Biz çok şey kaybettik. Özümüzü, özerkliğimizi, değerlerimizi, benliğimizi, alamet-i farikalarımızı, bakışımızı, duruşumuzu, oluşumuzu, ölçümüzü… Halimizin tespitini, kaybettiklerimizin yoklamasını yapmak için birçok farklı başlık açmak gerekecek. Laf kalabalığına ne hacet! Sıralamış olduğum tüm bu kelimeler tek bir adrese çıkıyor esasen: “Kendimiz”. Uzun bir girizgâha mahal bırakmadan söyleyeyim o halde: Kendimizi kaybettik.

Kendimizin gözle görülen emaresi, yeryüzüne bıraktığımız iz olan şehrimiz de kayıplar arasında. Şehirlerimiz kimliksiz, karaktersiz, belirsiz… Dikildi mağrur kuleler, kibirli gökdelenler, havalı plazalar, ‘üçü beş lira’ mantığıyla serpiştirilmiş TOKİ’ler… Bunlar dikilirken, zeminin maziden kalan mütevazı elemanları taş, kerpiç, toprak söküldü. En çok ses getiren, beğeni toplayan, göz dolduran, hepsini bir tarafa bırakırsak, en çok para kazandıran ne ise o kondurulmalıydı zemine. Öyle de oldu. Bunların faili insan, ham maddesi olan topraktan uzaklaşıp göğe doğru kat attıkça yerin dibine battı, yükseldikçe alçaldı farkında olmadan… Elinin tersiyle ittiği mahviyet kokulu mimarinin yerine kibir renkli yapılar inşa etti. Peki, sorunumuz ne? Binaların yüksekliği mi? Kerpiç yerine beton kullanılması mı? Eskiyi yıkıp yenisini yapmak mı? Hayır. Yüksek binalar dikilsin ama karşısına gecekondu konmasın. Ya müsavi olsun binalar, ya yıkılsın büyüklük taslayanlar. Kat sayısı, oturulan semt, kullanılan eşya ya da her neyse, o ‘şey’ kibirlenme sebebi, insanları sınıflandırma vesilesi olmasın. Çok şey istemiyorum. Yaşadığım şehirde maddi ve manevi birlik-beraberliğe talibim… Şehirdeki tevhidi düşlüyorum… ‘Şehirdeki tevhid’ kulağa garip gelse de olması gerekene pek garib… Evet, tevhidi sadece “Lâ ilahe illâllah, Muhammedün Rasulullah” zikrini dil ile söylemeye hapsedersek, demek istenen anlaşılmayacaktır. Neden Allah’tan başka her şeye “L” dediğimiz de idrak edilemeyecektir… Tevhid hakiki manada anlaşılamaz ise, bireyde başlayıp aileye sirayet eden nihayetinde şehri esir alan çöküşün enkazında kalır maalesef… Tevhidin olmadığı her yerde de kesret vuku bulur. İşin başı, âlemin zübdesi olan insana kadar iner bu kahrolası kesret. Kendinde çoğalır insan. Tüm azaları birbiriyle çatışır. Aklı kalbine karşı gelir. Nefsi vicdanına kafa tutar, midesi aklına hâkim olur, gözü gönlüyle yarışır, eli diğer eline vurur, ayağı idrakini tekmeler… Kesret dediğimiz şey bunca etkiliyorsa bir tek insanı, koca şehirleri ne denli tar u mar eder hesap edile…

Bu satırlarda göz gezdiren insanın sadrına sesleniyorum;
Salih amelden uzaklaşırsan ey insan! Ahsen-i takvim olan tam kıvamındaki temiz fıtratına su katarsan… Zekâtı unutursan… Ya da uhuvveti… Veya ihlâsı… Tevazuyu, merhameti, adaleti, isârı, vicdanı… Çıkarırsan bunları lügatinden yahut hiç bilmezsen ne demektir bunlar… Sen 8. kattaki evinden izlerken manzarayı, birilerinin görüp görebileceği bahçesinin yıkık duvarı olur… Fakat bahsettiğim duvarı göremezsin, çünkü çok yüksektesin… Hem hakikate miyopsun, hem banknotlara meftunsun, hem toplantın var, yoğunsun!

Dedik ya yazının başında, ‘kendimizi kaybettik ‘… Öylesine bir kayboluş ki kaybolunanı ifade etmeye çalışırken dahi kayboldum… Ben, beni bulmaya gidiyorum. Şehirdeki tevhide vasıl olmak duası ile. Kendini bulanlara selam olsun…

Hüsna Kaynar