmek ve dinin hududunu muhafaza etmek,
• Her hususta sünnet-i seniyyeye uyumak ve hayırlı şeyleri tahsil ederken niyeti düzeltmek,
• Bâtınını hâlis kılmakla beraber dışını da İslâm’a uygun hale getirmek,
• Günahların istilâ ettiğini müşâhede ederek kendini hep kusurlu bulup, ayıplamak,
• Gaybı bilen Allah-u Teâlâ’nın intikam almasından korkmak,
• Hasenâtı (sevap almak için yaptığı güzel işler) çok da olsa, bunları az görmek,
• Kötülükleri ve günahları az da olsa, bunları çok görmek,
• İnsanlar tarafından kabul görmekten ve şöhretten hoşlanmamak. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki:
“Bir kimseye, dinî veya dünyevî bir hususta parmakla gösterilmesi şer olarak yeter. Ancak Allah’ın (c.c.) korudukları müstesnâdır.”
• Niyet ve işlerinin sağlamlığı sabah aydınlığı gibi açık da olsa daima (iyi değildir diyerek) nefsini itham etmek,
• Vâkıa uygun bile olsa hâllere ve vecdlere itibar ve itimat etmemek,
• Sırf dininin kuvvetlenmesi ve Müslümanların takviye edilmesi, dinin revaç bulması için gösterdiği gayretleri, insanların Hakk’a davet edilmesi gibi Allah yolunda yaptığı hizmetleri beğenmek doğru değildir. Zira bu kısımda anlatılan hizmetler zaman zaman kâfir ve fâcir kimseler tarafından da yapılabilir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Allah-u Teâlâ bu dini fâcir bir kimse ile de kuvvetlendirir.” buyurmuşlardır.”