Etrafımızda sadece bize dönük olan nice ayna var değil mi? Sadece kendimizi gördüğümüz dev aynalar… Devamlı kendimizi öven, kurban durumunda gören, en çok kırılanın yine biz olduğunu ya da en çok bu hayatı bizim dibine kadar yaşadığımızı gösteren o dev aynalar. Kimseye paye vermeyip, yine kendimizi anlattığımız ve susmadan kendimizi anlatmaya devam edeceğimiz bir görüntüyü sunuyor o aynalar bize.

Günlük olarak girdiğimiz diyaloglara dönüp baksak, en fazla özne olarak “ben” kelimesini dolduruyor cümlelerimiz. İki lafımızdan biri “ben öyle yapmıyorum ki!” ya da “en çok ben çektim” cümleleriyle günü dolduran konuşmalar içine giriyoruz sanki. He! Bir de aslında çok klişe olan “hayatımı yazsam roman olur” cümlesini kullanmayan kişi yoktur sanırım aramızda.

Nedensiz bir öfkemiz var, iletişim halinde olduğumuz insanlara karşı. Bizi anlamadıklarından, dinlemediklerinden dem vuruyoruz devamlı. Onlar hakkında bir olayı dinledikten sonra bizim gibi davranmadıklarından ötürü büyük bir öfke bulutunun içinde buluyoruz kendimizi. “Neden benim gibi yapmadı ki?” ya da “ben öyle olsam şu şekilde davranırdım” minvalinde sözler sarf ediyoruz. İşte yine o etrafımızda hep var olan aynalara bakıp konuşuyoruz. Biz istiyoruz ki bizim gibi düşünsünler, bizim doğrularımızla hareket etsinler düşüncesindeyiz. Bu da bir çeşit bencillik durumu oluşturmuyor mu sizce?

Son zamanlarda içinde olduğumuz pandemi durumundan mütevellit bir çeşit kısıtlamaların getirildiği bir hayatı yaşamak durumundayız. Bizler evdeyiz yaklaşık iki aydır ama birçoğumuzun da söylediği gibi hali hazırda hayatına devam eden nice insanlar var. Bu tamamen yanlış bir durum. “Vebal, sadece yine kendini düşünme…” ben bunlara girmeyeceğim. Fakat bu süreçle ilgili başka bir durum var ki aslında günlerdir bu yazıyı yazmama sebep olan olaylardan biri. Zaten bir sürü farklı söylem var ortada. Uzmanların söylediği haricinde nice çeşitli “kendince” doğrular meydana atılıyor. Biri bir cümle sarf ettiğinde sanılıyor ki bu doğru tüm şu süreci sonlandıracak. Bununla da bitmiyor. Bunun ardından bu doğruyu yalan çıkaracak yine başka “kendince” doğrular çıkıyor ve bakıldığında bunlar bir kaos haline geliyor, herkes kendi doğrusunun avukatlığını yapmaya başlıyor. İşte burada yine o etrafımızda duran ve bizim egomuzu okşayan o aynalar yansımasından konuşuyoruz işte.

Dinimizin ilk emri “oku,” mesnevi ilk “dinle” ile başla ve çoğu dünya üzerindeki dinler devamlı “benliği” terbiye etmeyi öğütler insanlığa. Bu konunun üzerine söylenmiş nice söylemler vardır da biz yine kulaklarımızı kapatmaya zorluyoruz sanırım.

Şimdi o aynaları tek tek kırmaya çalışsak. Fıtrata yönelik bir adım atsak. Önce okusak kendimizi, insanlığın neresindeyiz diyebilsek. Sonra hemhal olduğumuz insanlara kulak versek. Onların hayatlarına onların gözüyle bakabilsek. Zorlaştırmasak hayatı hem kendimize hem de çevremize. Bu kadar zorluğun içinde bir nefes aralığı olsak.

Bir konuşmada sıranın bize gelmesini beklemeyen, bir dert ya da mutluluk duyduğumuzda onu yüreğinde hissedebilen, gerekirse birine tevazusuyla liman olabilen bir “insan” olmamız duasıyla…