“Yerdekiler göktekilerin kanununu unutunca karıştı koca dünya. Hey gidi koca dünya.

Bazen diyorum ki bizim kafamızı neden böyle ıvır zıvır şeylerle dolduruyorlar? Sonra hemen buluyorum cevabı: Sürekli bunlarla meşgul olan bir genç, şunları düşünemez: Ulan bizi kim yönetiyor, nasıl yönetiyor, sömürülüyor muyuz, emperyalizm nedir, modernizm nedir, çağdaşlaşıyoruz derken yozlaşıyor muyuz vesaire…”

Ya da şu alıntıyla başlatırsam yazıyı daha kolay mı olur hangi kitaptan bahsettiğimin anlaşılması?

“Ders çalışadursun Hamza;
Yerle bir oldu Gazze.
Test çözmeyi biliriz fakat
Cihadı öğretmediler bize.”

Bir yerden hatırladınız değil mi? En az bir kere bir sosyal medya sitesi üzerinden okumuşsunuzdur bu satırları. Benim çok sık rastladığım satırların sahibi Ömer Faruk Dönmez ve düşüncelerini bu kitapta onun aracılığıyla söylediği biricik kahramanı Hamza’yla tanışalım istedim bu sefer, yazarının diliyle söyleyecek olursam “işte karşımızda Hah ha Hamza!”

Oluyordur size de, sizi ilgilendirmeyen bir işle gereğinden fazla meşgul olduğunuzda, daha faydalı bir şey yapabilirdim pişmanlığı gelir, peşinizde dolanıverir bir süre. Benim aklıma Hamza’yı okumuşluğum geliyor, çok önce okumama rağmen geçen günlerden birinde Hamza’nın yaşına ulaştığımı fark ettim. Hamza’yı okuduğum yaşla Hamza’nın yaşına geldiğim yaş arasında bir değişiklik var mı acaba merakıyla tekrar elime aldım kitabı bugün. İnşallah vardır, hâlleri hâlden hâle çeviren Allah’ım okuduklarımızdan hâlet-i ruhiyemize bir şeyler katmayı nasip ediyordur umarım hepimize.

Konusunu tam hatırlayamadığımdan, ilk önce mutat olarak bulunan arka kapak yazısını okumaya yeltendim. Öyle bir yazı yok, kitabı alırken de aynı şeyi yaşadığım aklıma geldi, arka kapak yazılarına önem veren biriyseniz durup kısa kısa sayfaları karıştırıp üslubu çözmeye çalıştığımı da tahmin edersiniz. Yine öyle yaptım, bu sefer ilk okuyuşta çizilmiş satırlar kılavuzluk etti bana. Sayfaları çevirdikçe okurken hissettiğim şeyleri hatırladım, muzip satırlara muzip gülümseme işaretleri koymuşum. Birkaç sayfa sonra geri dönüp o gülümseme işaretlerinin yanlarına konulan ünlemlerin sebebini de anlatacağım ama kitap hakkında tek bir cümle söyleyecek olsam “derdini muzipliğe vurarak anlatmak.” Derdim. Hah ha Hamza! Deyişinden anlaşılıyordur zaten.

Hamza, yani sorgulamaksızın tatbiki amaçlayan bir devirde sorguladığı şeyleri bile sorgulama hissiyle yana yakıla dolaşan, çağının getirdikleriyle dininin gerektirdikleri arasında sıkışıp kalmış bir genç. Hamza, yani biz.

“Sorsam. Acaba herkes nereye gidiyor? Nereden biliyorlar nasıl yaşanacağını… Kimse şaşırmıyor. Tek şaşkın benim anlaşılan. Kimse günün bir saatinde, birdenbire, ne yapması gerektiğini unutuvermiyor. Kimse de şöyle usulca yanıma sokulup, şimdi ne yapacağım, demiyor. Oysa ben… Öyle isterdim ki birine bu soruyu sorabilmeyi: Şimdi ne yapacağım abi, ha?” 

Kitabı okurken Hamza’yı ve derdini anlayabilmemiz için Ömer Faruk Dönmez ‘in üslubundan da bir nebze haberdar olmamız gerekebilir. Günlük konuştuğumuz dil ancak bu kadar değişik bir üslupla bizi şaşırtabilir. Önceden birkaç kitabını okumuşsanız yabancısı değilsinizdir ama daha ilk kitabıysa elinizdeki, Ömer Faruk Dönmez ‘in anlatmak istediğini anlayana kadar “yahu ne saçmalıyor bu adam?” fikri aklınızda döner durur. Bunun kitabın sonunun nereye varacağını merak etmemiz için yapılan muzipliklerden biri olduğunu düşünmek mümkün, ancak muzipliğinin altındaki sivri dili kavradığınız anda, art arda gelen cümlelerden her birinin yüzünüze attığı şefkat tokatlarını hissedeceğinizden eminim. Aba altından sopa gösteren bir yazar diyebiliriz aslında, siz muzipliklerine gülüp geçerken sayfalar sonra aslında orada size ne demek istediğini anlayıp, şaşırabiliyorsunuz, çok normal ve biraz sinir bozucu. Ama kitabı hâlâ elinizde tutmanıza sebep olacak şeylerden biri bu, bir derdi var, size onu anlatana kadar beyninizin gidip gelmesini istiyor, okurun düşünmesini sağlayacak yollardan bir tanesi olarak düşünebiliriz, ilgisizmiş gibi gözüken onca şeyle söze başlayıp, ortalığı karıştırıp karmaşanın içinde size bir mesaj veriyor mesajı aldığınızda ufak çaplı aydınlanmalar ve akabinde “yahu bunda gülünecek bir şey yokmuş” tepkileri geliyor. Okur şaşkın şaşkın okumasına devam ederken yazarın tam olarak bunu amaçladığını iki arada bir derede Hamza’ya şunları söylettiğinde anlamış oluyoruz zaten:

Hamza oğlum, yine neler söylüyorsun? Valla aslında çok derin şeyler söylüyorum. İyi de, biraz daha açık söylesene; sonra insanlar beni anlamıyor diyorsun. Tabi insanlar beni anlamıyor. Neden? Seviye meselesi azizim. Üç cümlede otuz üç gönderme yapıyorum. Muhatabım gönderdiğim yerden gelene kadar ben çoktan başka bir mevzuya geçmiş oluyorum. Adam “haaaaa” derken ben uçmuş oluyorum yani. Geçen gün bir arkadaşla ülke sorunlarından konuştuk biraz. Dinledi dinledi ve “Çok karışık şeyler anlatıyorsun.“ Dedi. Vay be. Akşamları televizyonun karşısına oturup saatlerce dizi film izleyen ve hayatı boyunca toplam üç kitap okumamış adam, anlattıklarımı karışık buluyor! Hah sevsinler! Sen aynanın karşısına geç de saçlarını karışık bul. Nuri Pakdil’i, Sezai Karakoç’u, İsmet Özel’i okumamış bir adama ben ne anlatayım kardeşim. Hah ha. Ve işte karşınızda Hah ha Hamza!”

Benim kitapta çok sevdiğim iki kısım olmuştu. Birincisi amcaları ve babasından yani nam-ı diğer Yaramazov kardeşlerden bahsettiği kısım, diğeri ise Figân-ü Lugati-t Türk kısımları. Figan-ü Lugati-t Türk kısmında konunun içinden seçtiği bir kelimeyi kendine has anlatımı ve yine kendi kavrayışıyla açıklıyor yazar, açıklıyor açıklamasına ama Ömer Faruk Dönmez gibi değişik bir zihinden alışılmış düzeyde bir lügat beklemediğimizden, kelimeler de Ömer Faruk Dönmez ‘ce bir anlama kavuşmuş oluyor, bize de onun farklı bakış açısından keyifli bir şekilde nasiplenmek düşüyor. Yaramazov kardeşler kısmında ise Hamza’nın her biri farklı dünya görüşüne sahip amcaları ve babasıyla olan çekişmeleri, yine Hamza’nın sorgulayıcı  kimliğiyle karşımıza çıktığından, hak vererek ve aynı şeyleri yaşadığımızı düşünerek okuduğum kısım olmuştu.

“Bizimkiler ne zaman bir araya gelse resmen şölen olur. Hepsi birbirine karşı saygılıdır; ne de olsa kardeşler; ama bir türlü uzlaşamazlar. Yöntem farkı! Hepsinin doğruları var, yanlışları var. Cemaatler, tarikatlar, partiler… Saatlerce konuşurlar, tartışırlar. Ortalık alevlenir. Sonra dedem bana bir işaret çakar. Kamet getiririm. Seccadeler serilir. Hepsi Allah’ın huzurunda yan yana durur. Zaten beni bitiren de bu! Hepsi aynı safta Allah’ın huzuruna duruyor olmasa, çok şey söyleyeceğim amcalarıma ya, neyse! Hepsi “Kuran ve Sünnet” diyor olmasa, çok şey söylerim amcalarıma ya, neyse!”

Aslında garip bir durum tabi. Ulan hepiniz Kuran ve Sünnet diyorsanız, niye birleşmiyorsunuz? Allah birliği emrediyor; ayrılık düşmanın işine geliyor; görmüyor musunuz? Böyle söyleyince de amcalarım kızıyor bana. Madem bizi beğenmiyorsun sen de bir cemaat kur diyorlar. Derdim o değil: Herkesin cemaati tarikatı yine kendinin olsun; herkes Allah’a yine kendi bildiği yoldan gitsin: eyvallah: bu rahmettir. Fakat cemaatler üstü bir kardeşlik bilinci şart değil mi? Her grup, üç tane dirayetli âlimini, üç tane kudretli mütefekkirini temsilci olarak gönderecek; bir şûra kurulacak, meseleler istişare edilecek, bir kardeşlik mutabakatı tesis edilecek. Madem kaynak aynı, madem hedef aynı. Çok mu zor?

Ah ah, amcalarım benim. Canlarım ciğerlerim. Hepsi beni çok sever. Ben de hepsini çok severim. Yalnız ufak bir sorunumuz var işte: ne vakit liderleri halkında bir şey söylemeye kalksam, fena bozuluyorlar. Galiba liderlerini yanılmaz addediyorlar. Hâlbuki ‘ismet’ sıfatı peygamberlere özgüdür. İsmet mi? O da ne? İsmet peygamberlerin masum ve günahsız olması demektir cahilcim. Haaa. Hatta bazı kelam ekolleri peygamberlerin bile dalgınlık veya unutkanlıkla ‘zelle’ adı verilen çok küçük hatalar yapabileceklerini söylemişlerdir. İmama ismet atfedenler benim bildiğim Şiilerdir. Fakat amcalarım da az değil hani: liderlerine ‘ismet’ sıfatını isnat eder gibi bir halleri var.

Hayırdır amcalar? Liderleriniz günahsız ve hiç yanılmaz adamlar mı ki bu kadar kızıyorsunuz bana? Birlik olmayı, şûrayı ve istişareyi Allah emrediyor. Ben kafamdan uydurmuyorum ki. Cemaatler üstü ‘birlik, şûra ve istişare’ fikrine burun kıvıranlar, cemaat ve lider taassubuna kapılmış olanlardır. Müslümanları ‘La yüs’el-karizmatik lider’ anlayışından ancak şûra anlayışı kurtarır arkadaşlar. Bu canım amcalarım ‘benim cemaatim bana yeter’ dediği müddetçe; ‘benim şeyhim bana yeter’ dediği müddetçe; bu labirentin çıkışı zor bulunur. Dindarlar çok kandırılır, çok sömürülür daha…”

Hamza’nın Meczup Amca’sını, Ahmet Amca’sını da es geçmek olmaz. Onu dinleyip, anlayacak, o deli dolu Hamza’yı dinginleştirecekler ve fakat sindirmeye çalışmayacaklar, hikmetleriyle yoğrulmuş bir genç çıkartacaklar ortaya. Bundan sonra Hamza, çağıyla dini anlayışı arasında sıkıştıkça, imtihanları kendi çılgın üslubuyla atlattıkça Hamza olacak, kitabın sonuna kadar derdini şurasında taşıyacak, biz de hassasiyetinin ve o güzelim bakış açısının getirdiği güzelliklerden önümüzde duran kısıtlı sayfalar nispetince faydalanabildiğimiz kadar faydalanacağız. Hamza’nın biz, bizim birer Hamza olduğumuzu unutmadan.

“Ağlamak istedim. Ağlayamadım. Yirmi bir yaşındayım. Damarlarımda erkek kanı.
Kova kova acı çekiyorum keder kuyularından. Sizin bundan haberiniz var mı?”