Zaman nasıl da hızlı geçiyor değil mi? Bir bakmışsın hafta sonu geliyor. Yıllar geçiyor. Tüketim çağı dediğimiz olgu sanki zamanı da tüketiyor. Ne bereketi kalıyor onun da ne de değeri. Tüketim, tüketmek, tükettiklerimiz… Zamanla beraber zamanın içinde asıl olan insanı yani bizi tüketiyor desek yalan sayılmaz aslında. İnsanlık bitiyor da ya da kimine göre bitmişte haberimiz yok sanki. Devamlı farklı trajedilerle karşılaşıyoruz. Belki trajik gelen cümlelerin içinde değiliz belki de o cümlenin kendisiyiz.

Anlatmak istediğim bu değil aslında. Az önce bahsettiklerim bir hastalık hali. Kronik şikâyet etme hastalığı. Devamlı birbirimize dem vurduğumuz “nerede o eski günler ?” klişesinden sadece sağduyulu bir kesit. Benim değinmek istediğim kurtuluşu var mı bu durumun? Cömertliği, sabrı, iyi niyetleri geri getirebilmenin çaresi var mı? Merak ettiğim bu.

Annelerimizi dinlersek kendi yaşadıkları zamanda sanki geçim zor olsa da kaynaklar kıt olsa da insanların muhabbetinin bir tadı varmış. Elbet o zamanlarda da kötülük hasleti de var olan durummuş ama şimdi ki gibi değil sanki. İnsanlar geçim sıkıntısında olsa da mutluluğun ne demek olduğunu bilirmiş. Durumlar şimdiki zamana göre daha iyiymiş. Neden diye soruyorum kendime de nicedir. Galiba az çok biliyorum cevabı. Biz mutluluğu yanlış yerlerde arıyoruz. Maddiyatından peşinden koşarken daha fazla para, mal, mülk isteği içerisindeyiz ki geri kalan hiçbir şey umurumuzda değil. Ve bunların peşindeki ömür sürerken mutluluk yanımıza kar kalmıyor işte. Bir filmdeki olağanüstü replik gibi “her gün işe gidiyorsun, akşamları erken uyuyorsun ve bunun karşılığında aldığın tek şey bir koltuk takımı. Gerçekten acınası bir durum”. Bunu düşündüğümüzde bu repliğe katılsak da sadece katılmaktan öteye geçemiyoruz.

İnsanı insan yapan hasletlere geri dönmek için etrafımızdan beklemek yerine kendimizde bunun miladını yapabilsek, daha iyi günleri göreceğimizi düşünüyorum. İnsanlardan karşılık beklemeden bir iyiliği yapmayı, alkış beklemeden, başka gözlere sokmadan yapabilmeyi başarabilirsek bir sıfır öne geçmeyi başarabiliriz. Başkalarının hayatına renk katarak, onların da hayatında bir şeyleri iyileştirerek yaşamaya çalışırsak kendi hayatımızın biricik olma duygusundan da vazgeçeceğiz sanırım. Modern toplumun madden zengin, manen fakir insanlar yetiştirmesine inat bizler Allah’ın sözlerini işiten ve bu bağlamda yaşamaya çalışan insanlar olursak zaman da geçerken bereketini hissettirecektir. Zaman fani olduğumuzun bilincinde akıp giderken, dine uyup hazzı erteleyebilme erdemini hissederek yaşarsak eski mutlu, huzurlu günlere dönebileceğimizin umudu baki içimde. Umut etmenin de bir güç olarak algılayabilirsek, sonuçtan değil de süreç bazlı bir yaklaşım sergilersek evet ihtiyacımız olan güzellikleri içimizde yeşertmiş olacağız.

Demek istediğim kimseden beklemeden, şikâyet etme hastalığını içimizden atarak ben ne yapabilirim soruşunla yola çıkarak yolda olmanın halini sindirmeliyiz. Unutmayalım ki ahirette herkes ne yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını verecek. Herkes kendinden mesul bir anlamda. Bırakalım da başkaları da kendi hesabının düşüncesi içinde olsun. Üzerimize düşeni, öncelikle kul olarak hayatta var olarak asıl gayeyi yerine getirmiş olacağız.

Var olan zaman algısı dünya saati modernizmi. Bizler zamanı fecre göre ayarlarsak, bereketin her şekilde hücrelerimize nüfus ettiğini göreceğiz. Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” yazısında da uzun uzadıya bahsettiği gibi fıtrat tersinde zamanı yaşamak iyi olan tüm halleri bizden almakta. Ve yazı da bahsettiği gibi Haşim’in “  Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.”

Bu kimselerden olmamak adına zamanın bizi kullanmasındansa bizlerin zamanı kullanmayı öğrenmesi gerekiyor. Fıtratımız, insan olma erdemimiz bunu yapabileceğimizin göstergesi. Olması içinde sadece Allah’ın dediklerini işitebilmeyi ve gönderilen kitabı okumanın manasını anlayarak sonuca ulaşabileceğimizi umuyorum.