Sahaflar çarşısında, caminin bitişiğinde sıra sıra dükkanlar, muntazam şekilde dizilmiş kitaplar, rızık için birbiriyle yarışan ve bir o kadarda yardımlaşan esnaf… Bu sefer bir kitap aramak için gelmedim sadece, bir kitabın kalbime fısıldaması için kitapların arasına karışmak istedim. Gözüme kestirdiğim ilk sahafa doğru ayaklarımı sürüyüverdim.
Görünürde karanlık olsa da, maneviyatta hayli aydınlık olduğu kesin olan bir mekanın içindeyim. Kitaplarla kaplı dört duvar, bir masa ve arkasında oturan bir adam; tok bir ses ve yüzünde içten bir tebessümle:
-SelamunAleyküm genç adam, nasıl yardım edebilirim?
-Şey… Aslında kitap aramıyorum, öyle bakınıyorum sadece.
Eski ve tozlu kitaplarla kaplı masanın yanındaki sedire oturmam için eliyle işaret etti. Tok sesi, gözlüğünün arkasından bakan çatık kaşları ve ayrıca sıcak tebessümü, çepeçevre kuşattı beni. Sedirin üzerindeki birkaç kitabı diğerlerinin arasına katarak kendime yer açmaya çalıştım.
-Allah’ın selamını almadın hâlâ?
-Ve aleykümselam. Gençliğime verin efendim.
Masanın üzerinde hayli fazla kitap olmasına rağmen sedirin üzerinden alıp diğerlerinin arasına kattığım bir kitap dikkatimi çekti; Mecelle-i Ahkâm-ı Adiliye… Evvela aklıma, daha sonra da gönlüme fısıldar gibi oldu. Sahaf, uzanarak kendime doğru çekmeye çalıştığım kitaba bir anda elini koydu. Okuduğu kitaptan başını kaldırmadan:
-Mecelleyi anlamak için dönemin şartlarına hakim olmalı, Mecelle’nin müellifi olan Ahmet Cevdet Paşa’nın kişiliğini bilmeli ve en önemlisi, devrin Ulu Hakanı II. Abdülhamid Han’a vâkıf olmalısın. Aksi takdirde, bu eser sadece zamanını çalar.
-O halde Mecelle’den evvel ne okumamı önerirsiniz?
-Dönemin şartlarını hazırlayan ve Ahmet Cevdet Paşa’ya imkan sağlayan Ulu Hakan’ı öğrenmene yardımcı olabilirim.
-Elbette efendim, neden olmasın?
Biraz heyecanlanmıştım çünkü kitabı seven hatta dükkanında bulunan bütün kitapların içeriğine hakim olan biriydi bu sahaf. İtiraf etmeliyim ki, misak-i milli sınırları içersinde mumla arasan böylesini bulamazdın.
-Sen de yaşlılığıma ver, ne içersin diye sormadım.
-Estağfirullah efendim. Zahmet olmazsa çay alırım.
Tekrardan kafasını önüne eğdi ve kitabını okumaya devam etti. Büyük bir dikkatle okuyordu, elindeki kalemle zaman zaman satırların altını çiziyor, bazen de notlar alıyordu. Ne okuduğunu haylice merak ettim. Bu sessizlik çaylar gelene kadar devam etti. Kitabını kapattı, çayında bir yudum aldı ve kalın çerçeveli gözlüklerinin ardından bakarak;
-Sana Ulu Hakan’ın şahsiyetini ve hassasiyetlerini anlatmak isterim. Abdülhamid’i anlamak için hassasiyetlerine, önceliklerine ve kişiliğine yakınlaşman gerekir.
Gözlerini dükkanın içinde şöyle bir gezdirdikten sonra ayağa kalktı. İki üç basamaklı merdivene çıktı ve siyah deri kaplı bir dosyaya uzandı. Uzunca bir sohbet olacağı belliydi, heyecanı gözlerinden okunuyordu. Tekrardan masasına oturdu, dosyayı önüne koydu ve çayından bir yudum daha aldıktan sonra:
-Artık başlayabiliriz, dedi.
Hem dosyanın içindekileri hem de yaşayan tarihin neler anlatacağını hayli merak etmiştim. Çayımı iki avucumun arasına alarak dinlemeye koyuldum.
“16 Şâ’bân 1258 Çarşamba günü, Çırağan Sarayı’nda Tîr-i Müjgân Kadın Efendi’den dünyaya geldi. Babası Abdülmecid Han, oğlunun dünyaya gelişini lalasına şöyle haber veriyor; ‘Bu güzel sevinçten bütün tebâmızın müjde ve pay alması için, yedi gün beşer nöbet top atılsın ve bütün şanlı vükelâmız ve sâdık bendelerimiz ve ayrıca istekli olanlar, o günlerde donanma kandilleri yakarak törenler yapsınlar ve sevinçlerini göstersinler. Bu emrimi alâkalılara bildir. Âlemlerin Rabbi, temiz soyumuzu sonsuz olarak bâki kılsın ve herhalde kullarıma refah ve dirlik ve düzenlik versin. Resûllerin Efendisi hürmetine…’ Şehzade Abdülhamid daha 8 yaşındayken annesini veremden kaybediyor. Bundan sonra şehzadeye annelik görevini yerine getiren Perestû Hanımdır. Bu kadınefendi daima Abdülhamid’e bağlı kalmış ve bütün servetini üvey evladına bırakmıştı. Abdülhamid, daha sonraki yıllarda da aynı illetten babasını kaybedecektir.“ Bir an duraksadı ve önündeki siyah derili dosyasından bir takım vesikalar çıkarmaya başladı.
“Heh… Şehzade Abdülhamid ahenkli bir sesle yavaş ve az konuşur, yalnızlığı severdi. Bu durumu gören babası –Abdülmecid Han- Şehzâde Abdülhamid’e: ‘İçli evladım’ dermiş. Şehzâde Abdülhamid çok iyi bir eğitim gördü; Osmanlıca yazma ve konuşma dersini Gerdankıran Ömer Efendi’den, Arapça’yı Ferid ve Şerif Efendilerden; Farsça’yı Kazasker Ali Mahvî Efendi ve Sadrazam Safvet Paşa’dan; tefsir, fıkıh ve hadis ilimlerini öğrendi. Bunların yanında Fransızca eğitimi ise Gardet, Edhem ve Kemal Paşalardan öğrendi. Şehzade daha küçük yaşlarda tarihe merak sarmış ve tarihin ibretler aynasını olduğuna inanmıştır. Şehzade, ilime ve alimlere çokça hürmet ederdi. Bir yere gittiğinde veya saraya dönerken hocalarını kendi arabasına bindirir, kendisi de at arabasına binerdi.” Bu noktada hemen Osman Gazi’nin nasihati aklıma geldi. –Alimler, fazıllar ve sanatkarlar, edipler; devletini bedeninin gücüdür. Bunlara iltifat ve ikramda bulun.- Nasihati dinleyen ve onu yol gösterici ilan eden bir Şehzâde…
“Herkesin bildiği gibi iyi bir hattat ve marangozdu. Beylerbeyi Sarayı’ndaki günlerinde rahatsızlığı en ağır safhaya ulaştığı günlerde bile marangozluğu bırakmamıştı. “
Sözünün daha noktalayamadan içeri bir müşteri girdi, selam verdi. Bana gösterdiği samimiyetin aynıyla mukabelede bulundu. Müşterinin aradığı kitabın ismi; konumuz olan “Ulu Hakan II.Abdülhamid Han” ve müellifi Üstad. Sahaf hiçbir yeri aramadan masasından kalktı, kitabı raftan çekti ve müşteriye uzattı. Müşteri lafı fazla uzatmadan kitabın ücretini ödedi ve “Hayırlı günler” diyerek dükkandan çıktı.
-Nerde kalmıştık?
-Hürmette. Yani Şehzadelik yıllarında…
Aklım hâlâ alimlere gösterilen ilgi ve alakada. Yaşlı sahaf da hiç vakit kaybetmeden vesikaların arasından bir tanesini eline aldı.
“Yerli ve yabancı basını takip ederdi. Bunun faydalarına da biraz değineceğim. Bir defa gördüğünü bir daha asla unutmazdı. Hatta, 19.asırda kabul ettiği sefire soruyor:
-Ekselâns sizi gözüm ısırıyor! Acaba nereden görmüş olabilirim?
-Görmüş olabileceğinizi zannetmiyorum, haşmetmeâb; belki yarım asırdan beri ülkenize gelmedim. En son Abdülmecid Han devrinde huzura kabul edildiğimizde 1. Katip olan babamın yanında 9 yaşındaydım.
-Tamam! Ben de o zaman 10 yaşlarında var yoktum, kafes arkasında elçilik heyetini seyrediyordum. Demek sizi o zamandan hatırlıyorum.
Bu iddiamı Başkatip Tahsin Paşa şu sözüyle destekliyorum; ‘Sultan Hamid’in yüksek bir kuvve-i hafıza sahibi olduğu kanaatini uyandırmıştı.’
Vakur, ciddi ve ağır duruşu yanında, yüzüne bakınca insana muhabbet hissi verir ve sözleri dinlemekten usanılmazdı.
İki türlü giyimi vardı. Sıradan zamanlarda sade elbiseler tercih eder. Daima üzerinde tek bir nişan taşırdı; Hanedan-ı Âli Osman. Resmi görüşmelerde ise yabancı devlet adamların verdiği nişanları da ilave ederdi. Dizlerine kadar uzayan bir palto giyerdi, üzeri sırma işlemeli. Kırmızı feshini hiçbir zaman başından eksik etmezdi. Hiçbir kimsenin, haremi dahil olmak üzere, gecelikle karşısına çıkmamıştı. Hatta Beylerbeyi Sarayı’ndaki şifasız günlerinde dahi müthiş ısrarlara rağmen sadece paltosunu çıkarmıştı. Annesinin ırkı ve babasının Abdülhamid Han’a karşı olan ilgisi hakkında birçok dedikodu vardır ama menbaı tutmaya bakan kuru müşahedeci havasına kapılmamak için girmiyorum. Onun yerine Abdülhamid Han’nın şahsiyetine bakalım.
Abdülhamid Han, orta boylu, geniş göğüslü ve omuzları kalkıktı. Saçı ve sakalı koyu kumraldı. Saçları gürdü. Burun yapısı Osmanlı hânedânına benzerdi. Gözleri ela idi. Bakışları hassas ve zeki idi. Alnı açık ve yüksekti. Sesi tatlı, kalın ve gürdü. Meramını nezaketle anlatma becerisine sahipti. Sık sık tebessüm eder fakat kahkaha ile güldüğü hiç rastlanmazdı.”
Gözümde canlanan bir tasvir olmuştu. Bu arada çayımın bittiğini fark ettim ve son cümle bu gün terk edilmiş bir sünnettir. Elindeki notlara bakarak anlatmaya devam eden sahafa kulak versem iyi olacaktı.
“Şahsiyetinde hakim olan sadelik, yemek alışkanlıklarında da aynı. Midesinden rahatsız olan Sultan itinalı perhiz yapardı. Şifalı otlar kullanır ve doktorların tavsiyesi ile maden suları içerdi. Karakulak suyu içtiği halde, dışarıya sezdirmemek için Büyük Çamlıca suyundan da dairesine getirtir, hangisini içtiği belli etmemek isterdi. Pek çok sigara ve kahve içerdi. Kahvesini kaveçibaşı hazırlar ve tepsi içinde iki beyaz finca ve bir cezve ile gönderirdi. Sultan Hamid, her defasında iki fincan kahve içmeyi sevdiği için birinci fincanı bitirdikten sonra, ikincisini aynı fincanda içmeyip, diğer fincana koyardı. Sultan, tarçını pek severdi ve yediği bütün yemeklere tarçın ekerdi. Sultanın annesi Tîr-i Müjgân Kadınefendi’den kalan altın tuzluk daima önüne konmasını isterdi. Vezirlerin ve vekillerin takdim ettiği yiyecek ve içeceklere el sürmezdi.
Vakarlı ve şuurlu bir Sultan’ın harem hayatın dikkatsizlik veya başıboşluluk beklemek cahillik olur değil mi? Sultan Abdülhamid Han türlü devlet meselelerin yanında haftada bir günü harem halkına ayırırdı. Onlarla dış bahçede gezintiye çıkar ve merasimler tertib ederdi. Hatta Yıldız Saray’ında hafta üç gün piyesler oynanırdı. Bu piyesleri çok çalıştığı ve zihnen yorulduğu günlerde emrederdi. Son yirmi senelik hayatını Müşfika Kadınefendi ile geçirmişti. Kadınefendiyle bazı siyasi meseleleri konuştuğu da olurmuş. Sultan Hamid’in yatak odası kendisine mahsus dairenin birinci katında idi. Bu daireye çimento döşeli yoldan ve cam bir kapıdan girilirdi. Bu kapının iç tarafı küçük bir taşlık idi. Açılan kapıdan iki basamaklı merdivenle salona çıkılırdı. Bir sofa ve küçük bir salondan ibaret olan dairesine genç cariyelerin girmesi kesinlikle yasaktı. Yatak odasına girilince sol tarafta bir paravan, bunun arkasında Hünkar karyolası bulunur. Ayrıca bir karyolası olmadığı, yerde yattığı hakkında da rivayetler vardır. Kadınlarına karşı çok titiz davranır ve gelişi güzel dolaşmalarını istemezdi. Maiyetindekilere hoş muamele eder ve kalp kırmazdı. Haremin asla siyasete karışmasını istemezdi hatta Valide Sultan’ın saray dışında yaşamasına rağmen haremde başıboşluk görülmemişti. Çocukların oldukça sade giyinmesini isterdi. Ayşe Osmanoğlu’un ifade ettiğine göre Sultan, kızının büyüdüğünü görmüş ve derhal örtünmesini emretmişti. El işareti ve yüksek sesle konuşmalarını istemezdi. Şımarıklıktan hiç hoşlanmaz, büyüklerine saygılı olmalarını ve önlerinden geçmemelerini isterdi. Sultan, kimseye ‘sen’ diye hitap etmediği gibi cariyelerine de ‘getiriniz ve götürünüz’ şeklinde emir verirdi.”
Hem saltanat sahibi hem de nazik ve kibar. Bu kadar kibar olması asla beklenemezdi herhalde. Sultan Abdülhamid Han’ı başka bir gözle okumayı ve öğrenmeye gerek olduğuna inanıyorum. Sahaftan kadınefendileriyle olan bir hatıratını istiyorum. Kafasını sallıyor ve tekrar siyah derili dosyanın içine dalıyor, bir vesika çıkarıyor.
“İyi dinle! En modern insanlarda bile göremeyeceğin nezaket ve incelik. Müşfika Hanım Anlatıyor: ‘Sultan bir gün rahatsızlanmıştı. Kuvvetli halsizlik ve kırıklık hakim olmuştu. Çoraplarını giyip odadan çıkması gerekmişti. Fakat buna mecali yoktu. Ben hemen çorapları alıp, karyolanın başında çoraplarını giydirdim. Sultan:’ Kadınım çok zahmet ettin, eksik olma, hakkını helal et!’ dedi. Ben de bu mukabele karşısında cevaben: ‘Aman efendimiz! Size karşı hakkımı helal ettirecek ne yaptım ki? Bu benim vazifemdir, siz müsterih olunuz!.. ‘ dedim. Padişah: ‘Hayır bir kadının kocasına karşı olan hakları büyüktür. Kadınım, bu hizmetine mukabil hakkını helal et!’ diyerek sözünü tekrarladı ve tam beş defa helallik istedi ve ben de bu ısrar karışında utanarak hakkımı helal ettim.’ Aslında harem için konuşulacak çok şey var ama bir kitap yazılsa sadece bu misal üzerine bahis açılabilir ve sayfalarca tartışılabilir. İnsan, Peygamberin sünnetine bu kadar bağlı bir Sultan daha var mıdır? sorusunu sormadan edemiyor.”
Gerçekten sahafın hakkı vardı. Veda Hutbesinde kadınların hakları için söylenenlerin fiile dökülmüş hali.
“Şehzadelik yıllarından beri kibar bir hayat sürmüştür. Asla içki içmez, her türlü cahillikten kaçınırdı. Dindar bir sultandı. Gündelik hayatı da buna göre şekilleniyordu. Güneş doğmadan kalkar, soğuk su ile duş alır ve hamamın dışına yaptırdığı sedirde oturur ve giyinirdi. Sabah muştusuna cevap verir ve güneş doğana kadar da zikirle meşgul olurdu. Bahçede gezinti yapar, kahvesini içer ve kahvaltı yapardı. Selamlık dairesine geçer ve günlük çalışmalara başlardı. Öğle yemeğine kadar işlerle meşgul olurdu. Yemeği yer ve yatak odasındaki şezlonga uzanır yirmi dakika kadar dinlenirdi. İşi olmadığı zaman yatsı namazından sonra derhal odasına çekilirdi. İbadetlere hassas davranır, namazlarını vaktinde kılar, zaman zaman kendisi imamlık eder, aksatmadan da Kur’an okurdu. İbadetler konusunda da saray halkını tembih ederdi. Ayşe Osmanoğlu’nun dediğine göre: ‘Babamın bir sözü vardı: “Din ve fen” derdi.’ On bini aşan kitaptan oluşan kütüphanesinde çok fazla kitap okurdu. Daha çok okuduğu kitaplar polisiye,zabıta romanları, cinai hikayeler ve seyhatnâmeler idi. Tahsin Paşa’ya anlatıyor: ‘Geceleri uykusu gelene kadar paravanın arkasında kitap okuturdu ve uykusu gelince ‘kafi’ derdi.’ Gece hangi odada yattığını bilen saraylı yoktu.
Devlet malına karşı hassas idi. Tahta geçtiğinde senelik tahsisatı yüz elli bin liraya indirdi. O kadar ki, üç yüz milyon altınlık ‘Düyun-u Umumiye’ borcunu, otuz senelik hükümdarlığında ‘Kis-i Hümayun’undan’ ödeyerek birkaç milyona kadar indirdi. Sir Henry Woods hatıralarında şöyle diyor: ‘Yoksul hak tebaasının bütün dertleriyle ilgilendi…’ Bu söylemi havada bırakmamak için Abdülhamid-i Sani’nin sayısız merhamet hadiselerinden sadece birini anlatmak yeterli olacak. Mabeyn mensuplarından biri hatıralarında anlatmakta: ‘Telgrafı çeken bizzat telgraf memuru… Karısı gebe ve doğurmak üzere… Padişaha, liste sunulurken, iki kelimelik telgraftan da bahsediliyor. Sultanın emri “Telgrafı getiriniz” oluyor. Yapılacak olanları irade buyuruyor. Aynı gece, sabaha karşı memur Sultan’ı rahatsız etmek istemiyor lakin camda bir gölge… Cama çıkan Sultan işaret ediyor ve memurlar huzurda… “Biraz evvel çocuk dünyaya geldi. Nur topu gibi bir erkek çocuğu… İsmini “Abdülhamid” koydular. Şafak sökerken Abdülhamid Han tek kelime etmeden paravanın ardına geçiyor ve oradakiler, yalnız bir nida duyuyorlar: “Allah-u Ekber!” Bu vesikalar Sultan’ın otuz üç yıllık saltanatında bir hayli fazladır. İhsan-ı şahanesine mahzar olmayan devlet ricali yoktur. Bunların çoğunluğu kendisine muhalif olanlardır. Namık Kemal, Ziya Paşa, vb.”
İkindi ezanın sesi duyulmaya başlanmıştı. Sahaf da ne okuduğumu, nereli olduğumu sormuş ve bu sayede de dinlenmişti. Çayların tazelenmesi için de çoktan kahvehaneye haber uçurmuştu. Çaylar geldi ve sanki hiç ara vermemiş gibi anlatmaya devam etti, bize de dinlemek düştü.
“Çok cesur ve teslimiyet sahibi idi. Cesur ve teslimiyet sahibi olmasına ayrı ayrı misaller getireceğim. Cesur olmasının bir sebebi vardı ve Sultan’ı cesurlaştıran kaynak teslimiyetti. Abdülhamid Han’ın son derece imanlı ve şuurlu birisi olduğunu söylemiştik. Onun bir tarikata mensup olup olmadığı hakkında çeşitli rivayetler var. Bazılarına göre Nakşi, bazılarına göre Şazeli’dir. Nakşiliğini zannettiren sebepler arasında bu tarikatın büyüklerine hürmet etmesi, diğerindeki kuvvetli delil ise saray civarında ikame ettirdiği Şazeli tarikatinden Şeyh Zafir’e sevgisi rol oynar. Bir de el yazısıyla yazıp çerçevelettiği Şah-ı Nakşîbend Hazretlerine ait dörtlük dilinden düşmezdi.
‘Allah, aziz ve büyük olan sensin!
Bir izzet ki, hiç kimsede eşi yok!
Allah, bu işde benim elimden tut!
Allah, her zaman feryadıma yetiş’
Dua gibi bir dörtlük. Fakat Sultanlık ve Halifelikle bağdaşmaz gördüğü bu cepheyi açıklama niyetine girmemişti. Joan Haslip adlı müellife göre: ‘Hiçbir yabancı devletin tazyiki, Abdülhamid’i Kur’an ve şeriatin emirlerine uygun olmayan bir reformu yapmaya ve imtiyazı vermeye mecbur edemez.’Her ne kadar Sultan ve Halife olsa da, zikir halkasındaki dervişti. Bu zikir halkasından aldığı güçle beraber cesurlaşıyordu. İki örnekle iddiamızı kuvvetlendirebiliriz. Birincisi Cuma Selamlığındaki ‘Bomba’ hadisesidir. 1904 yılında sıcak bir Temmuz günü… Günlerden Cuma. Ulu Hakan, Hamidiye Camii’nde, Cuma Selamlığında… Cuma namazından sonra Şeyhulislam ile 1-2 dakikalık muhabbeti sırasında müthiş bir gümbürtü, camlar kırılıyor, camiinin kafesleri parçalanıyor ve bomba sesi Beşiktaş’ı ne hale getireceği besbelli… Herkes bir tarafa kaçıyor ve Şeyhulislam’a sakin olmasını söyleyen Abdülhamid Han oluyor. Şimşek gibi dışarı çıkıyor, atların dizginlerini tuttuğu gibi dörtnala saray istikametine gidiyor. Herkes hayretler içinde ‘Yaşasın İmparator/Padişahım çok yaşa’ diye ellerini çırpmaya başlıyorlar.
Sultan, hayatı boyunca sadece bir Cuma selamlığına katılmadığını Tahsin Paşa’dan öğreniyoruz: ‘… Bir aralık böbrek hastalığına muzdarip olmuştu. … nihayet bir Cuma selamlık merasimi yapılamadı.’
Cesurluğunu ve teslimiyetini gösteren diğer vesikası ise; 1901 senesi Dolmabahçe Sarayı’ndaki devlet erkanı toplantı halinde bulunduğu sırada şiddetli bir deprem oldu. Sultan, 4.5 tonluk avize kırılan camların yanında bulunuyordu. 700 kiloluk cam fanus yere düşmüş, herkes kaçışmaya başlarken, padişah hiç yerinden kımıldamamış, herkese ferahlık veren emri vermiş ve Kur’an’dan bazı ayetler okuyarak olduğu yerde beklemiş. Bu teslimiyet ve cesurluk diplomatik olaylarda da kendisini göstermiştir.
Sultan Abdülhamid’in, Fransız Bornier’in ‘Muhammed’ adlı iftira dolu piyesinin oynatılmaması için büyük elçilikleri harekete geçirmiş, Paris, Londra, Roma ve Washington’daki bütün tiyatrolarda Osmanlı’nın siyasi nüfuzunu kullanarak oyunu yasaklatmıştır. Yukarda da bahsettiğimiz gibi yerli ve yabancı basımı itinayla takip etmesi iğrenç piyesten haber almasını sağlamıştır. “
İslam’ın izzet ve şerefi gene Türklerin padişahı ve İslam’ın halifesi olan Sultan Abdülhamid Han ile korunmuştur.
“Necip Fazıl’a göre: ‘Bütün Osmanoğulları içinde Abdülhamid çapında dindar ikinci bir padişah bulunup bulunmadığı, sorulmaya değer bir keyfiyet…’ İnsan katılmadan edemiyor. Ehl-i sünnet tutkusu, Kur’an’nın aslını muhafazası için buyrukları ve Peygamber soyundan gelenlere hürmetinden bahsettikten sonra ‘Necip Fazıl’ın hakkı varmış’ demekten kendini almayacaksın. Sultan Abdülhamid, ecdadının Kur’an hakkındaki hassasiyetini sürdürmüştü. Kur’an’nın okutulmasını ve öğretilmesinin yanında basımı ve dağıtımıyla da yakından ilgilenmişti. Kur’an basımını sadece ‘Devlet Matbaası’ yapabilirdi ve hatta Sultan bu işin takibi için özel bir heyet kurdurmuştu. Kur’an’a yönelik suiniyet ve faaliyetleri önlemeye çalışmıştı. Rusya basımı küçük boy Mushaf-ı şerif hakkında detaylı bir inceleme başlatılmıştı. Bu incelemeler sonucunda iki yüz kadar yanlış ve hatayı gösterir bir cetvel Sultan’a arz edilmişti. Sultan Hamid, Rusya’daki Müslümanlara bedava dağıtılmak üzere Kur’an bastırmış ve görevi Maârif Nezâreti’ne vermişti. Rusya basımı Mushaf’ın hemen toplanmasını ve hatalı Mushaf’ı yayılmasına meydan bırakan memurların soruşturma başlatılmasını ferman buyurmuştu. İngilizlerin, Kur’an’ı tahrif çabaları da Mısır üzerinden yürütülmekteydi. Mısır’dan gelen ve üzerinde bazı ayetleri yazılı bulunan sigara kutulularını ve tesettürlü hanımların yer aldığı kağıtların yasaklanması hakkında da Meclis-i Vükela tarafından karar verilerek ve bu kararın kendisine bildirilmesini istemişti. Kur’an üzerindeki fitne çalışmaları yanında İslam’ı Protestanlaştırmak isteyenler çalışıyordu ki hâlâ çalışıyorlar. Bak! Papaz Samuel Zwemer ne diyor; ‘Bir Müslüman’a dinini bırak dersek, dinini bırakması asla mümkün değil. Nitekim 25 yılda sadece 25 Müslüman’ı Hırıstiyan yapabildik. Onlar buna karşılık her en az 25 Hırıstiyanı Müslüman yapıyor. Biz Müslümalara: “ Sizin dininiz olan İslamiyet , mücevherle yüklü çok kıymetli bir gemiye benziyor. Ama bu gemi, bu yükü taşınamayacak kadar çok fazla. Geminin ve yolcuların karşı kıyaya sağ salim geçebilmesi için, bu yüklerin bir bölümünü denize atmalıyız” demeliyiz. Böylece muhabahlardan, müstehaplardan, sünnetlerden başlayarak, vaciplere farzlara gelinceye kadar onlara geminin bütün yüklerini boşalttırmalıyız. Gemi karşıya geçse de boş geçmeli’. Bugün…”
Sözünü bitirmeden araya girmekten kendimi alamadım.
“Bugün, evet bugün… Bugün Müslümanlar aynı gemide bile değiller. Boş bir gemide karşı kıyaya geçmeyi bırakın, ümmetin her ırkı hatta kabilesi ayrı ayrı yelkenlilerle karşı kıyaya geçmeye çalışıyor lakin birbirlerine yaptıkları dalgalarda boğuluyorlar, çarpışıyorlar ve denizin dibini boyluyorlar. Papazın tespiti çok doğru çünkü bizim heybemizi dolduran sünneti inkar ederek bataklıklarda –sapkın görüşlerde- çırpınıyoruz.” Günümüzün fitnesine karşı dik durmamız gerekiyor, Abdülhamid Han misali…
“Tesbitlerini yaptıktan sonra iş icraata kalmıştı. Bu fitne içinde Mısır’dan Muhammed Abduh’u seçmişlerdi. Sultan Abdülhamid Han, Muhammed Abduh’un icraatlarından uzun zamandan beri haberdardı ve geniş çaplı rapor hazırlanmasını buyurmuştu. Bunun üzerine rapor hazırlandı ve Muhammed Abduh’un İslam’ı protestanlaştırmak isteyen bir fitnekâr olduğu bildirildi. Abduh’un, Sultana sunduğu “Osmanlı medreselerin ıslahı” projesi, Abduh’un kendisini Ehl-i Sünnet gösterme çabalarına rağmen hiç itibar görmedi. Osmanlı Devleti’nce memuriyet sıfatı verilmediği halde Mısır Müftüsü sıfatı kullanılması kabul edilmedi. Hatta Sultan cevaben: ‘Biz, seni Mısır müftüsü olarak tayin eylemedik. Kimin iradesiyle müftü sıfatını kullanıyorsun? İngilizlerin mi?’ dediği bilinmektedir. Gasparalı İsmail Bey’in Kahire’de toplamak istediği İslam Konferansı’na müsaade etmeyen Sultan II. Abdülhamid, meseleyi anlatırken sözü Abduh’un fitnelerine getirir: ‘Mezhepleri kaldırarak İslam dininin esasının yalnız Kur’an olduğunu ve sünnetin İslam’ın asli kaynaklardan biri olmadığını hususunda sapık görüşleri gerçekleştirmesidir. Arap olmayan Müslümanlar mesul tutularak İslam dininin ana merkezinin Mısır olduğunu ilan edecektir. Konferans hakkında Times ve El-Müeyyed gazetelerinde yazılan yazılardan da açıkça anlaşılmaktadır.’ Diyerek konferansın asıl maksadını ortaya dökmüş ve o gün için Protestanlaştırma hayalleri rafa kalkmıştı. Ehl-i Sünnet hassasiyeti için eklemek istediğim önemli bir nokta daha var. Özellikle; İran ile olan antlaşmalarda ‘Hz. Ebubekir (r.a) ve Hz. Ömer’e (r.a)hakaret etmemeleri’ sürekli olarak şart olarak muhafaza edilmişti. Sultan, Kur’an’a, Peygamberine ve itikada karşı gösterdiği dikkati, ehl-i beyte de göstermişti. İmam-ı Rabbani’nin torunlarına yardım eden ikinci Osmanlı sultanı Abdülhamid-i Sani’di. Buraya kadar şahsiyetinden ve hassasiyetlerinden bahsettim. Ulu Hakan hakkında ne düşünüyorsun?”
Aslında böyle bir soru beklemiyordum. İster istemez biraz düşündüm.
-Üstadın da dediği gibi ‘Abdülhamid’i anlamak, her şeyi anlamak olacaktır.’” Bu sorudan sonra muhabbetin sonlarına doğru yaklaştığımızı hissetmiştim.
“Bakalım bir de o günün dünyası ne düşünüyor. 93 Harbi yıllarında Kalkütalı Müslümanlar, ‘Müslümanların Halifesi’ Sultan II. Abdülhamid’e gönderdiği mektupta, Halifeye bağlılığını arz ettikten sonra, sadece Kalküta’da beş yüz bin rupiden fazla yardım topladıklarını bildirerek, Müslümanların eskisi gibi varlıklı olmadıklarını ve başka bir devletin idaresi altında bulunduklarını, bu yüzden fazla yardım edemediklerini, özür dileyerek beyan etmişlerdi. Hazreti Halife ve Osmanlı’nın bekası için dua ettiklerini bildirmişlerdi.
İftira piyeslerin yasaklanması Hindistan’ın her bölgesinde sevinçle karşılandı. Toplantılar düzenlediler, sevinç gösterileri yapıldı ve mevlid-i şerifler okundu. Bu toplantılarda II. Abdülhamid’i ‘Sultan-ı Muazzam’ olarak vasıflandırmışlardı. Yasaklama kararı Açeli Müslümanlar arasında sevinçle karşılandı. Sultan Abdülhamid’e şiirler ve gazaller okundu0.
31 Mart rezaletinden sonra Hindistanlı Müslümanlar Babıâli Hükümetine bir mektup yazarak: ‘Lütfen Abdülhamid Han’ı tahttan indirmeyin. Çünkü Osmanlı gemisi ancak onun gibi tecrübeli bir kaptan sayesinde selamet sâhiline çıkabilir’ demişlerdi.
“ 34 yaşında iken 10 Şâ’bân 1293 Perşembe günü Osmanlı tahtına cülûs etti. Çökmeye meyil vermiş, ‘Hasta Adam’ yaftasını yemiş, borç batağında olan ve İmparatorluğun dört bir yanını ateşler sarmasına rağmen 33 yıl tahta kalmıştı. Sultan Abülhamid’in ilk yılları koruma, kollama ve gözetlemedir. İlk icraat olarak devlet idaresini Dolmabahçe Sarayı’ndan alıp, Yıldız Sarayına taşımıştı. İcraatlarını buraya kadar bahsetsem yeterli olacaktır. Rus Harbi, Yunan Harbi, Ermeni ve Filistin gibi meseleler ve çileli sürgün yıllarını başka zamana konuşuruz.”
Sahaf, sözünü noktaladıktan sonra kucaklaştık ve vedalaştık ama kafama takılan bir soru daha vardı, sormadan da edemezdim.
-Hayatınız boyunca sahaflık mı yaptınız?
-Hayır! Bir ara tarih öğretmenliği yaptım, sohbet boyunca karıştırdığım vesikalar da o zamandan kalma. Belki bir gün Abdülhamid’in şahsiyetini anlatan bir kitap yazarım diye biriktirmiştim. İyi ki de biriktirmişim. Emeklilik kapıyı çalınca da yıllardır hayalimi kurduğum sahaf dükkanını açtım. Bu arada artık Mecelle senindir!
Çok sevindim ve tekrardan vedalaştık. Dışarı çıktığımda hava kararmaya yüz tutmuştu ve dükkanlar yavaş yavaş kapanıyordu. Ben de geçmekte olan vaktin edası için Beyazıt Camii’ne doğru adımlamaya başladım.
Anlayana, Abdülhamid’in büyük şahsiyeti…
-Ulu Hakan / Necip Fazıl KISAKÜREK-